Bir Müslüman, Hz. Ali ve Âl-i beyt’i sevmekle ibadet sorumluluğundan kurtulabilir mi?
Bu meselenin tam olarak anlaşılabilmesi için şu üç noktanın açıklanması gerekir:
1) İbadet nedir? İnsanlar niçin ibadetle sorumludur?
2) Sevgi nedir? İnsan, kime, ne ölçüde muhabbet edecektir?
3) Âl-i Beyt sevgisinin dinimizdeki yeri nedir?
Birinci Nokta: İbadet Nedir?
İbadet; kulun, Allah Teâlâ’ya karşı tekbir, hamd, şükür gibi vazifelerini Onun emrettiği tarzda yerine getirmesidir. İnsan; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ihsan, ikram ve nimetleriyle beslendiğini düşünerek Ona karşı hamd ve şükür görevini, sonsuz tevazu ve mahviyet içerisinde yerine getirmekle sorumludur. Bu ise, ancak ibadetle olur. İbadet eden insan, bu dünya misafirhanesinde, Allah’ı emri dâiresinde oturup kalkar, yiyip içer, her türlü fiil ve hareketini Onun emirlerine göre tanzim eder. Başkasının değil, ancak Allah’ın kulu olarak yaşar. Bu kulluk onu, hakiki insaniyete, gerçek şerefe, haysiyet ve ismete kavuşturur. Zaten insanların yaratılış gayesi ibadet ile bu şerefe nâil olmaktır.
Bu mukaddes vazifenin Hz. Ali’ye muhabbet etmekle yerine getirilmiş olunmayacağı açıktır. Öyle olsaydı, Kur’an-ı Kerim’deki bütün ibadet emirlerine gerek kalmaz, bunların yerine sadece Peygamberimizi sevmemiz emredilirdi.
İkinci Nokta: Muhabbet nedir? İnsan, kime, ne ölçüde muhabbet edecektir?
Muhabbetullah, Allah Teâlâ’nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte oluşan ilâhî bir nurdur. Bu muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Safî neşe ve huzura kavuşur. İnsan ruhunu yüksek erdeme ulaştıran sebeplerin en sağlamı, Allah sevgisidir.
Cenâb-ı Hak, insanın kalbine sonsuz bir muhabbet kabiliyeti yerleştirmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla nihayetsiz kemâlde bulunan Allah içindir. Yâni, insana lütfedilen bu sevgi kabiliyeti Allah’ı sevmek içindir.
İnsan bir şeyi ya ondaki kemâl, yahut ondan aldığı lezzet ve gördüğü menfaat için sever. Meselâ, bir Müslüman peygamberleri, evliyaları, irfan ve fazilet sahibi zâtları, onlardaki “kemalât-olgunluk-erdem” için sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve ikramları için sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için sever. İnsan, aklen ve vicdanen bilir ki, kemâllerini takdir ettiği, ihsanlarından memnun olduğu ve lezzet aldığı bütün bu varlıklar Allah’ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar, hep Ondan gelmektedir.
Öyleyse, insan kendindeki bu nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, evvela ve bizzat Allah’a verecek, diğer bütün muhabbete lâyık zâtları, nimetleri ve ihsanları da Allah için sevecektir.
Buna binâen, biz Müslümanlar başta Peygamberimiz (asm.) olmak üzere, Dört Halifeyi, Âl-i Beyt’i, bütün sahabe-i kirâmı Allah nâmına, “Allah’ın onları sevdiği ve bizim de sevmemizi istediği” için seviyoruz. Eğer bu zâtları, Allah için değil de, sırf kendi şahsiyetleri için sevsek, o zaman Hristiyanların düştüğü tehlikeye biz de düşmüş oluruz. Zira, onlar Hz. İsa’yı (as) Allah’ın bir Resulü, elçisi olarak Allah namına değil de, -hâşâ- Allah gibi seviyorlar. onu, Allah’a ortak koşmakla dinden çıkıyorlar.
Allah’ı sevmenin nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur’ân-ı Kerim şu ölçüyü koymuştur:
“De ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı affetmekle örtsün. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 3/31 )
Yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seveceksiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O’na benzemek ise, O’na ittiba etmek (tâbi olmak)tır. Ne vakit O’na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin.” (bk. Lem’alar, s. 21)
Üçüncü Nokta: Âl-i Beyt sevgisinin dinimizdeki yeri nedir?
Âl-i Beyt’e Allah için muhabbet etmek, dinimizde vaciptir (İmam-ı Şâfiî’ye göre farzdır).
Cenâb-ı Hak Şurâ sûresinde şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm, sizden peygamberlik vazifesine mukabil ücret istemez. Yalnız Âl-i Beyt’ine meveddet (sevgi ve saygı) istiyor.” (Şûra, 42/23)
Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (asm.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara yapışsanız kurtulursunuz. Birisi Kur’an-ı Kerim, biri Âl-i Beyt’imdir.”.
Bu hadis-i şerifte Allah’ın Kitabına ve Âl-i Beyt’e yapışmanın birlikte zikredilmesiyle, bizlere şu hakikat ders verilmiştir:
Allah’ın Kitabına uyan her Müslüman, Âl-i Beyt’i sevecek, Âl-i Beyt’i seven her Müslüman da Allah’ın Kitabı’yla amel edecektir. Binâenaleyh, Âl-i Beyt’i seven bir mümin, Kur’ân-ı Kerim’in ihtiva ettiği bütün inanç esaslarına iman ettiği gibi, gerek ahlâka, gerekse ibadete dair bütün hükümlerine de inanacak ve onları hayatına uygulayacaktır.
Her şey gibi Âl-i Beyt’i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. Bu ölçü ise, Resulüllah Efendimizin (asm.) Sünnet-i Seniyye’sini, bütünüyle yaşamaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
“Âl-i Beyt’ten vazife-i Risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyye’sidir. Sünnet-i Seniyye’yi terk eden hakikî Âli Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakikî dost da olamaz.”
Bu hakikate binâen, ancak Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olan bir Müslüman, Âl-i Beyt’i gerçek anlamda sevmiş olacaktır.
Son olarak şu hakikati de ifade edelim ki, bizim Ehl-i Beyt’i sevmemiz onların sadece şahsiyetleri için değil, Kur’an’a yaptıkları hizmetleri, İslâm Dini’nin neşrinde gösterdikleri büyük fedakârlıkları, ilim ve irfan sahasında yaptıkları hizmetleri içindir.
Onların bu hizmetleri sayesinde, ümmet-i Muhammed itikatlarını ehl-i dalâletin sapık fikirlerinden, hurafelerden, batıl inançlardan koruyabilmiştir.
Onların bu halis, fedakâr, sadıkâne hizmetlerine bir mükâfat olarak, Cenâb-ı Hak, İslâm âlemini asırlar boyu irşat eden Zeyne’l-Abidin, Ca’fer-i Sâdık, Abdülkadir-i Geylâni Hazretleri gibi nice büyük mürşitleri onların neslinden göndermiştir.
Âl-i Beyt, ibadeti, hayatlarının en büyük gayesi bilmişler ve ömürlerinin her anında, kulluk görevini en yüksek sadakat ve ihlâsla yerine getirmişlerdir. Meselâ: Zeyne’l-Âbidin Hazretleri, en dehşetli fitneler ve siyaset çekişmeleri içinde bile, gece ve gündüzde bin rekât namaz kılardı.
Onların neslinden gelen bütün kutuplar, mücedditler, evliya ve asfiyalar da aynı yolu takip etmişler, büyük bir gayret ve çalışmayla ümmeti bu yola yönlendirmişlerdir.
O hâlde, Ehl-i Beyt’i seven her mümin de ibadet görevini yerine getirmekle, onları örnek almalı, onlara benzemeli ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Ehl-i Beyt’i gerçek anlamda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşebilir.