Cihad Sahasında Bediüzzaman

Bediüzzaman ve Siyaset

“Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır. Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”(Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

Eski ve Yeni Said Dönemleri

Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazali hazretleri İhya-yı Ulumu’d-Din adlı eserinde siyaseti dört kısma ayırarak şöyle buyurur:

“Birincisi ve en ulvîsi peygamberlerin siyasetidir. Onların hükümleri avam ve havas, bütün insanların zahir ve batınlarınadır (Onlar insanların kalblerine nüfuz eder ve icabında şeriatı onlara tatbik ederler).”

“İkincisi: Halife, melik ve sultanların siyasetidir. Bunlar insanların yalnız zahirine hükmederler, batınına tesir edemezler.(Yani, insanlara şeriatın hükmünü tatbik ederler, onların kalb ve ruhlarına karışmazlar).”

“Üçüncüsü: Peygamberlerin varisi olan mürşitlerin, mücedditlerin siyasetidir. Bunların hükümleri insanların batınlarına,yani nefis, kalb ve ruhlarınadır. Onların vazifesi irşaddır,ikazdır, nasihat ve tebliğdir. İnsanları cebir ile kötülüklerden men etmeye salâhiyetleri yoktur.”

“Dördüncüsü: Vaizlerin nasihatidir. Bu da muhatabın idrakine göre öğüt vermekten ibarettir.”1

Bediüzzaman Hazretleri’nin siyaset anlayışını tam olarak kavrayabilmek için onun büyük bir müceddit olduğunu öncelikle nazara almak icabeder.

Mücedditlerin siyaseti, Kur’an’ın daha ziyade itikat, ibadet, ahlâk ve fazilete bakan cihetlerinin, o asrın anlayışına uygun olarak isbat ve izahıdır. Bu siyasetin esası; kalb ve vicdanların tatmini ile beraber, ruh ve aklın tenvir ve irşadıdır.

Ekser mücedditler, devrin insanlarına karşı irşad vazifelerini ifa ederken hükümet erkânını ve devlet ricalini de dikkate alırlar. Onlara fikren murakabe eder ve yol gösterirler. Memleketi tehlikeye düşürecek icraatları olursa, fiilen karışmadan, ikaz, izah ve tenbihlerle onlara istikameti gösterirler.Nitekim İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Akşemseddin gibi zatlar, yaşadıkları devrin idarecilerine bu manada rehberlik etmişlerdir.

Bu felâket ve helâket asrının müceddidi olan Bediüzzaman Hazretleri de bütün faaliyetini tebliğ ve irşad sahasına hasretmiştir. O bir taraftan insanları, iman, irfan, ahlâk ve fazilet sahalarında irşad ederken, diğer taraftan memleket meselelerini yakından takip etmiş ve gerektiğinde de idarecileri ikazdan geri kalmamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin manevî mücahedelerinin esas olarak iki safhada gerçekleştiğini görüyoruz. Eski ve Yeni Said dönemleri. Bu dönemler arasında esasta bir farklılık olmadığını daha iyi anlamak için O’nun Eski Said döneminde yaptığı faaliyetlerin bilinmesi gerekir.

Tarihe mal olmuş bu faaliyetlere, tafsilâta girmeden kısaca atf-ı nazar edelim.

Daha on dört ve on beş yaşlarında iken bir rüya âleminde Peygamber Efendimiz (ASM)’den ilim talebinde bulunur. O’nun bu talebine Peygamber Efendimiz (ASM)

“Ümmetimden sual sormamak şartı ile sana ilm-i Kur’anî verilecek.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

müjdesi ile mukabele eder. Bir sürür ve sevinç içerisinde uyanır. O andan itibaren ruhunda artık bir hakikat ve marifet penceresi açılmıştır.

On sekiz-yirmi yaşlarında iken mekteplerde din derslerinin, medreselerde de fen derslerinin okutulmasını ciddî bir zaruret olarak tesbit etmiştir.

O yaşlarda milletin tedenniye doğru gittiğini hissederek fevkalâde feryat ve figan etmiş, gerçek bir hekim olarak çareyi medrese ve mektebin terkibinde bulmuştur ve bunu şöyle dile getirmiştir:

“Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fûnun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile o talebenin himmeti pervaz eder. İftirak etikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”(Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat)

Bediüzzaman, memleketin muvazenesini, din ile fennin diğer bir ifade ile şark ve garbın terkibinde görerek mesaisini bu noktada teksif etmiştir.Maddî ve manevî terakkinin ancak bu ilimlerin birlikte okutulmasına bağlı olduğu fikri ile bu manada doğuda bir üniversitenin kurulması için gerekli teşebbüslerde bulunmak üzere İstanbul’a gitmiştir.

Aynı gaye için 1907’de İstanbul’a ikinci defa gitmiş ve Sultan Abdülhamid’e bu arzusunu tekrar takdim etmiştir. İkinci Meşrutiyetin 1908’de ilân edilmesiyle Selanik’te Hürriyet meydanında tarihî bir konuşma yapmış ve milletin ıslâhını, memleketin teali ve terakkisini şu beş esasa bina etmiştir:

“İttihad-ı kulûb, muhabbet-i milliye, maarif, say-i insanî ve terk-i sefahet.”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Bugünkü ifadesiyle “gönül birliği”, “millet sevgisi”, “eğitim”, “çalışma” ve “ahlâksızlığı terk”.

Meşrutiyetten sonra bir takım mebuslarda yanlış bir takım batılılaşma hareketlerinin baş gösterdiğini görmüş, buna karşı dinimize, geleneklerimize, örf ve âdetlerimize bağlı kalmak şartı ile garptan sadece fen ve sanatın alınması gerektiğini müdafa etmiş, bu hususta Japonlar’ın örnek alınması gerektiği üzerinde durmuştur.

O’nun “Eski Said bir parça siyasete girdi” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat) ifadesindeki mana ise şudur: Bir takım gafil siyasîlerin Avrupa’nın dalâlet ve sefahetine taraftar olarak örf ve âdetlerimizden taviz verdiklerini görünce, bu hatalara nasihatle müdahale etmiş ve onları daire-i İslâm’da muhafaza için gayret etmiştir.İşte bu teşebbüslerine siyaset ismini veriyor.

Bu mevzuda kendisi şöyle buyurmaktadır:

Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, O Said siyasetle, içtimaiye-i İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat zannetmeyiniz ki O, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş, Haşa! Belki O, bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.’ Evet o zaman ta kırk elli sene evvel hissetmiş ki: Bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe alet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil O da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyet’in hakaikine bir hizmetkâr, bir alet yapmağa çalışmış”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Bediüzzaman Hazretleri mücahedesinin her döneminde devrin idarecilerinin hatalarını büyük bir cesaretle tenkit etmekle beraber, haricî düşmanların hücumlarına maruz kaldıklarında onların yanında yer almış. “Ben tokadımı Antranik’le beraber Enver’e, Venizelos’la beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat) diyerek ince bir basiret sahibi olduğunu ortaya koymuştur.

Meşrutiyet’in ilanından sonra şarkta birtakım kıpırdanmalar olduğunu hisseder etmez bütün aşiretleri dolaşarak menfî bir hareketin önüne geçmiştir. Beytü’ş-Şebab aşiretlerinde kendisine sorulan soruların cevaplarınıdaha sonra “Münazarat” isimli bir eser halinde neşr etmiştir.

Terör ve anarşinin her zaman karşısında olmuştur. 1908’de İstanbul’da hamalların ayaklanmasına bigâne kalmamış ve tesirli bir hitabe ile onları teskin etmiştir.

31 Mart hadisesinde isyan eden sekiz taburu bir hitabe ile itaata getirmiştir. O daima isyan ve ihtilâllerin karşısında olmuş, hatta Divan-ı Harb-i Örfî’de Hurşid Paşa’nın “Sen de mi şeriat istemişsin?” sorusuna cevaben:

“Şeriatın bir hakikatine bin ruhumu feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet, adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil…”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

diyerek şeriat adına da olsa ihtilâl ve isyanlara karşı olduğunu ortaya koymuştur.

İttihat ve Terakki fırkasını vatanperverlik yönleri ile desteklemiş, dindeki lâubaliliklerini ise tenkit etmiş, meşrutiyet’in, “meşrutiyet-i meşrua”şeklinde anlaşılması gerektiğini müdafaa etmiştir.

Onun Şeyh Said hadisesine karışmaması da bu sırdandır. Nitekim O, Şeyh Said’in yardım isteğine şöyle cevap vermiştir:

Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Şayet bu hareketi meşru görseydi, şeriatin bir hakikatine bin ruhunu feda eden bir zat elbette bu harekete dâhil olurdu. Çünkü O, “Hakk’ın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda olunmaz.” (Bediüzzaman Said Nursi. Hutbe-i Şamiye)

diyerek hak gördüğü bir davada hiçbir şeyden korkmamış, çekinmemiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bütün ömrü boyunca daima müsbet hareket etmiştir. “İslâmiyet selm ve müsalemettir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler)

diyerek dahilde her türlü fitnenin,ihtilâlin ve anarşinin karşısında olmuştur. Meselâ Mevlânzade Rıfat Bey’in “bir Kürdistan devleti kurma” fikrine karşı çıkarak kendisine şöyle cevap vermiştir.

Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı’yı ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile feda ederek çalışırım.”2

Evet, O, Kur’an-ı Kerim’in “Ancak müminler birbirinin kardeşidirler.” hükmünü esas tutmuş, birlik ve beraberliğin ancak bu hakikate sarılmakla sağlanabileceğine inanmıştır. Âlem-i İslâm’ın parçalanmasına sebep olan, müminleri birbirine düşüren, gönülleri kin ve öfke alevleriyle yakan ırkçılık fitnesinin daima karşısında olmuştur.

Dâhilde asayişin muhafazasına fevkalâde ehemmiyet gösteren o büyük üstad, imanından coşan engin şefkatinin icabı olarak bir müminin eline bir dikenin bile batmasına razı olmazken, haricî düşmanlara karşı millet ve memleketi müdafaa için silâhına sarılmış ve üçyüz talebesiyle birlikte cihan harbine gönüllü alay kumandanı olarak iştirak etmiştir.

Görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri Eski Said döneminde içtimaî hayatın ahengini, intizamını temine çalışmış, bu vadide padişahtan ulemaya kadar herkese hak bildiği hakikatleri çekinmeden anlatmış ve tebliğ etmiştir. Meselâ Sultan Abdülhamid’e, “Yıldız’ı Darü’l-fünun yapmasını, servetini milletin baş hastalığı olan cehaletin izalesi için harcamasını” tavsiye etmiştir.

Üstadımız siyasete daima sıhhatli bir yön verme gayesi taşımıştır. Çünkü O, yaşadığı devirler bakımından buna ihtiyaç hissetmiştir. Sadece 31 Mart hadisesinde beraatle neticelenen mahkeme müdafaası dahi bir bütün olarak ele alınıp incelendiğinde görülecektir ki, Bediüzzaman en müsait zamanlarda bile pratik yönü yüksek fikirler taşımasına rağmen iktidar heveslisi bir siyasetin peşinde gitmemiştir. O her türlü siyasî polemiğin üstüne çıkmasını bilmiş bir mürşit, bir dahî, bir dava adamıdır.

Aktif siyasete hiç bir zaman girmemiş, parti kurmamış sadece nasih bir mürşit olarak yaşamıştır.

Bunun en güzel misali 1339 tarihinde Meclis-i Mebusan’a karşı irad ettiği hikmetli ve ibretli hitabesidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Ey mücâhidin-i İslâm! Ey ehl-i hail ve akid! Bu fakirin bir mes’elede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.” diye anlatmaya başladığı bu hakikatların ilk üç maddesini takdim ediyoruz:

“Evvelâ: Şu muzafferiyetteki harikulade nîmet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyâde olsun. Yoksa nîmet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’an’ın en sarih ve en kafi emri olan ‘Salât’ gibi ferâizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.”

“Saniyen: Alem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idâmesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.”

“Sâlisen: Bu âlemde evliyaullah olan gaziye şühedâlara kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evâmir-i kafiyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurânî güruha refik olmağa çalışmak,sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniye, şan-ı şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun…”(Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hubâb)

Tarafsız, insaflı ve hakperest her gözün gördüğü gerçek odur ki Bediüzzaman Said Nursî hazretleri daima dinin siyasete alet edilmesinin karşısında olmuştur. Bununla beraber O, siyaseti dinsizliğe alet etmek isteyen ve böylece dine muhalefet eden siyasî istismar düşüncesine de o derece karşı çıkmıştır. O’nu hayatının her devresinde, devrin ihtiyacına uygun, olarak siyasî hayata yol gösterici, istikamet verici ve tenvir edici olarak görmekteyiz.

Hülâsa Bediüzzaman Hazretleri İslâm’ın hayat-ı içtimaiyesi ile ziyade alâkadar olduğu Eski Said döneminde her türlü yanlış fikre, menfî cereyanlara ve asayişi ihlâl edici hareketlere karşı tebliğ ve nasihatle mücadelesini sürdürmüştü. Bunu yaparken asla ümitsizliğe düşmemiş, etrafındakilere “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” (Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası)

diye daima müjdeler vermişti. Fakat o gün için bu nuru siyaset âleminin geniş dairelerinde tasavvur etmişti.Bu halet-i ruhiyede iken maneviyat âleminden aldığı bir ikaz ve irşad ile o nurun hakikati kendisine şöyle bildirilmiştir: “Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin, bir ışık var, bir nur göreceğiz diye müjdelerin tevili, tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur.”(Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası)

Bu manevî ikazı teyiden şöyle bir rüya görür:

Eski Harb-i Umumî’nin evvel ve evailinde, bir vakıa-i sadıkada görüyordum ki ‘Ararat Dağı’ denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma Cenâb-ı Hakk’ın emridir. O Rahîm’dir ve Hakîm’dir.’ Birden o vaziyette baktım ki mühim bir zat bana amirane diyor ki: İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et…(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup)

Bu rüyayı bizzat kendisi şöyle tabir eder:

Uyandım anladım ki mühim bir inkılâp olacak. Kur’an’ın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendisini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek, İ’cazı O’nun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.”(age.)

Bu sadık rüya aynen tahakkuk etmiş, Kur’an’ın surları hükmündeki medreseler, tekkeler kapatılmış, hilâfet lağv edilmiştir. Bu surların yıkılmasıyla imansızlık, ahlâksızlık ve sefahet, gençliği ifsada başlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, hadislerin ihbar ettiği, ahir zamanın dehşetli şahıslarının zuhur ettiğini görünce “O zamana yetişdiğiniz zaman siyaset canibiyle onlara galebe edilmez: Ancak manevî kılınç hükmünde İ’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat) tavsiyesine uyarak, siyasî ve içtimaî hayattan çekilir.

Evet, Bediüzzaman Hazretleri o günkü siyasî afaktan çekilmeye kendisini mecbur bilmiştir. Zira o günkü siyaset âleminde nokta-i istinat hakka bedel kuvvet kabul edilmiş, fazilet, hak, hukuk, şefkat gibi ulvî seciyelere hayat-ı içtimaiyede itibar edilmez olmuştu. İnsanlar hayatı, cidal ittihaz ederek menfaati hedef kabul etmişlerdi. Bu ise, kavga ve boğuşmayı netice vermişti. Cemiyetin bütün fertlerini birbirine rapteden rabıtalar kaldırılmış,nazarlar ırkçılık ve unsuriyetçilik fikrine çevrilmişti. İçtimaî hayatta huzur ve saadet kaybolmuştu.

Asırlarca İslâm’ın bayrağını semalarda şerefle dalgalandıran, Kur’an’ı ve ezanı âlemin her tarafına ulaştıran bu müslüman milletin kendi öz diyarında, mukaddesatına taarruz edilmiş, ezanları susturulmuş, Kur’an’ı yasak edilmişti. Dine, diyanete akıl almaz baskılar yapılmış, fikir hürriyeti kaldırılmış, vicdanlar inhisar altına alınmak istenmişti. Memlekette laiklik perdesi altında dinsizlik cebren icra edilmekteydi. Batının bedbaht ruhundan dalga dalga esen dalâlet ve sefahetler din ve mukaddesatımıza musallat olmuştu. Dinimiz gerek itikadî, gerek ahlâkî bakımdan hainâne planların hücumuna maruzdu. İman kalesinin temelleri her gün biraz daha sarsılmakta idi. Okullarda şüphe ve tereddütler revaç bulmaya başlamışdı. Ahlâksızlığın kapıları sonuna kadar açılmış; meselesiz, davasız ve başıboş bir gençlik ortaya çıkmıştı. Bu gençler kul olduklarını unutmuşlar, hürrriyeti başıboşluk ve lâubalilik olarak anlamışlar ve hür yaşayacağız derken nefs-i emmarenin esareti altına girmişlerdi.

Cehennem dehşetinde olan bu manzara karşısında millet yeise düşmüş ve tahayyürde kalmıştı. Bediüzzaman gibi âlicenap ve hamiyetperver bir zat bütün bu tahribatlara karşı elbette bigâne kalamazdı, sakin bir vaziyette oturamazdı ve oturmadı da.

Bu hainâne planlara karşı bu millete ve bu gençliğe Nur göstermek üzere kalemine sarıldı. Bütün faaliyetini ilim ve irşad sahasında merkezleştirdi. Siyasî ve içtimaî hizmetlerden çekildi. Bunun sebeplerini muhtelif risalelerinde kendisi bizzat izah etmiştir. Bunlardan bir kısmını aynen takdim ediyoruz:

Birinci sebep: Kur’an ve iman hizmetinin siyasetten men etmesi.

Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men etti. Hatta düşünmesini de bana unutturdu.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Bu manayı teyit eden başka bir pasaj da şöyledir:

Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum kardeşlerime ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilakis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: ‘Sana işkence eden bu müptedi ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?’ Verdiğim cevabın hülâsası şudur ki:” 

“Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur ve nur göstemektir ki kalpler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse ve galebe çalınsa o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık kâfirden daha fenadır. Demek topuz, böyle bir zamanda kalbi ıslâh etmez. O vakit küfür kalbe girer saklanır, nifaka inkılâb eder. Hem nur, hem topuz.. İkisini böyle bir zamanda benim gibi bir aciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, On Altıncı Lem’a)

İkinci sebep: İman ve Kur’an hakikatlerinin kıymetini siyasetle tenzil etmekten çekinmesi.

Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile alude olsaydım elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından ‘Acaba taraftar kazanmak için bir propoganda-i siyaset değil mi?’ diye düşünürler, o elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Bu hakikati başka bir risalesinde şöyle beyan eder:

Elhamdülillah siyasetten tecerrüd sebebiyle Kur’an’ın elmas gibi hakikatlerini propoganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor…”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Siyasetten tecerrüt sebebiyle yaptığı iman hizmeti için Allah’a hamdü sena etmesi şayan-ı dikkattir.

Üçüncü sebep: Şefkat ve merhametin siyasetten men etmesi.

Şefkat, vicdan ve hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünki tokata müstehak, dinsiz münafıklar onda iki ise onlara müteallik yedi sekiz masum, biçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla idare ve asayişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde, gitmek Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat, şakirtlerini men etmiş.”(Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası)

Dördüncü Sebep: Risale-i Nur hizmetinin en mühim esası olan ihlâsın siyasetten men etmesi.

Bu gaflet zamanında hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine alet ederek hatta dinî ve uhrevî harekâtını da o dünyevî meseleye bir nevi alet hükmüne getiriyor.Hâlbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye kâinatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhî’den başka hiçbir gayesi olmaz. Hâlbuki şimdiki cereyanlar, tarafgirane çarpışmalar hengâmında bu sırrı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare cereyanların,kuvveti yerine inayet ve tevfik-i İlâhîye’ye dayanmaktır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Beşinci sebep: Siyasetin iplerinin ecnebi elinde olması.

Eğer uçları ecnebî elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiha olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak tereşşuh edecekti…”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Bir başka ifadesinde de siyasetin iplerinin ecnebi elinde olduğunu şöyle beyan ediyor:

Biz müteharrik-i bizzat değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor biz burda oynuyoruz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat)

Evet bu günkü siyaset bir hak dine istinat etmediği için ecnebilere alet olması her zaman imkân dahilindedir.

Altıncı sebep: Siyasetin tarafgirliğe ve ihtilâfa sebep olması.

Dediler, dinsizliği görmüyor musun meydan alıyor, din namına meydana çıkmak lâzım.” Dedim: “Evet lâzımdır. Fakat kati bir şart ile ki muharriki; aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise tehlikelidir. Birincisi hata etse de belki mazurdur.İkincisi isabet etse de mesuldür.”

Denildi: Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine su-i zan bahaneleri ile tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyeti ile kendi meslekdaşına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise muharriki tarafgirliktir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat)

Bu zamanda garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı hürmetkârane medh etti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm. ‘Eûzübillahi mineşşeytani vessiyase’ dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Yedinci sebep: Siyasetin esasının yalancılık olması.

Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki; çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor. Siyaset-i hâzıra o kadar çok yalan ve hile ve şeytaniyet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Üçüncü Mektup)

Sekizinci sebep: Siyasette hedefin menfaat olması.

Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır. Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını ister.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

Bediüzzaman Hazretleri sayılan bu sebeplerle siyasetten tecerrüt ederek,hiçbir şeye alet olmayacak tarzda verdiği iman ve Kur’an dersleriyle Avrupa’nın sefih medeniyetine meftun siyaset ifritlerinin şeytanî desiselerini akim, hiyanet tuzaklarını neticesiz bıraktı. Onların muhkem kalalarını zir ü zeber etti. O’nun bu dönemde siyaset afakından çekilmesi, en büyük bir siyaset ve en büyük bir cihaddır. Kendisini dünya cereyanlarıyla alâkadar zanneden siyasîlere karşı:

“Hey Efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Altıncı Mektup)

demek suretiyle meslek ve meşrebini açık bir tarzda ortaya koymuştur.

Bediüzzaman Hazretleri siyasetten tecerrüt ederek hak ve hakkaniyetin manevî kılıçlarıyla, küfür ve dalâletin, istibdat ve cehaletin belini kırmıştır.

Neticesi ebedî bir cehennem olan imansızlık cereyanından bu milleti kurtarma himmetidir ki; Bediüzzaman’a yüz otuz parça risaleyi yazdırmıştır.O’nun bu ilmi ve fikrî cihadına hiçbir güç ve hiçbir siyasî otorite engel olamamıştır. Zira

“Nura karşı kavga edilmez. Ona adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racimden başka ondan nefret eden olmaz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Üçüncü Mektup)

Dipnotlar:

1 İmam-ı Gazali, İhya-u Ulumid-Din, I/40.

2 Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursi, Sh.216.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu