Mektuplar, Sohbetler, Sorular ve CevaplarMuhtelif Soru-Cevaplar

Azimet ve ruhsat ne demektir, izah eder misiniz? Peygamber Efendimiz zamanında mezhepler yoktu, bunlar nereden çıktı?

Fıkıh metodolojisi bilginleri, “Her mezhebin görüş ve değerlendirmesinin bu ümmete bir rahmet ve bir kolaylık olduğu şüphesizdir.”, diye hükmetmişlerdir.

İmam Şarani Hazretleri, mezhepleri aynı pınardan dağılan su arklarına benzetir ve bütün imamların kavillerinin, sözlerinin hepsinin aynı denizden alındığını ifade eder ve mezhepler arası farklılıkların “ruhsat ve azimetten” kaynaklandığını söyler. Yani bir mezhepte azimet kabul edilen bir hüküm, diğerinde ruhsat kabul edilmiştir.

İmam-ı Şarani, bu hususta şu değerlendirmeyi yapar:

“Dine muhatap olan insanlar bedenen ve imanen ya güçlü veya zayıftırlar. Din, güçlü olanlara azimet, zayıf olanlara ise ruhsatla hükmeder. Meselâ, ezanın abdestli okunmasıyla ilgili rivayet azimeti, abdestsiz okunabileceği şeklindeki rivayet ise ruhsatı bildirir.”

İmam bu görüşüne delil olmak üzere;

“Allah Teâlâ, azimetlerini yapanı sevdiği gibi, ruhsatlarını işleyeni de sever.”

hadîs-i şerifini nakleder ve kitabında bu mevzuda bir çok misaller verir, mezheplerin içtihâdî hükümlerini azîmet-ruhsat tartısıyla tartar ve karşılaştırmalarını yapar.

Bu örneklerden bazıları:

1. Devlet ile mücadele eden isyancıların, isyanı terk edip teslim olmaları hâlinde, önceden telef ettikleri can ve malların tazmini hususunda iki görüş vardır. Bunlardan birincisi İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ebu Hanife ve İmâm-ı Şafiî’nin görüşleridir ki; isyancılardan telef ettikleri can ve mala ait şeylerin tazmin edilmemesidir. Tâ ki, bunlar devlete ısındırılsın ve itaatleri temin edilsin. Hem de aradaki ihtilaf kaldırılsın, asayiş te’min edilsin ve millet huzur ve güvene kavuşsun. İkincisi ise İmâm-ı Ahmed’in görüşüdür; “telef edilen şeyler tazmin edilip, isyancıların cezalandırılmasıdır.” Ta ki cesaretleri kırılsın ve bir daha devlete isyan etmesinler. Devletin otoritesi sağlansın. Bu iki görüş de kendi açılarından bakıldığında doğrudur. Zira, birincisinde hafifletme yani ruhsat vardır, ikincisinde şiddetlendirme yani azimet vardır.

2. Üç imamın “Ramazan orucu için her gece niyet etmek lazımdır.” sözü ile İmâm-ı Mâlik’in “Bütün ay oruç için bir niyet etmesi kafi gelir.” sözüdür. Birincisi azimet, ikincisi ruhsattır.

3. Üç imamın, “Kadınların kamet getirmesi sünnet değildir.” kavli ile, Şafiî’nin “sünnettir” sözüdür. Birincisi ruhsat, ikincisi azimettir.

4. İmâm-ı Ebu Hanife’ye göre sabah namazının kılınmasında muhtar olan, ortalığın aydınlandığı vakit yani, alaca karanlık vaktidir. Üç imama göre ise imsakin hemen sonrasıdır. Birincisi azimet, ikincisi ise ruhsattır.

Bediüzzaman Hazretleri ise hak mezheplerin hepsinin görüşlerinin isabetli olduğunu şöyle bir temsil ile beyan eder:

“Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?”

“Elcevab: Bir su, beş ayrı mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vâciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi zararlıdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır ne menfaattir; afiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vâciptir, başka hükmü yoktur.’ “

“İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhîye mezheplere hikmet-i İlâhîyenin şevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.”

Yine Bediüzzaman Hazretleri Lemeat adlı eserinde bu hakikati şu veciz ifadelerle ortaya koyar:

“Derd ile dermanlar taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder.

Hacat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.

İstidad, terbiyeler, tekessürü hak olur, hak da tekessür eder.”

Bu bahsi İmam Şârânî’nin şu sözleriyle tamamlayalım:

“Bütün müçtehitlerin sözlerinin kaynağı olan şerîatin kaynağına, kalp gözü ile eriştim. Her bir fakih için, ondan ayrılan bir cetvel, yani bir kanal gördüm… Ve her bir müçtehidin, zan ve tahminle değil, keşf ve yakîn ile içtihadında isabet ettiğini bildim ve Şerîate göre, bir mezhebin, diğer bir mezhepten evla olmadığını anladım.”

SORU:

– Bazı insanlar diyorlar ki; Peygamber Efendimiz (asm.) zamanında mezhepler yoktu, Efendimiz (a.s.m.) bir kitapla, bir şeriatla geldiği hâlde dört mezhep nereden çıktı? Biz bir mezhebe niçin bağlı kalalım da kendi görüşümüzle amel etmeyelim?

CEVAP:

Bütün hak mezhepler Kur’an’dan alınmıştır. Fahr-i Âlem Efendimiz (asm.), kendisine inzal olunan Kur’an-ı Kerim ve ilham buyrulan hadis-i şerifler ile İslâm dinini tekmil eylemiştir. İşte İlâhî hükümlerin büyük bir kısmı (yüzde doksanı), bu iki ulvî kaynaktan beslenmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle,

“Şeriatın yüzde doksanı zaruriyat ve müsellemat-ı diniye- birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altunun himayesine verilmez.”

– Bununla beraber, Kur’an ve hadislerin sarih manalarından başka mecaz, kinaye, işarî gibi hakikatleri de vardır. Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’in âyetlerindeki bazı kelimelerin farklı manalara kabiliyeti olup, bu manalardan hangisinin gerçekten ilâhî murat olduğu açıkça bilinmemektedir. İşte bu iki noktadan içtihat kapısı açılmış ve mezheplerin zuhur etmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Efendimiz (asm.) bizzat içtihat yapmış, içtihadın ana kurallarını koyarak ashabının alimlerine de içtihadı bizzat talim buyurmuştur. Demek oluyor ki, mezheplerin kaynağı Peygamberimizin (asm.) bizzat kendisidir ve içtihat kapısını ilk defa Peygamber Efendimiz (asm.) açmıştır. Böylece açılan içtihat kapısı olgun akılların da tasdikini kazanmıştır. Bu içtihat görevi, müçtehit âlimlerce de yerine getirilmiştir.

Evet, müçtehitler, kendileri için içtihat etmişler ve hiçbir kimseye, “Gelin bana uyun” da dememişlerdir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de; “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.” buyurmuş ve bu hakikati veciz bir surette ifâde etmişlerdir.

İçtihada ehil olmayan müminler ise, bu müçtehitlerin içtihatlarına göre amel etmiş ve problemlerini halletmişlerdir. Böylece mezhepler teessüs etmiştir. Bu mezheplerden dördü, bütün ümmet-i Muhammedin gönlünde yer tutmuş ve kamuoyunun kabulüne mazhar olmuştur.

Alimler ve muhakkikler inceden inceye tetkikleri neticesinde bu dört mezhebin, Kur’an-ı Kerim’in esaslarından ve Hazret-i Peygamberin sünnetinden çıktığına hükmetmişlerdir. Bu dört mezhep arasında fer’î meselelerde ihtilaflar olsa da bunların dördü de Ehl-i sünnettir. Ehl-i sünet ise tuba ağacı gibidir. Kökü semavî Kur’an’a bağlı, dalları alem-i İslâm’ın her tarafına yayılmıştır. Her bir mezhep bu ağacın bir dalı hükmündedir.

Büyük müçtehit ve fakihlerimiz, birbirlerinin fazilet ve kemalatını takdir ederek, birbirlerine daima hürmet ve muhabbet göstermişlerdir. Birçok meselelerde istişare etmişler, bir müşkilatı halletmekte edep ve nezaket içerisinde görüşlerini ifade etmişlerdir. Lisanlarını münasebetsiz tabirlerden muhafazaya azamî dikkat göstermişlerdir.

Dört büyük mezhep imamı birbirlerinin içtihatlarına daima saygı gösterdikleri gibi, onlara tâbi olan Müslümanlar da asırlardan beri bir arada muhabbet, huzur ve rahat içinde yaşamışlar ve yaşamaktadırlar. Hacdaki Müslümanların hâli buna en güzel bir misaldir; diğer mezhep mensupları Hanbeli bir imamın arkasında hep beraber aynı saflarda namaz kılmaktadırlar.

Bütün müminler, bu dört imamın içtihatlarına tâbi olmuşlar böylece mezhep imamları, müminlerin yanında itibar kazanmışlar ve bütün bir ümmetin “emini” olmuşlardır. Artık, onlar insanlık aleminin medar-ı iftiharlarıdır. Bu imamlar, on dört asırdan beri ümmet-i Muhammede ibadet ve muamelatta yol gösteren birer üstat ve rehber olmuşlar, onların problemlerini halletmişlerdir.

Dört mezhebe ait kitaplar araştırılıp incelendiğinde, bu kitapların bu ümmete gayet kıymetli bir hazine ve servet olduğu görülür. Bunlar beşeriyeti kıyamete kadar gelişme ve ilerlemeye sevk edecek hakikat ve prensipleri içerirler.

Sonraki asırlarda gelen büyük alimler, fakihler o zâtlara muhalif görüş beyan etmek yerine dört büyük imamdan birinin mezhebine tabi oldular. Bunu kendileri için bir şeref kabul ederek onların içtihat ettikleri ayrıntıları öğretme ve yazma yoluyla diğer insanlara anlatmayı kendilerine görev telakki ettiler.

Mezhep imamları, Müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin hükmünü bildirmişlerdir. Asırlardır dört mezhebe uyan Müslümanlardan herhangi bir sorunun cevabını bulamayan duyulmamıştır. Bugün de dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanların her türlü sorularının cevabı bu dört hak mezhebin kitaplarında temel kaideler halinde mevcuttur.

Müçtehitler, Kur’an denizinin derinliklerinde gizlenmiş cevherleri istihraca ehil olan zâtlardır. Dört büyük imamdan İmânı-ı Azam hakkında Elmalılı Hamdi Efendi’nin şu güzel tespitini burada takdim etmek isterim.

“İmam-ı Azam kıyamete kadar gerçekleşecek beşeri hadiselerin ayrıntılarına dair Kur’an-ı Azimüşşan ve Peygamberin hadislerinin içerdiği genel hükümleri açıklığa kavuşturmuş ve zamanına kadar mevcut olan hâdiseler ile vücudu muhtemel bulunan hâdiseleri bir araya getirerek, her birinin kitap ve sünnette yer aldığını göstermiş şanlı bir müçtehittir ki, başarısında sadece kişisel yetenekleri değil, peygamberin nuruna yakınlıkları da yardım etmiştir.”

Bu izahtan anlaşılacağı üzere bugün İmâm-ı Azam gibi bir büyük bir müçtehidi yetiştirmek âdeta imkânsızlaşmıştır.

Dört mezhebi, Müslümanların irtifak ve ittihadı noktasında düşünürsek, onların sadece ve sadece hayır olduklarını görürüz. Eğer bu dört mezhebe tâbi olunmazsa (veyahut inkârla mukabele edilirse), o zaman herkes içtihat yapmaya kalkışacak ve bu enaniyet asrında hiç kimse kendi içtihadını bırakarak başkasının içtihadıyla amel etme faziletini göstermeyecektir. Bu ise, dört mezhebin terkini ve binlerce mezhebin kabulünü gerektirir. Böylece birlik ve beraberlik bozulur, amelde ve muamelatta anarşi baş gösterir.

Bundan dolayı, hikmet ve maslahat dört mezhebin bekasında ve devamındadır. Çünkü, bu dört büyük müçtehide uymak, tâbi olmak, birlik ve dayanışma vesilesidir. Hicrî II. Asırdan sonra gelen bütün fakihlerin bu dört mezhebi taklit edip tâbi olmaları bilgisizce ve şuursuz bir hareket değil, belki şuurlu, hikmete hakikate dayanan alimane, arifane ve insaflı bir yaklaşımdır.

Son olarak bu soruyu soran kimselere deriz ki; 1.400 seneden beri gelmiş olan alimler, mürşitler, evliyalar dine ait pek çok şeyin sırrına ve hikmetine vâkıf oldukları hâlde; mezheplerin birden çok oluşuna bir itiraz, bir muhalefet göstermemeleri, acaba mezheplerin hakkaniyetine ayrı ve önemli bir delil değil midir?

Sonuç olarak; İslâm dinindeki mezheplerin tesisindeki en büyük gaye ve hikmet, Müslümanların birlik ve dirliğini temin etmektir. Bu mezhepler sayesinde Müslümanların ferdi ve içtimai, dünyevi ve uhrevi problemleri hallolmuştur. İslâm dininin gerek itikat, gerekse ibadet ve muamelata ait yüksek hakikatleri bu mezhepler sayesinde muhafaza edilmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu