Bediüzzaman’ın Sefahate Karşı Cihadı
İnsanın ruhen terakki etmesi iman ve fezail-i ahlâkiye iledir. Onun hayvaniyet derekesinden insaniyet mertebesine yükselmesi buna bina edilmiştir. Binaenaleyh, âli meziyet ve seciyelerden mahrum bir cemiyetten sefahat, fuhşiyat gibi her türlü fenalık zuhur edebilir. Neticede o cemiyet zillet, meskenet ve sefalet darbeleriyle mahv olur gider.
Ahlâkî bunalımların ve içtimaî ıstırapların en mühim sebebi sefahattir. Memleketleri yakan, han ve hanumanları tarumar eden, haysiyet ve şerefleri silip süpüren, dünya ve ahiret hayatını hüsrana götüren yine sefahattir. Sefahat, insanı her türlü faziletten mahrum eden bir maraz-ı nefsanîyedir. Ruhu bu hastalıkla malûl olan bir insanda âli ve ulvî hislerin bulunması mümkün değildir.
İslâm dini iffet ve namusu muhafaza etmeyi fevkalade zaruri görür. Çünkü nesil ve kabilelerin sıhhat ve sağlığını muhafaza eden yegâne hakikat iffettir. İslâm dini iffet ve namusu insanlara en büyük bir nimet, en büyük bir şeref ve haysiyet olarak bahş etmiştir.
İffet ve hayâ içtimaî hayatın terakki ve tekâmülünde ve hakikî medeniyetin tesis ve teşekkülünde rükün teşkil ederler. Bu hakikati idrak eden bir insan bu kudsî nimeti ve ulvî seciyeyi muhafaza etmeye mecburdur.
Bediüzzaman Hazretleri, gençlerimizin iffet ve hayâ duygularından mahrum olarak yetiştirilmesinin ıstırabını ruhunda bütün ağırlığıyla hissetmiş ve eserlerinde bu nokta üzerinde ehemmiyetle durmuştur. Sadece bir misal olmak üzere onun aşağıdaki ifadelerini nazar-ı ibrete takdim ediyoruz.
“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşısındaki Lise Mektebi’nin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza edemediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat’î müşahade ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar, ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”
“Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün ahiri kıştır. Öyle de: Gençlik yazı ve ihtiyarlık gözünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterdiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefaletin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şua)
Evet, fuhşiyat ve zina mahiyet-i insaniyeyi tahrib eden ve devletleri çökerten en büyük bir felâkettir. Tarih bunun pek çok misalleriyle doludur. Meselâ, Roma İmparatorluğu bir hukuk devletiydi. Kanun hâkimiyeti fevkalâde güçlüydü. İnsanlar da bir o kadar şeref ve haysiyet sahibiydi. Ahlâk, fazilet ve dürüstlüğe itibar edilirdi. Kalbler vatan sevgisiyle dolu idi. Kadınları iffetliydi. İffet ve namusa o kadar itibar edilirdi ki, Roma’da “fahişe” lakırdısı dahi işitilmezdi. Fakat ne zaman ki, iffetlerini yitirmeye başladılar, hamamlarda kadın-erkek beraberce bulundular, israf ve sefahat baş gösterdi; rüşvet, bir salgın hastalık gibi devletin bünyesini sardı, kemirmeye başladı. İşte o zaman, ne hukuk hâkimiyeti, ne şeref ve haysiyet duygusu Roma’yı kurtaramadı. Sefahat ve sefaletlerde boğuldular, iktidar ve itibardan düştüler, hükümet hanedanı sükût etti: Roma, yok olup gitti. Kuvvet ve saltanatla, kanun hâkimiyetiyle bu mikrobun karşısında duramadılar.
Yunan medeniyetine gelince, o akla ve fikre fevkalâde itibar eden bir medeniyet idi. Herkes bir derece mütefekkir ve edipti. Biz bugün XX. Asırda, başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarından geri çevireduralım, Eflatun Milâttan dört asır önce, akademisinin kapısına “Matematik bilmeyen buraya giremez.” levhasını asmıştı. Akla ve hakikate o kadar itibar edilmekteydi. Nihayet, Epikür çıktı. Şehevî arzulan terviç ederek gençliği dejenere etti. Artık, millet süflî arzuların zevk ve neşesiyle sarhoş oldu. İdareyi elinde tutan bir takım cahil ve ehliyetsiz kimseler, fikir ve ilim erbabını zindanlara tıktı, zehirledi, vatanlarından sürdürdüler. Sefahat, medeniyet diye takdim edildi. Kuvve-i şeheviye kuvve-i akliyeyi esir etti ve ahlâkı çökerti. Şeytanları dahi şaşırtan cinayetler sergilediler. İnsaniyetperver, faziletli ve âlicenap vicdanlara kilit vurdular.
İslâm’ın yaşanması ve hayata hâkim kılınmasıyle, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstadlık eden Endülüs Emevî Devleti’nin de en önemli inkıraz sebebinin, yine ahlâksızlık ve sefahat olduğunu görürüz.
Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin, imanına bütün şube ve kadroları ile musallat olan kebairlerden, iffet ve ahlâkına saldıran sefahet ve rezaletlerden kurtuluş çaresini iman ve Kur’an hakikatlarının fert ve cemiyete, daha doğrusu vicdan-ı umumiyeye hâkim olmasında bulmuş ve insanların kalblerini Allah’a bağlayarak, onları ahlâksızlık, iffetsizlik ve imansızlık gibi korkunç afetlerden korumaya çalışmıştır. Onları iman ve faziletin daimî saadetleri ile mesud etmek istemiştir.
İlâhî ve kudsî hakikatleri gençlerimize takdim ederek, onları süfli, günahlı, neticesiz, fani ve malâyani şeylerden uzaklaştırmaya, sefahatin, fuhşiyatın kucağına düşmekten muhafaza etmeye çalışmıştır. Çünkü iffet, hayâ, istikamet, şefkat, muhabbet gibi bütün faziletlerin menşei, kayyumu imandır. İman, huzur ve rahatın vesilesi; hakiki medeniyetin ruhu ve esasıdır.
Evet, bir kalbde iman kemaliyle tahakkuk ederse, o kalbde Allah sevgisi ve korkusu hakkıyla inkişaf eder. Böyle bir kalbde fuhşiyat, hayâsızlık ve iffetsizlik hüküm süremez.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Nev’-i insanın üçden birisini teşkil eden gençler: Hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûb, cür’etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret îmânını kaybetseler ve cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimâiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaif ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dörtbeş sene azab çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer îmân-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. ‘Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedâr bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım.’ diye birden, zulmen tecâvüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şua)
Bu hakikati, Resulullah Efendimiz (ASM),
“Hikmetin başı Allah korkusudur.”
hadis-i şerifleriyle çok veciz ve beliğ bir şekilde ifade buyurmuştur. Evet, saadet-i beşeriyenin yegâne medarı Allah korkusudur. Hasenatlara karşı mükâfat, seyyiatlara karşı da ceza verecek bir Halık’ın vücuduna hakiki iman olmazsa; fıtraten tecavüze meyyal olan nefs-i emmareyi zulümden, sefahattan, rezaletten men edecek hangi kuvvet vardır? Millî şairimiz merhum Mehmed Akif bu hakikati şöyle dile getirir:
“Ne irfandır veren ahlâka ulviyet, ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”“Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı Yezdan’ın,
Ne irfanın kalır tesiri, katiyen ne vicdanın.”
Bediüzzaman Hazretleri’nin sefahatla mücadelesi tâ Meşrutiyet döneminde başlamıştır. Avrupa kültürünü bütün menfî esaslarıyla birlikte memleketimize taşımak isteyen o günün idarecilerini bu noktada ikaz etmiş ve Avrupa’nın körü körüne taklid edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Avrupa’nın sefahat ve rezaleti için “Bozuk Avrupa” tabirini kullanmış ve onu nev-i beşerin rıefs-i emmaresi kabul etmiş ve ona kapılmamaları için gençlerimize şöyle seslenmiştir:
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!.. Aya Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve batıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip, kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki, şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!” (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, On Yedinci Lem’a.)
Evet, ahlâk-ı İslâmiye’ye ilk darbeyi Avrupa’nın sefih medeniyetçileri vurmuştur. Dün ve bugün müslümanların uğradıkları en felâketli belâlar hep onların hediyesidir. Mevcudiyetimizi kemiren ve mukaddesatımızı sarsan sefahat hep onların yadigârıdır.
Avrupa mukallitleri garbın muzlim ve müstehcen ahlâkını, ilim ve irfan diye getirerek milletimizi sefahet ve sefaletin kucağına attılar. Bu milleti, bu gençliği pek korkunç akibetlerle karşı karşıya bıraktılar.
Evet, batı, ruh-u beşere, fazilet yerine cehennemin kapılarını açarak fuhşiyat ve rezaleti hediye etmekle, kalbin en derin köşelerine, ruhun ta esasına dalâlet darbesini vurdu ve beşeri hem ruhundan, hem vicdanından, hem ahlâkından dehşetli cerihalar ile yaraladı. Meselenin en hayret verici tarafı da şu ki, bugün Avrupa düştüğü bu dehşetli fuhuş ve sefahat çukurundan kurtulmak için çareler aradığı halde, biz onların kaçıp kurtulmak istedikleri tehlikelere doğru doludizgin ve şuursuzca koşmaktayız. İşte matbuatımızın hali meydanda. Bunları okumak için insanın edep ve hayâ denilen ulvî seciyelerden zerre kadar nasibi olmaması lâzım geliyor. İnsanlık bu derece alçalır mı diye hayrette kalmamak mümkün değil. Bediüzzaman Hazretleri sefahatin kucağına düşen gençlerin kurtuluş reçetesini şu şekilde takdim eder:
“(İşte bu zamanda) akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefahati sefahatinden kurtarmanın, yegâne çaresi: Aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlub etmektir. Yestehibbünnel hayate’d-dünya ale’l ahire… ayetinin işaretiyle bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor.(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Beşinci Şua)
“İşte Risale-i Nur’daki ekser muvazeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahatlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevk eder.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)
Bediüzzaman Hazretleri, “Helâl dairesinin keyfe kâfi geldiğini, harama girmeye hiç, lüzum olmadığını” beyan ile gençlere meşru dairedeki zevke kanaat etmelerini tavsiye eder ve şöyle buyurur:
“Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşında, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle ayne’lyakin bildim ki: Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, On Üçüncü Söz)
Bu hakikati bir başka risalesinde şöyle dile getirir:
“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler)
Sefahat tehlikesinden kurtulmanın çaresini Sözler mecmuasında şöyle ifade buyurur:
“Evet, gençlik akıldan ziyade hissiyatı dinler… His ve heves ise kördür. Akibeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Biçare gençlerin çok vartaları var ki: En tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki: Akibeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek ve kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki; bütün beşer bu musibete karşı titriyor.”
“İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ud hayatını, hem ahiretteki saadetini ve hayat-ı bakiyesini azaplara, elemlere çevirip mahv eder ve su-i istimal ve sefahatle hastanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’aniyye ve Nur’un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir Müslüman ve sair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, On Üçüncü Söz)
Âlem-i Hıristiyan’ı yakıp kavurduktan sonra, İslâm âlemini dehşetiyle sarsan bu sefahat yangınına karşı itfaiye vazifesini deruhte eden Risale-i Nur, gençlerimizin en büyük kalası ve en büyük melceidir.
Bu asrı dehşetiyle sarsan, çalkalayan sefahat afetinden hem memleketimiz hem âlem-i İslâm ve belki de bütün insaniyet, Risale-i Nur’daki bu gibi hakikatlerin gençlerimizin akıl, kalp ve vicdanlarında hâkim olması sayesinde, biiznillah necat bulacaktır.