Cihad Sahasında Bediüzzaman

Bediüzzaman’ın Hukuk Savaşı

Zulüm, başına adalet külahını geçirmiş; hıyanet hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış; esarete hürriyet namı verilmiş!.. Ezdad suretlerini mübadele etmişler.(Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

İmanla küfür, hidayetle dalâlet, hayırla şer, adaletle zulüm arasındaki mücadele Hz. Âdem (AS)’le başlamıştır ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Bu mücadelede başta Peygamberler (AS) olarak nice âlicenap zatlar gelmişler ve hak ve hukuk sahasında insanlık âlemine rehberlik etmişler. O, hidayet rehberlerinden tefeyyüz edenler olduğu gibi, onlardan ürken ve rahatsız olan yarasa ruhlu bedbahtlar da çıkmıştır.

Bu bedbahtlar Allah’ın nurunu söndürmeye çalışmışlar, peygamberlere, âlimlere, mütefekkirlere karşı her türlü zulmü irtikâp etmekten geri kalmamışlardır. Bu zulüm ve vahşetlere tarih hâlâ ağlamaktadır. Şer cephesinin bu zulüm ve işkencelerinden en büyük bir pay da bu asra düşmüştür.

Küfür ve dalâleti, fitne ve fesadı ateşleyen komiteler karşılarında en büyük hedef olarak iman cephesinin mümessili, Bediüzzaman Hazretleri’ni seçmişler ve her türlü hile ve desise ile onun davasına engel olmaya çalışmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, bu ifsat komitelerine karşı tarihte emsali görülmemiş bir hukuk savaşı vermiş mahkeme salonlarında celâdet ve şehamet dolu ifadelerle, onların bütün prensiplerini alt üst etmiş ve bütün manilerin rağmına cihadını zafere ulaştırmıştır. O, mahkeme salonlarında,

Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, kâinatı başıma ateş yapsanız hakikat-i Kur’aniye’ye feda olan bu baş, zındıkaya eğilmeyecektir.”(Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup)

diyerek davasını pervasızca savunurken, insan hükümdarların ve cihangirlerin ona gıpta ettiğini hisseder gibi olur.

O, çelik gibi irade ve fevkalade bir sabır ve metanetle yaptığı bu emsalsiz mücahede sonunda, memleketimizin her tarafında fazilet ve irfan ziyasını parlattı. Hayat-ı içtimaiyede ruhî ve ahlâkî bir ahenk ve huzur tesis etti.Fertler arasında kırılmış ve kopmuş olan, muhabbet ve uhuvvet bağlarını yeniden ihya etti. Yanlış itikatları ve boş vehimleri silip süpürdü. Manen ve ruhen tahrip edilmiş gönülleri yeniden tamire muvaffak oldu.

Eğer bu hukukî ve idarî engeller olmasa, bu taarruzlara ve bu hücumlara maruz kalmasaydı, acaba bu gün gençliğimiz, yabancı ideolojilerin tesiri altında kalır mıydı? Dinî bir, kitabı bir peygamberi bir kıblesi bir vatanı bir olan insanlar arasında bu feci ihtilâflar görülür müydü?

Mustarip kalplere şifa bahş ederek, ferdî ve içtimaî hayatın nizam ve ahengini temine çalışan bu muhteşem İslâm kahramanının bu ulvî hizmetlerine niçin karşı çıkıldığına akıllar hâlâ hayrettedir.

Bu kısa açıklamadan sonra Bediüzzaman Hazretleri ve talebelerinin hukuk sahasında verdikleri mücahedeyi ana hatları ile arz edelim.

Bediüzzaman hakkında açılan davalarda iki temel iddia ve itham göze çarpmaktadır. Birisi dini siyasete alet etmek, ikincisi ise emniyeti ihlal etmektir.

Bediüzzaman Hazretleri ise bu asılsız iddia ve iftiraları mahkemelerde orijinal bir üslûp içerisinde ve celâldarane ifadelerle reddetmiştir.

Bunlardan numune olarak bazılarını takdim ediyoruz:

“Ey hey’et-i hâkime: Beni, dört-beş madde ile ittiham edip tevkif ettiler.

“Birinci Madde: İrtica fikriyle dini âlet edip, emniyet-i umumiyyeyi ihlâl edebilecek bir teşebbüs niyeti olduğu ihbar edilmiş.”

“Elcevap: Evvelâ; imkânat başkadır, vukuat başkadır. Herbir fert, çok adamları öldürebilmesi mümkündür. Bu imkân-ı katil cihetiyle mahkemeye verilir mi? Herbir kibrit, bir haneyi yakması mümkündür. Bu yangın imkâniyle kibritler imha edilir mi?”

“Saniyen: Yüzbin defa hâşâ! İştigal ettiğimiz ulûm-u imaniye, Rızâ-yı İlâhiyyeden başka hiçbir şeye âlet olamaz. Evet, Güneş Kamer’e peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve hayat-ı uhreviyyenin bir Güneşi olan îman dahi, hayat-ı içtimaiyyenin âleti olamaz. Evet, bu kâinatın en muazzam mes’elesi ve şu hilkat-ı âlemin en büyük muamması olan sırr-ı imandan daha ehemmiyetli bir mes’ele-i kâinat yoktur ki, bu mes’ele-i sırr-ı iman ona âlet olsun.”

“Ey hey’et-i hâkime! Eğer bu işkenceli tevkifim, yalnız hayat-ı dünyeviyeme ve şahsıma ait olsa idi; emin olunuz ki, on seneden beri sükût ettiğim gibi yine sükût edecektim. Fakat tevkifim, çokların hayat-ı ebediyelerine ve muazzam tılsım-ı kâinatın keşfini tefsir eden Risale-i Nur’a ait olduğundan, yüz başım olsa ve her gün biri kesilse, bu sırr-ı azimden vaz geçmiyeceğim ve sizin elinizden kurtulsam, elbette ecel pençesinden kurtulamayacağım.”

“Evet, Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâm’ın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükümeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: “Risale-i Nur ve şâkirdleri,dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var.”

“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un, gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasiyle bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanâmesi hükmündeki Meyve Risalesi’dir. Bunu, âli bir hey’et-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım! Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur’anî te’sisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.”

Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri dini siyasete alet ve emniyeti ihlal ithamları ile mahkeme edilmişse de, bu ithamları yapanların asıl gayeleri başkadır.

Bunlar, Bediüzzarnan’ı küfür, dalâlet ve sefahata karşı yaptığı ilmî ve manevî cihadından dolayı kendilerine hedef seçmişlerdir.

Hakikaten O, Kur’an ve iman düşmanlarını teslime mecbur eden öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinat noktaları tesbit etmiş, akılları hayret içinde -bırakacak öyle parlak ve keskin hüccet ve burhanlar bulmuştur ki, küfür ve dalâleti ebediyen dirilmeyecek bir surette zir ü zeber ederek mağlup etmiştir.

Risale-i Nur’un ihtiva ettiği güneş gibi burhan ve hüccetlerin, irfan âleminde ne gibi derin izler bıraktığı, fertler üzerinde ne gibi tesirler icra ettiği ve onların imanını nasıl inkişaf ettirdiği, fikir ve vicdanları nasıl uyandırdığı ortadadır.

Evet, O’nun mübarek ve kudsî davasını tecelli ettiren eserleri her an milyonlarca insanın elinde, dilinde ve gönlünde mâkes bulmaktadır. Esas itibariyle bu imansız kitleyi huzursuz eden yegâne sebep gençliğimizin Nurlar’a olan bu teveccüh ve iştiyaklarıdır. Onları emsalsiz zulümlere sevk eden işte bu noktadır.

Kendisi bu hakikati, yaptığı bir mahkeme müdafaasında şöyle ortaya koyuyor:

Efendiler! Çok emarelerle kati kanaatim gelmiş ki; hükümet hesabına, ‘hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek’ için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim îmanımız için ve îmana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki: Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur’un yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur’un şâkirdleri tarafından emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek, hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak, bütün dindar nasihatçılara şâmil, lastikli bir kanunun yüz altmış üçüncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükümeti iğfal ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.”

“Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar; elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız! Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet, ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka çaresi kalmaz! Biz de, (Hasbinallahu ni’mel Vekil) diyerek Rabbimize dayanıyoruz.”(Bediüzzaman Said Nursi. Şualar, On İkinci Şua)

“Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhâd nâmına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatine ve îman hakikatlerine her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz…”

(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı).(Bediüzzaman Said Nursi. Şualar, On İkinci Şua)

“Bu hallerden anlaşılıyor ki; bililtizam, her halde beni mahkûm etmek için gayet asılsız bahaneleri îcad ederler. Madem keyfiyet böyledir, ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem! Ve hiç ehemmiyeti yok! Çünki ben, kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şahadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle kat’î îmanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebebsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki: Siz, idam-ı ebedî ile ve ebedî haps-i münferid ile mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok ve muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz; hattâ size acıyoruz.”

“Hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat’î vesile olarak îman ve Kur’an dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur Şakirtlerinin pek çok takdir ve tahsine şayan ders-i îmanda toplanmalarına, ‘cemiyet-i siyasiye’ nâmını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyâne düşmanlık eder, hem İslâmiyet’e nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddi tavrıyle husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, mütemerridâne, anûdâne mücadele eder. Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kasmeye ve bozmaya çalışan el-hannâs bir zındıktır ki, hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, fir’avunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz manevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.”(Bediüzzaman Said Nursi. Şualar, On İkinci Şua)

Üstadımızın son cümlesinden, kendisine yapılan o şiddetli zulüm ve işkencelerin önemli bir sebebinin de Üstad ve talebelerini devlete karşı menfî ve fiilî bir harekete sevk etmek olduğu anlaşılmaktadır. Onların bu şeytanî plan ve oyunlarını Bediüzzaman Hazretleri o yüksek ferasetiyle hissetmiş ve şöyle buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve onlardan belâların define feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu miletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım…”(Bediüzzaman Said Nursi,. Emirdağ Lahikası-I)

Bediüzzaman Hazretleri’nin müdafaalarında dikkat çeken en önemli bir husus da kendisinin hapis edilmesiyle, zindanlara atılmasıyla, Risale-i Nur’un mağlup olamayacağını, onunla mübareze edilemeyeceğini haydarâne bir kükreyiş ile ilân etmesidir.

…Size ihtar ediyorum: Fâni, kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeye ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeye de lüzum yok. Fakat Risale-i Nur ile mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede, millet ve vatana büyük zarar edersiniz; fakat şâkirdlerini dağıtamazsınız. Çünki, hakikat-ı Kur’aniye’nin muhafazası yolunda kırkelli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdadlarımızın ahfadlarına, bu zamanda hakikat-ı Kur’aniye’nin muhafazası ve Âlem-i İslâm’ın nazarında, eskisi gibi, dindarane kahramanlıkları terkettirilmeyecek. (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Dördüncü Şua)

Bir başka mahkemesinde de Risale-i Nur’un mağlup edilemeyeceğini, onun bileğinin bükülmeyeceğini şu şahametli ifadelerle dile getirir:

Kur’an’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlup olmaz, bu memlekete yazık olur. O başka yere gider,yine tenvir eder, hem eğer başımdaki saçlarım adedlnce başlarım bulunsa her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’aniye’ye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i iman iye ve Nuriye’den vaz geçemem.”(Bediüzzaman Said Nursi. Şualar)

“Doktor Duzi’nin vesair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur’a ilişmek, gazab-ı ilâhînin celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz. Cenâb-ı Hak, size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan eylesin. Amin…”(Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası)

Bu milletin, imanına ve Kur’anına musallat olan bütün mülhidlere karşı hakikati şöyle haykırır.

Ehl-i dünya, sebepsiz benim gibi âciz, garib bir adamdan tevehhüm edip, binler adam kuvvetinde tahayyük ederek, beni çok kayıdlar altına almışlar. Barla’nın bir mahallesi olan Bedre’de ve Barla’nın bir dağında, bir-iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: ‘Said ellibin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.’”

“Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz? Dîvâne gibi hükmediyorsunuz. Eğer korkunuz şahsımdan ise, ellibin nefer değil, belki bir nefer, elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup, bana ‘çıkmayacaksın’ diyebilir.”

“Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden ise, ellibin nefer değil; yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dâhil olduğu halde, bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı îmaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem karalarını zır ü zeber etmişim. On ların en büyük dinsiz feylesoflarını, hayvandan aşağı düşürmüşüm.Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa,Allahın tevfikiyle beni o mesleğimin bir mes’elesinden geri çeviremezler; İnşaallah mağlûp edemezler!..”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Altıncı Mektubun Zeyli)

Bediüzzaman Hazretleri’nin hukuk sahasında verdiği, o müthiş cihadında dikkatleri çeken çok önemli bir husus da şudur. O küfrü, dalâleti, sefahati terviç eden menhus şahs-ı manevîlere karşı ilmî ve manevî cihadını sürdürürken, zulmen sevk edildiği mahkemelerde davasının temel prensiplerini hassasiyetle muhafaza etmiştir.

O’nun davası ve gayesi bu milletin imanını kurtarmaktır. Bu millet mefhumu içerisine onu mahkûm etmek isteyen, zindanlara atan insanlar da dâhildir. O, fıtratındaki fevkalâde şefkatin bir icabı olarak, bu gafil ve bedbaht insanların da imanını kurtarma gayesindedir.

Onun ruhunda kin, iğbirar, öfke ve adavet gibi mezmum mefhumlara yer yoktur.

Aşağıdaki ifadelerinde bu hakikati bütün berraklığı ile görmek mümkündür.

Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tedkik eden adliye me’murları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar,sonra beni idam ile mahkûm etseler; şahid olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum. Çünki biz hizmetkârız.Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır.Dost ve düşman tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi Hiçbir tarafgirliğe girmeyerek yapmaya mükellefiz.”(Bediüzzaman Said Nursi. Şualar)

Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan ‘Şefkat’ itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Dördüncü Şua)

Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp, hakikaten acıyorum. Ya Rabbi, onların imanını Riale-i Nur’la kurtar! İdam-ı ebedîden, sırr-ı Kur’an’la terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum!..”(Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası-I)

Bediüzzaman Hazretleri’nin hukukî cihadını ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümü tamamlarken, onun kudsî davasına gönül veren ve hayatını bu uğurda feda eden mücahid ve kahraman talebelerinden kısa da olsa, bahsetmeyi vicdanî bir borç telâkki ediyoruz.

Evet, o günün ağır şartları içerisinde, küfür ve dalâlet ateşini söndürmek için, üstadlarının yardımına koşan ihlas ve sadakat, cesaret ve fedakârlık timsali bu mücahitler ordusunu nesl-i cedit, kıyamete kadar hürmet ve takdirle yâd edecektir. Onlar maruz kaldıkları bunca tehdit ve tazyika rağmen, beşerî hiçbir kuvvetin önünde eğilmediler. Onların hangisine baksanız, hamiyetin ve şahametin şahikasında görürsünüz. Bu bahtiyar mücahitlerin bir tek kuvvetleri vardı: İhlas… Onların bir tek istinatgâhları vardı: Yine, İhlâs...

Onların vücutlarını zindanlara, hücrelere soktular, fakat necabet ve şehametlerinden hiç bir şey koparamadı-lar. Çünkü onların kalblerinde hiç bir zaman hayat-memat endişesi yoktu. Üstadlarından öyle bir metanet ve cesaret dersi almışlardı ki her birini hamiyetten tecessüm etmiş birer heykel sanırdınız.

Davaları uğrunda hapishaneye götürülürken, onlara dikkat etseydiniz ne bir nişane-i teessür, ne de bir eser-i heyecan görürdünüz. Zannedersiniz ki ya hane-i saadetlerine, ya da bir ilim ve irfan hücresine gidiyorlardı. Evet, onlar beşerî zaafiyetlerden o kadar uzaktılar.

Sanki kalbleri şevk ve sürür ile memlu. Fazilet ve marifetten başka bir hazları ve zevkleri yok. Dünyada onlar için her şeyden kıymetli ve her nimetin fevkinde bir hakikat vardır: O da ancak ve ancak riza-i İlâhî. İşte bunlardaki fevkalade metanet ve şecaatin menbaı bu imandır.

Zübeyir, Mustafa Sungur, Bayram ve Ceylan abilerin, Ahmed Feyzi, Mehmed Feyzi ve Tahir abilerin hâsılı, o muazzez Üstad’ın imdadına koşan fedakâr talebelerinin her birisinin seciye ve meziyetleri, fedakârlık ve vefadarlıkları için değil birkaç cümle, müstakil birer kitap da yazılsa lâyıktır.

Onun bu güzide talebelerinin tümü namına Zübeyir Gündüzalp’in müdafaatından bazı bölümleri nazara vermekle iktifa ediyoruz.

Sorgu hâkimliğinde: ‘Sen Risale-i Nur’un talebesi imişsin?’ denildi:

“Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dahînin şakirdi olmak liyakatini, kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla ‘Evet, Risale-i Nur Şakirdiyim’ derim.”

Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikati görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslâm Türk Milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkiki îman kuvvetiyle vatanını sattırmaz. Dindar, cengâver Türk milleti ve îmanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki; bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakikî bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız.”

“Risale-i Nur’un serbestiyetine vereceğiniz beraat kararı, bütün Türk gençliğini ve bütün müslümanları dinsizlik fecaatinden kurtaracaktır. Zira yüksek hakikatlar hazinesi olan Risale-i Nur, hiç seksiz ve şüphesiz elbette bir gün olup bütün dünya âleminde tanınacaktır. Bu itibarla sizler insanlığın takdirine mazhar olacaksınız. Sizin vereceğiniz bereat kararı; hâl ve istikbâlde nesilleri minnetdâr ve müteşekkir edecek ve Risale-i Nur okunup azîm faidelere nail olundukça takdirle yâdedileceksiniz.”

“Sakın zannetmeyiniz ki; samîmî olarak söylediğim bu sözlerimle riyakârlık yapılıyor. Asla ve kat’iyyen!.. Çünki Bediüzzaman’ın mahkemesinde hiçbir kimseden korkmuyorum, çekinmiyorum.”

Bir milletin gençliği ne zaman Kur’ân ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakki ve teâlî etmeğe başlamıştır. Gençlik, îman ve İslâmiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un fuyûzat ve envarıyla doldurmağa başlamıştır. Böylelikle tahkikî bir îmana sahip olacak gençliğimiz; dinsizliğe, komünistliğe karşı mücadele edip vatanlarını İslâm düşmanlarına asla sattırmayacaklardır. Bunun için; eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedaî olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.”

“Evet. Evet. Evet. Binler defa evet!.. Savcı iddianamesinde diyor ki: ‘Said Nursî eserleriyle Üniversite gençlerini zehirlemiştir.’ Biz de buna mukabil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise; bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevketsin.”

“Biz Risale-i Nur Talebeleri; îman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lutf-u ilâhî biliriz.”

Afyon hapsinde mevkuf
Konyalı Zübeyir Gündüzalp

Risale-i Nurlar’ı keyfî kanunlar ile Üstadın sağlığında mahkûm etmek isteyen, malum çevreler, onun vefatından sonra da bu zulmü devam ettirmek için, Türkiye’nin her vilâyetinde ve kasabasında adliyeyi harekete geçirdiler, hak ve hakikate savaş açtılar. Bu meşum zihniyete karşı, cihad meydanında Avukat Bekir Berk’i ve onun birinci derecede mesai arkadaşı olan Avukat Gültekin Sarıgül’ü görüyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri’nin kıymettar bir talebesi olan Bekir Berk, hukuk tarihinde eşine ender rastlanan bir kahraman idi. O daima mazlumların avukatlığını yapmıştı. Bu zat Üstad’ın sağlığında olduğu gibi vefatından sonra da bu İman ve Kur’an hakikalerini Anadolu’nun sinesinden söküp atmak isteyen zihniyete karşı mücahede etmeyi dinî ve vicdanî bir vazife telâkki etmişti.

O, himmet ve gayretin, hamiyet ve şecaatin zirvesinde bir hukukçu idi. Fıtratındaki mevcut hisler gayet ateşîn idi. Risale-i Nur’u mahkûm etmek isteyenlere karşı çetin bir hukuk savaşı verdi. Adalet huzurunda ibraz ettiği müdafaaları cidden harika idi. Davasını müdafaa anında yanar dağlar gibi tuğyan ederdi. Bu mücahedesinde onun kudret kaynağı ancak Allah’ın inayetiydi. İki bine yakın beraat kararı almakla hakkın zaferini bütün cihana ilân etti.

Evet, asırlarca İslâm dininin merkezi olan bu memlekette, küfrün ve zulmün hâkimiyetini ikame etmek isteyenler, Avukat Bekir Berk’in Rüstempesendane celâdet ve cesaretinin karşısında mağlup oldular. O, şahamet ve sadakati şahsında cem etmiş bir İslâm fedaisi idi. Küfrün bütün orduları onun azim ve metaneti karşısında izmihlale uğradılar.

Bekir Bey ve O’nun müdafii bulunduğu kahraman Nur talebeleri, Merhum Mehmed Akif’in şu mısralarına hakkıyla masadak olmuşlardır.

“Cehennem olsa gelen bağrımızda söndürürüz.
Bu yol ki hak yoldur dönme bilmeyiz yürürüz.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa
Denizler ordu bulutlar donanma yağdırsa
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa afaki bir kızıl sarsar.
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir
Sevinme bir, acı bir gaye aynı vicdan bir
Değil mi sinede birdir vuran yürek yılmaz
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz.”

Bu hukuk savaşının sonunda Risale-i Nur ve talebeleri kabza-i tahakküm ve zulümden bir cilve-i rahmet olarak kurtuldular. Karanlık geceler,yerlerini bir fecr-i sadık’a terk etti. Vadedilen saadet günleri zuhur etti. Artık istikbal, ilelebet bir devr-i Nur ve bir devr-i Said’dir. Kim bilir ne gibi şayan-ı hayret fütuhatlar, saadetler, selâmetler görülecektir.

Tarihî bir hakikattir ki zulüm hiç bir zaman payidar olmamıştır ve olamaz. Her zulmü bir adalet, her zulümatı bir Nur takip etmiştir. Şimdi ise bu dehşetli zulüm ve ıstırapların arkasında uzun ömürlü, azametli bir devr-i Nur tecelli edecektir. Zira Nur’un inkişafına en büyük engel teşkil eden idarî ve hukukî mâniler ortadan kalkmıştır.

Hamiyetperver mücahitlerin azim ve gayretleriyle dünyanın her kıtası Nur’un intişarına sahne olacaktır. Ebedî tehlikelere maruz kalan insanlık âlemi bu mücahitlerin ciddî gayret ve himmetleriyle biiznillah kurtarılacak ve zemin yüzü umumî bir sulh ve saadete mazhar olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu