Cihad Sahasında Bediüzzaman

Bediüzzaman’ın Sünnîlerle Alevîler Arasında İttihadı Temin Etme Mücadelesi

Memleketimizde Alevî-Sünnî ihtilâfı çıkarmak isteyenlerin iki mühim hedefi vardır:

Birisi, sahabe düşmanlığı yaparak doğrudan doğruya İslâm’a gölge düşürmek; diğeri de Hz. Ali’nin (RA) birinci halife olması gerekirken, bu hakkın kendisinden gasp edildiği iddia ve iftirasıyla, bin dört yüz seneden beri Müslümanlar arasına sokulan ihtilâfı devam ettirmek.

Bu hain planların akim bırakılması Müslümanlar arasında ittifak ve ittihadın, muhabbet ve uhuvvetin temin edilmesi, ancak Kitab-ı İlâhî ve Sünnet-i Nebeviye’ye müracaatla mümkündür.

Dine ait her hangi bir meselenin halli için, müracaat edilecek en muteber mürşit ve rehber Kur’an-ı Kerim’dir. Onun ihtiva ettiği hakikatlarda hiçbir tereddüde imkân ve ihtimal yoktur. O her hakikat ve hayrın menbaıdır. Ancak onunla, hayır serden, hidayet dalâletten temyiz olur.

Feyiz ve marifetin, sürür ve saadetin yegâne menbaı O’dur. Bütün müşküller O’nun getirdiği nur ile aydınlanır. Akıl ve fikirleri ıslâh eden, gönüllerden kin ve iğbirarı, gam ve kederi, silip süpüren O’dur. O bir kanun-u umumî, bir rehber, bir mürşiddir.

Kur’an-ı Kerim’den sonra en müstakim kaynak, Peygamberimiz’in (ASM) sünnet-i seniyesidir. Zira O Zat (ASM) bir hidayet meşalesi, bir saadet vesilesidir. Hakikatlerin keşşafı, akılların muallimi, nefislerin mürebbîsidir.

O Zat insanların ruh ve kalb âleminden şirkin ve küfrün bütün envaını, her türlü hurafe ve safsatayı izale ile uhuvvet-i İslâmiye’nin esaslarını tahkim etmiş ve bir vahdet dini vücuda getirmiştir. Bu bakımdan insanlık âleminin yegâne sultanı ve cihanın en büyük şahsiyeti Hz. Muhammed’dir (ASM).

Binaenaleyh, her ilim ve irfan sahibi dine ait hükümleri ve imana ait meseleleri Kitabullah ve sünnet-i Resulullah dairesinde talim etmekle mükelleftir.

Dine ait meselelerin delilleri Kur’an ve Hadis’e isnad edilmezse, hükümsüz kalır ve neticede hurafelere kapı açar.

İslâm binasının temeline kanlarını akıtan Ashab-ı Kiram hakkında ileri geri konuşmakla o mümtaz zevatı küçük düşürmek isteyenlere karşı en güzel, en doğru cevabı da yine Kur’an-ı Kerim’de ve Hadis-i Şerifler’de aramak gerekir.

Kur’an-ı Azimüşşan’da Sahabe-i Kiram’ın faziletleri ve fedakârlıkları hakkında birçok ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan sadece şu iki ayet bile insaf ehli için kâfidir.

Cenâb-ı Hak, Tevbe suresinde ashab-ı kiramdan razı olduğunu ve onlar için ebedî nimetler hazırladığını şöyle beyan ediyor:

“Sabikun’un birincileri, Muhacirin ve Ensar ile onlara ihsan ile tabi olanlar var ya işte, Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. Ve onlara altlarından nehirler akan cennetler hazırladı ki içlerinde ebeden muhallet olacaklar. İşte fevz-i azim bu.” (Tevbe, 9/100)

Yine aynı sûrede Cenâb-ı Hak sahabe-i kiramı medh ü sena ederek, onların İslâm uğrunda can ve mallarıyla cihad ettiklerini ifade buyuruyor ve kendilerini hayır ve ihsan ile şöyle müjdeliyor:

“Lâkin peygamber ve maiyetindeki müminler mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Bunları görüyor musun, bütün hayırlar işte onlar için. Ve işte bunlar murada eren müflihler. Allah onlara altından nehirler akan Cennetler hazırladı. İçlerinde muhallet olacaklar. İşte o fevz-i azim bu.” (Tevbe, 9/88, 89)

Peygamber Efendimiz’in (ASM) de sahabe-i kiram hakkında birçok hadis-i şerifleri vardır. Bunlardan nümûne olarak birkaçını takdim ediyoruz.

“Benim sahabelerim adildirler.”1

“Bir kimse sahabeyi severse beni sevdiği için sever. Onlara buğz eden dahi bana buğzundan dolayı buğz eder.”2

Sahabelerin hepsi istisnasız Resulullah Efendimiz’in (ASM) sohbetiyle müşerref oldular. Onların ruhları, akılları, kalb ve vicdanları ve bütün hissiyatları, Peygamber terbiyesinden geçti. O’nun feyziyle neşv ü nema buldular. Tabir caiz ise onlar dağın güney yamacındaki çiçekler gibi, güneşten doğrudan doğruya istifade ettiler ve O’nun zatıyla görüştüler. Onlardan sonra gelen bütün Müslümanlar ise, dağın kuzey yamacındaki çiçekler gibi, güneşin zatından değil, ancak aydınlığından faydalandılar.

Kendilerinden sonra gelen hiçbir evliyanın onlara yetişememesinin sırrı, işte bu azim farkta aranmalıdır. Onlar vahyin gelişine bizzat şahit oldular.Dihye suretinde defalarca Cebrail’i (AS) gördüler.. Binlerce mucizeye şahit oldular. Bütün insanlık âlemini nura, hidayete ve saadete eriştirmek için gönderilen Kur’an-ı Kerim’i ilk defa onlar dinlediler. Onlar Kur’an-ı Azimüşşan’ın ilk talebeleri olma şerefine nail oldular ve ondaki ulvî hakikâtleri Peygamber Efendimiz’den (ASM) bizzat ders aldılar.

Cenâb-ı Hak onlara, insanları hidayete celb eden birer hassa, birer cazibe lutf etmiştir. Dinimizin gerek ibadete, gerekse ahlâka ait birçok hakikatleri onlardan ders alınmıştır.

Resullah Efendimiz (ASM) bir başka hadis-i şeriflerinde de ashab-ı kiramın her birinin kemalât-ı İslâmiye’nin şahikasında bulunduğunu ve ayırım yapmaksızın hepsine hürmet edilmesi gerektiğini şöyle ifade buyurmuştur.

“Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine ittiba etseniz hidayete erersiniz.”3

Evet, onlar Resul-i Ekrem Efendimiz’e (ASM) hakkıyla varis ve vekil oldular. Sadece ve sadece sırat-ı müstakimde yürüdüler, Allah’a vasıl olan yollarda her biri birer önder, birer rehber oldular. Hangisinin ardından gidilse sırat-ı müstakime, saadet ve selâmete çıkılmış olur.

Bediüzzaman Hazretleri de İslâm kardeşliğinin tesisine mani olmaya çalışan ve Müslümanlar arasında tefrika sokmak isteyen gizli din düşmanlarının yukarıda zikrettiğimiz iki mühim planını akim bırakmak üzere ilmî ve fikrî sahada bir cihad yapmış ve meseleyi Kur’an-ı Mübin ve sünnet-i seniyenin ışığında vuzuha kavuşturmuştur.

Muhtelif risalelerinde değişik vesilelerle hep kalplere sahabe muhabbetini yerleştirmeğe çalışmış, ayrıca bu hususta bir de müstakil risale kaleme almıştır. Bu risaleden bazı hakikatleri aşağıda takdim ediyoruz:

Sure-i Feth’in ahirinde, sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniye’ye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’an’ın medih ve senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli)

Sohbet-i Nebeviyye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil, hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in’ikas vardır. Malumdur ki in’ikâs ve tebaiyetle, Nur-u A’zam-ı Nübüvvetle beraber en azim bir mertebeye çıkabilir.”(age.)

Fazilet-i a’mal ve sevab-ı ef’al ve fazilet-i uhreviyye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki, nasıl bir asker bazı şerait dahilinde, mühim ve mahfî bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor… Öyle de, sahabelerin te’sis-i İslâmiyet’te ve neşr-i ahkâm-ı Kur’aniyye’de hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hatta denilebilir ki, bütün dakikaları -o hizmet-i kudsiyede- o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet, sahabeler madem İslâmiyet’in te’sisinde ve envar-ı Kur’aniye’nin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. Essebebu ke’l-fail sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çıkar. 

Bediüzzaman Hazretleri Hz. Ali’nin (RA) birinci halife olması gerekirken bu hakkın kendisinden gasp edildiği iddiası ile Müslümanlar arasına sokulan ihtilâfı devam ettirmek isteyenlere karşı da hakimane cevaplar vermiştir. Bunlardan bazı kısımları takdim ile iktifa edeceğiz.

Üçüncü Nükte münâsebetiyle, Şîalar’la Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medâr-ı nizâı, hattâ akâid-i îmâniye kitaplarına ve esâsât-ı îmâniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir mes’eleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mes’ele şudur:”

Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: ‘Hazret-i Ali (RA) Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (RA) daha efdaldir ve hilâfete daha müstahak idi ki, en evvel o geçti.’ Şîalar derler ki: ‘Hak Hazret-i Ali’nin (RA) idi. Ona haksızlık edildi. Umûmundan en efdal Hazret-i Ali’dir (RA)’ Dâvalarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki, Hazret-i Ali (RA) hakkında vârid ehâdîs-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (RA) ‘Şâh-ı Velayet’ ünvânıyla, ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibâdette harikulade sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam ona ve ondan teselsül eden Âli Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki, en efdal odur. Dâima hilâfet onun hakkı idi, ondan gasp edildi.”

“Elcevap: Hazret-i Ali (RA) mükerreren, kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefâ-i selâseye ittibâ ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu dâvalarını cerh ediyor. Hem hulefâ-i selâsenin zaman-ı hilâfetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’dâ hâdiseleri ve Hazret-i Ali (RA) zamanındaki vakıalar, yine hilâfet-i İslâmiye noktasında Şîaların dâvalarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvası haktır.”(Bediüzzaman Said Nursi. Lem’alar, Dördüncü lem’a.)

Amma Şîa Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (RA) fevkalâde sevmek dâvasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktizâ ediyor. Çünkü diyorlar ki, “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (RA) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (RA) onlara mümâşât etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” unvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannukârâne muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümâşât etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (RA) teberrî eder.

İşte, ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (RA) tenkîs etmez, sû-i ahlâk ile itham etmez. Öyle bir hârika-i şecaate korkaklık isnâd etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (RA) Hulefâ-i Râşidîni hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki, onları haklı ve râcih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”

Elhâsıl: Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir, istikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Hâricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (RA) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyâk at göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Hâlbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhepleri, bu fikirleri iktizâ etmiyor. Belki aksini isbat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (RA) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (RA) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar. Hususan, ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiyâ, onu mürşid ve şâh-ı velayet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise, bu mes’elede fazla söyledik; çünkü ulemânın beyninde ziyade medar-ı bahsolmuştur.”(Bediüzzaman Said Nursi. Lem’alar, Dördüncü Lem’a)

“Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı Şîa-i Velayetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (RA) tenkîs etmedikleri gibi, ciddî severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrât-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadisçe Hazret-i Ali’nin (RA) şîası hakkındaki senâ-yı Nebevî,Ehl-i Sünnete âittir. Çünkü istikameti muhabbetle Hazret-i Ali’nin (RA) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir.Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hakkındaki ifrât-ı muhabbet Nasârâ için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (RA) hakkında da o tarzda ifrât-ı muhabbet, hadîs-i sahihte, tehlikeli olduğu tasrîh edilmiş.”

“Şîa-i Velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali’nin (RA) kemâlât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık’ı (RA) ona tercih etmek kabil olmuyor.”

“Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekberin ve Fâruk-u Âzamin (RA) şahsî kemâlâtıyla ve verâset-i Nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki kemâlâtı ile beraber bir mîzânın kefesine; Hazret-i Ali’nin (RA) şahsî kemâlât-ı hârikasıyla, hilâfet zamanındaki dâhilî, bilmecbûriye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücâhedeleri beraber mîzânın diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (RA) veyahut Faruk’un (RA) veyahut Zinnûreyn ‘in (RA) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş…”

“Meselâ, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor.Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte bu misâl gibi, Şeyheynin verâset-i Nübüvvet ve tesîs-i ahkâm-ı Risâletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvâzenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velayeti noktasında birbiriyle muvâzene edilse, hakikatin sureti değişir…”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Dördüncü Lem’a)

Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Nebevî’nin ışığında böylece tahkik ve tahlil ettikten sonra, sahabeler arasında cereyan eden hadiselerin ve evlad-ı Resul’ün o feci akibetinin kader noktasındaki hikmetlerini nazara vermiştir. Bu tesbitlerden bir kısım şunlardır:

Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hâsıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı mâneviye, o kadar kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasılki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse; öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, ‘Az bir şey ile pek çok şeyler kazandım.’ diyecektir.”( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

“Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyayaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tâyin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Beşinci Mektup)

Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinden teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulade bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki dayanabilsin. Evet dayandı… Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haber verdiği gibi:

“Ben Kur’an’in tenzili için harbettim, sen de te’vili için harb edeceksin!”

“Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, Mülûk-u Emeviye’yi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Hâlbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt’i gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbâları ve taraftarları,bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiye’yi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniye’yi muhafazaya ve neşre çalıştılar.Yüzbinlerce müçtehidîn-i muhakkikin ve muhaddisîn-i kâmilin ve Evliyalar ve Asfiyâlar yetiştirdiler. Eğer karşılarında, Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbâsîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Dokuzuncu Mektup)

“Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nurânî Asr-ı Saâdet’in başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar, kahra lâyık değil idiler.”

“Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her tâife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer… Öyle de: Sahabe ve Tabiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı: “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretti ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakâik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve hakeza… Her bir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyet’te hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyet’in aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.”

“Güya dest-i kudret, celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nurânî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyâları, aktâbları, âlem-i İslâm’ın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Dokuzuncu Mektup)

Çok önemli bir hususu daha nazara, vererek bu bahsi kapayalım. Ortada, çok sinsî ve neticesi itibariyle de çok tehlikeli bir Yahudi oyunu vardır. Hilâfetin, gerçekte, Hz. Ali’nin (RA) hakkı iken Hz. Ebu Bekir (RA) tarafından gasbedildiği iddiasıyla bütün sahabelere hata isnad edilmektedir. Çünkü Hazret-i Ali (RA) dâhil, bütün ashab-ı kiram, Hz. Ebu Bekir Efendimiz’e (RA) biat etmişlerdir. Bazı kimseler, “Hazret-i Ali (RA) Efendimiz, Müslümanların birlik ve beraberliği için kendi hakkını bilerek feda etti” diyorlar. O zaman şöyle düşünmek lâzım gelmez mi: Hazret-i Ali Efendimiz (RA) İslâm’ın ittifak ve ittihadını bu derece düşündüğü halde, biz hangi akılla niza ve ihtilâf yolunu açıyoruz? Müslümanların birlik ve beraberliğe en çok muhtaç oldukları bu zamanda, 1400 sene öncesine ait bir takım hadiseleri gündeme getirip Müslümanları birbirlerine düşürmek hangi akıl iledir ve bunda hangi maslahat ve fayda vardır?

Bu hurafelerden sıyrılmak ve bu ihtilafları izale etmek, hem akıl ve vicdanın hem de mukaddes dinimizin muktezasıdır.

İslâm dininde bütün Müslümanlar yek-vücut bir kitle olmakla emrolunmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz (ASM) bir hadis-i şeriflerinde, Müslümanları bir vücudun azalarına teşbih etmiş ve baş ağırdığı zaman nasıl bütün vücut rahatsız olursa, Müslümanların da birbirlerinin dertleriyle öylece mustarip olacaklarını beyan buyurmuşlardır. Müslümanlar bu uur ve bu ruhla cihana hâkim olmuşlardır.

Evet, İslâm cemiyetinin ruhu bu muhabbettir, bu uhuvvet ve samimiyettir. Bu ruhun fert ve cemiyet hayatında neşv ü nema bulmasıyla huzur ve saadet teessüs edebilir. Aksi halde İslâm’ın nuru söner, yerini kesif bir zulümat alır. O kadar köhne düşünceler meydana çıkar ki, artık akıl ve mantık namına bir şey aramak abes olur. Bu hale düşmemenin yegâne çaresi İslâm’ın saf ve necip esaslarını, ferdî ve içtimaî hayata hâkim kılmaktır.

Şunu da ifade edelim ki, devr-i saadette meydana gelen hadiseler artık tarihe mal olmuştur. Bu hadiseleri Kur’an ve hadisin ışığında ele alır ve tarihin sadık lisanına kulak verirsek ifrat ve tefritten kurtulup sırat-ı müstakim üzere oluruz. Aksi halde Müslümanlar arasında kabil-i iltiyam olmayacak yaralar, kapatılması mümkün olmayan gedikler açılır. Aynı dine mensup, aynı peygambere merbut, mabudu bir, kitabı bir, kıblesi bir olan insanlar, birbirlerine düşman hale gelirler. Bu ise ancak düşmanlarımızın işine yarar.

Bahsimize Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ikaz ve irşad cümleleri ile son veriyoruz.

Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Dördüncü Lem’a)

Dipnotlar

1 Suyuti, Camiül Sağir, II/95.

2 Suyuti, Camiül Sağir, II/552.

3 İsmail Ecnuni, Keşfül Hafa, I/132.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu