Bediüzzaman’ın Cihadında Değişmez Prensip: Müsbet Hareket
Müsbet hareket, Risale-i Nur hizmetinin en mühim bir esasıdır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin, vefatından az önce yazdığı son mektubunu müsbet harekete tahsis etmesi, bunun en büyük delilidir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu mektubuna şöyle başlar:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i İlâhîye’ye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
Bu mektubun ihtiva ettiği çok önemli mesajlardan birkaçını takdim edelim:
1. “Cihad-ı manevînin en büyük şartı (da) vazife-i İlâhîye’ye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
2. “Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet birşekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibariyle bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
3. “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhildeki ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
4. “Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. düsturu ile ki: ‘Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olmaz’ İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
Malûmdur ki, bu milletin imanına zarar veren şu kebairlerin, iffet ve ahlâkına musallat olan şu sefahet ve rezaletlerin sönmesi ve bu hastalıkların tedavisi ancak ve ancak iman ve Kur’an hakikatlerinin fert ve cemiyete hâkim olmasıyla mümkündür. Bu ise dâhildeki istikrarın, sulh ve sükûnun teminine bağlıdır. Bunun içindir ki Nur talebeleri olarak bizim en büyük vazifelerimizden biri asayişin temini, huzur ve emniyetin tesisidir. Keşmekeşlik ve huzursuzluk kimden ve hangi menbadan kaynaklanırsa kaynaklansın, kanımızı içen düşmanın hesabına geçer. Evet, Üstadımızın dediği gibi;
“İki elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak Nur’a kâfi gelir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar)
Hiçbir cihetle zor kullanmaya, hırçınlık çıkartmaya hakkımız ve salâhiyetimiz yoktur.
Evet, Risale-i Nur hizmeti güneşin faaliyeti gibidir. O incitmez, ancak ziyasıyla okşar. Hayat getirir, bereket getirir. Karanlıkları izale eder, nur getirir. Buzları eritir, zemin yüzünü çiçeklerle güldürür.
Menfi hareket ise, fırtına gibidir. Yıkıcıdır, tahrip edicidir. Ağaçları söker, haneleri yıkar.
Evet, Nur talebeleri asayişin manevî bekçileridir. Bu hakikat dün geçerli olduğu gibi bugün de geçerlidir, yarın da geçerliliğini muhafaza edecektir.
Kaide-i mukarreredir ki, faydalı hizmetlerin icrası ve neşv ü nema bulması huzura, sükûna ve asayişe bağlıdır.
İnsanlığa edilecek hizmetlerin en büyüğü ve en mühimi asayişten beklenir. Evet, hayatın neşe ve zevki gerçek manada asayişledir. Bunun kemâli de marifet ve fazilet gibi ulvî meziyetlerle temin edilir.
Fitne ve anarşiye düşen hiçbir milletin payidar olduğu görülmemiştir.
Tarih nev-i beşerin yükselme devirlerinin daima asayişin kemalde olduğu dönemlere rastladığını gösterir. İslâmiyet’in en parlak devirleri asayişle tahakkuk etmiştir. Anarşi ve terörün hâkim olduğu cemiyetlerde, ilmî ve fikrî faaliyetler inkıtaa uğrar.
Fikirlerin inkişafı asayişin teminiyle tahakkuk eder. Binaenaleyh millet ve memleketini seven, saadet ve selâmetini düşünen herkes asayişi muhafaza etmeye mecburdur.
Huzur ve ahengin bozulduğu milletlerde terakki ve tekâmül, yerlerini tedenni ve izmihlale bırakırlar. Felâket ve musibetlerin en büyüğü olan fitne ve ihtilâllere kapı açılır.
Öyle hadiseler zuhur eder ki; akıl hayretinden kamaşır ve artık idarî ve hukukî tedbirler fayda vermez hale gelir. Tarih bunun misalleri ile doludur.
Bediüzzaman Hazretleri kendisiyle beraber senelerce zulüm ve işkencelere maruz bırakılan Nur talebelerinin menfî bir harekete tevessül etmemeleri için, mezkûr mektubunda şu ifadelere yer vermiştir:
“Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım. Her işkenceye sebrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
“Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onların da haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünki onlar bilmeyerek kader-i İlâhî’nin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı Hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II)
Memleketimize islami esaslar yerine garb kültür ve medeniyetinin cebren yerleştirilmeye çalışıldığı, islamın iki büyük feyz menbaı olan medrese ve zaviyelerin kapatıldığı, Kur’an’ın yasak edildiği, üstad ve talebelerin çeşitli cefalara maruz bırakıldığı bir dehşetli dönemde Bediüzzaman Hazretleri talebelerini menfi harekete tevessülden kat’iyyen men etmiş, hatta kendilerine bu zalimane muameleyi reva görenlere karşı talebelerinin intikam hissi beslememelerini tavsiye etmiştir.
Bazı insafsız ve gaddar zalimlerin kusurları yüzünden, devletin şahs-ı manevisine karşı çıkılmasını kat’iyyen tasvip etmemiştir. Bütün menfî muameleleri gizli zındıka komitelerine vermiş ve bu memleketin bir İslâm diyarı olduğunu her vesile ile ortaya koymuştur.
Bu tip gazetecilere karşı olan şu hitabesi bunun en güzel bir ifadesidir:
“Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyet’i lekelendirmeye kat’iyyen hakkın yoktur.”
“Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslamiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâil zannetme. Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslamiyet memleketidir. Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalâlete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür.Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanuni olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..”(Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hubab)
Nur talebeleri Üstad’ın müsbet hareketle ilgili bütün tavsiyelerine harfiyen riayet ederek, Risale-i Nur’un ihtiva ettiği gerek imana, gerek ibadete, gerek ahlâk ve adaba ait hakikatleri hiçbir menfî harekete tevessül etmeden kalb ve vicdanlara, akıl ve idraklere yerleştirmeye gayret etmişlerdir. Evet, üstadımızın yaşadığı tarz-ı hayat ve vaz ettiği düsturlar muvacehesinde, bize edilen zulümler ne kadar şiddet kazanırsa kazansın, başımıza inen musibetler, tazyikler ne derece bizi sıkarsa sıksın asayişi ihlâl etmemize meşruluk kazandırmaz. Kur’an ve iman hakikatlerini bu millete mal etmenin yolu, hareketlerimizi kin ve iğbirara bina etmeden, fitne ve fesadı uyandırmadan, ilim ile, hikmet ile ve sabır ile çalışmaktan geçer. Malûm ya;
“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası)
Bu manayı teyiden aynı mektubun devamında şöyle denilmiştir:
“Hem dahildeki cihad-ı manevî, manevî tahribata karşı çalışmaktır ki manevî hizmetler lâzımdır… Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyasetin de bizimle meşgul olmaya hakları yoktur!..”
Bediüzzaman Hazretlerinin müsbet hareketinin en ehemmiyetli bir ciheti de şudur. O, bazı insanları günah ve isyanlarından dolayı tekfir etmekten, yani onların küfürlerine hükmetmekten hassasiyetle ictinab etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Said’i bilenler bilir ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. O’nu tekfir etmez” (Bediüzzaman Said Nursi,Şualar)
Bediüzzaman Hazretleri, bir Müslümanın ağzından küfür lafzı çıktığında, onun bu sözü cehaletinden, gafletinden veya başka bir sebepten değil de, küfrü itikat ettiğinden dolayı söylediği kesinlikle bilinmedikçe küfrüne hükmedilemeyeceğini şöyle ifade etmektedir:
“Demiş: Bu şey küfürdür, yani o sıfat imandan neşet etmemiş. O sıfat kâfiredir. O haysiyetle o zât küfr etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neşet ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da haiz olan başka evsafa malik olduğundan o zat kâfirdir denilmez, illâ ki, o sıfat küfürden neşet ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neşet edebilir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat)
Başta Ebu Hanife Hazretleri olmak üzere bütün fıkıh âlimleri, “Bir meselenin birçok vecihle küfre, bir vecihle de imana ihtimali olsa o kimsenin küfrüne hükmedilemeyeceğinde” ittifak etmişlerdir.
Bu mevzuda Feteva-i Bezzaziyade şöyle denir:
“Bir Müslüman kâfirlere muvafık şekilde hareket etse fasık olur, fakat kafir ve mürted olmaz. Onlara mürted demek ekber- i kebairdir (büyük günahların en büyüğüdür). Çünkü onlara mürted demek, onları İslamiyet’ten nefret ettirmek, Müslümünların sayısını azaltmak ve küfrü teşvik manasına gelir.”(Nafizzüddin Muhammed. Fetevayı Bezzaziye, Katab-üs Siyer)
Acaba Bediüzzaman Hazretleri müsbet hareket üzerinde niçin bu kadar tahşidat yapmıştır. Evet, müsbet hareket ve itidalde hizmetimiz açısından çok mühim sırlar mevcuttur. Hizmetimizin bugünkü seviyeye gelmesi müsbet hareketin neticesidir. Her zaman olduğu gibi bugün de vazifemiz, itidâl-i dem, sarsılmamak, adavete girmeden, hiddet göstermeden üstadımızın muvaffak olmuş düşüncelerini hassasiyetle yaşatmak ve manevî cihadı aşk ve şevk ile devam ettirmektir.
Malûmdur ki, müsamahanın kırıldığı, sevgi ve saygıya itibarın olmadığı cemaatlerde kin ve nefret neşv ü nema bulur. Muhabbbetin yıkıldığı, uhuvvetin parçalandığı kalblerde med ve cezirler meydana gelir. İnsanların kalb ve gönüllerinde, his dünyalarında kapatılması zor uçurumlar ortaya çıkar.
Ve artık, ilmî gayretler, ahlâkî telkinler tesirsiz kalır. İşte bu vahim tablonun ortaya çıkmaması için en büyük tedbir, Üstadımızın koyduğu müspet hareket düsturları muvacehesinde bir iman ve Kur’an hizmeti yapmaktır.
Nur talebeleri bu düstura riayet ettikleri takdirde:
“İstikbalde bitemamihi hükümferma kuvvete bedel hak ve safsataya bedel burhan ve tab’a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyyet, müyulât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul ve hissiyata bedel efkâr hüküm-ferma olacaktır.”(Nafizzüddin Muhammed, Fetevayı Bezzaziye, Katab-üs Siyer)