Darü'l-Harp Nedir?

Günümüzde bazıları, Mâide sûresinde geçen “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirdirler.” mealindeki âyete istinad ederek, ehl-i kanun ve idareyi tekfire cür’et ediyor, onlara kâfir diyorlar. Bu iddiaların bir hakikatı var mıdır?

Günümüzde bazıları, Mâide sûresinde geçen “ve men lem yahkûm..” ilâahir “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirdirler.” mealindeki âyete istinad ederek, ehl-i kanun ve idareyi tekfire cür’et ediyor, onlara kâfir diyorlar. Bu iddiaların bir hakikati var mıdır? Bu âyet-i kerîmede kasdedilen mânâ nedir?

Şu bir umumi kaidedir ki, herhangi bir hakikata vâsıl olmakta en sağ­lam, en müstakim yol, cumhurun, yâni o sahada salahiyetli âlimlerin ittifakını esas almaktır; onların fikir ve kanaatlarına iştirak etmektir.

Malûmdur ki, ferdin nazarı sınırlı olduğundan şahsî fikir ve anlayışlarda hataya düşülmesi daima muhtemeldir. Zira, fert mahdut olan fikriyle mutlak hakikati her yönüyle ihata edemez; hakikatın sadece bir tarafını bulur, ifrat ve tefrite düşer. O halde en sağlam yol ferdî yorumlara değil, müfessirlerin icmaına uymaktır. Evet, Cumhur-u ulemânın nazar ve basireti muhîtdir; hakikatları bütün cepheleriyle kuşatıp ihata eder. Onlar, içtihad ve istihraç­daki yüksek kabiliyetleri ve fikrî dirayetleri yanında amelde, ihlâsda, ittika ve salâhatta da mümtazdırlar. Tefsirlerinde, şahsi arzu ve garazlardan, siyasi lekelerden, meşrep ve meslek taassubundan şiddetle kaçınmışlar, sa­dece ve sadece Allah rızasını esas maksat edinmişlerdir. Kurân’a bihakkın ayine olmuşlardır. Onların fikirlerine hürmet elzem olduğu gibi, görüşlerine muhalefet de büyük bir hatadır.

Yazdıkları tefsirler asırlardan beri âlem-i İslâm’ın bütün medreselerinde tedris edilmiş, tefsir ve beyanları üzerinde icma hâsıl olmuştur. Buna binaen biz de, müfessirîn-i îzâm’ın, zikredilen âyet-i kerime hakkındaki beyanlarını nakletmekle iktifa edeceğiz.

Bahse konu olan mezkûr âyet-i kerîme ve onu takip eden iki âyet, bü­tün müfessirlerin ittifakiyle ehl-i kitaptan olan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Hepsinin görüş ve rivayetleri bu noktada birleşmektedir. Ancak bu üç âyet hakkında müfessirlerin ihtilâfları, âyetlerin “umum” ve “husus” ifade etmesi cihetindendir.

Müfessirlerin ekserisine göre, bu âyet umumî değil hususîdir; Tevrat’ın hükümlerini tebdil ve tağyir eden Yahudilere mahsustur; Müslümanlara şü­mulü yoktur.

Bir kısım müfessirler de, âyetin hükmünü sadece ehl-i kitaba değil bütün Müslümanların “Allah’ın inzal ettiği hükümleri inkâr etmeleri halinde” bu âyetin şümulüne gireceklerini beyan etmişlerdir. “Kur’an’ın hükümle­rini tasdik ettiği halde, onunla hükmetmeyen Müslümanların ise, kâfir değil, ancak günahkâr olacaklarını” ifade buyurmuşlardır.

Âyete Yanlış Mânâ Veren Hariciler

Müfessirlerin bu beyanlarına, bütün İslâm tarihinde, sadece ehl-i sün­net itikadından ayrılan Haricîler karşı çıkmışlar ve günah işleyen her Müs­lümanın küfre gireceğini iddia etme cür’etinde bulunmuşlardır.

Müfessirlerin mezkûr âyet-i kerime hakkındaki beyanlarına girmeden önce, birkaç noktanın açıklanmasında fayda vardır.

BİRİNCİ NOKTA: Haricîler bu âyet-i kerîmeyi Ehl-i sünnet itikadına mu­halif şekilde tefsir ederek İslâm’a ilk anarşiyi ve kargaşayı sokmuşlardır. Haricîler meşhur hakem hâdisesinde, Allah’ın hükmüyle hükmetmedikle­ri gerekçesiyle, başta Hz. Ali olmak üzere, Hz. Muâviye, Amr İbnü’1-Âs, Ebûl-Mûsâ el-Eş’arî’ye ve Cemel vakasına karıştıklarından dolayı Aşere-i Mübeşşere’den Hz. Zübeyir, Hz. Talhâ ve Hz. Âişe (R.A.)’ye ve taraftarla­rına -hâşâ, bin defa hâşâ- “siz kâfir oldunuz” dediler. “Onlar oturdukları meclislerde hep halifelerin ve taraftarlarının söz ve fiillerini inceler, kimin kâfir, kimin mü’min olduğunu müzakere ederlerdi. 1 Bu fırkanın itikadına göre, “Kur’ân’ın hükmüyle hükmetmeyen kimseler kâfir olurlar. Günahlar da Allah’ın inzal ettiği hükümlerden olmadığı için büyük gü­nahları irtikâp eden bir kimsenin kâfir olması lâzım gelir.” Yani, bu bâtıl (bozuk) itikada göre, Peygamberimizin ümmetinde Müslümanlık, sadece Haricîlere ve büyük günah işlemeyen bir grub müstesna insana münhasır kalmış oluyor. Ebû Said-il Hudrî {R.A.)’den gelen bir rivayette Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların na­mazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, onların iyi işleri yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur’ân da oku­yacaklar. Fakat Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerini (bo­ğazlarını) geçmeyecek. Onlar okun avdan (delip) çıktığı gibi dinden çıkacaklar.”2

Hadîs sarihleri bu hadîste kastedilen zümrenin Haricîler olduğunu be­yan etmişlerdir. Hz. Ali (R.A.)’den rivayet edilen diğer bir hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır:

“Ahir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt bir züm­re yetişecek. Onlar Peygamber’in tebligatından bahsede­cekler. Fakat bunlar (şiddetle atılan) okun avı delerek avdan sür’atle çıktığı gibi İslâm dininden hemen çıkıve­recekler. Siz (devlet yetkilileri) bunlara nerede rastlar­sanız hemen öldürünüz. Çünkü bunlar bozguncudurlar.  Bunları öldürmekte (vatan ve millet maslahatı olduğu için) öldüren kişiye kıyamet gününde ecir ve sevap var­dır.” (Buhâri, IV/179)

Devlete isyan eden ve anarşi çıkaran herkes bu hadîs-i şerife mâsadaktırlar. Nitekim Şehristanî, Haricîliğin Hz. Ali’ye karşı huruç eden­lere münhasır olmadığını, her ne zaman olursa olsun devlete karşı çıkanla­rın Haricî olduklarını beyan etmiştir. 3

İmam Nevevî de bu hadîsin şerhinde, Haricîleri ve bağîleri öldürmenin vâcib olduğunu, bunun icma-ı ulemâ ile sabit olduğunu ifade eder. Bahsin devamında ise şöyle der:

“Gazi dedi ki; ulemâ şu hususda icma ettiler: Haricîler, onlara benzeyen ehl-i bid’a, hükümete isyan edenler, Emir üzerine huruç ile cemaatın re’yine muhalefet edip şakkul-asa (bölücü­lük) yaparlarsa, nasihat ve tehdit etmenizden sonra sizi dinlemezlerse, onları öldürmeniz vâcib olur.”4

Behçetü’l-Feteva’da, Bugat (devlete isyan) bahsinde şöyle buyurulur: “Ehl-i harbi hangi silâhla öldürüyorsanız, devlete isyan edenleri de aynı silâhlarla katletmeniz caizdir.” Devamında, “bunların kıtali farz­dır” denilmekte ve delil olarak Hücurat sûresinin 9’uncu âyeti zikredilmek­tedir. Daha sonra, Zeylâî’nin de bu âyeti delil tutarak, “bunları öldürme­nin vâcib olduğunu söylediği” kaydedilmektedir. 5

Elmalılı Hamdi Efendi de söz konusu âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurur:

“…bağiy (yani isyan) tahakkuk edince, ona karşı ulü-l emre yardım, cihadda olduğu gibi, umuma teveccüh eden bir vecibe olur.”6

İKİNCİ NOKTA: “Neden Yahudiler Tevrat’la hükmetmeyince kâfir oluyorlar da Müslümanlar Kur’ân’la hükmetmedikleri zaman kâfir olmuyorlar?” diye iddia edilemez. Çünkü Yahudiler Tevrat’la hükmetme­mekle kalmayıp Tevrat’ın mefhum, kelime ve ibarelerini değiştirdiler. Kendi arzularına göre âyet uydurarak yazdılar. Meselâ, Bakara sûresinin 59’uncu ve A’raf sûresinin 162’inci âyet-i kerîmelerinde, Yahudilerin Tevrat’ın âyetlerini değiştirdikleri beyan buyurulmaktadır. Şöyle ki;

“Tövbe ettik” mânâsına gelen “hıtta” kelimesini alaya almışlar ve “buğday” mânâsına gelen “hınta”ya çevirmişlerdir.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Kur’ân-ı Kerîmin emriyle “Müellefetü’l Kulûb”a7 verilen hisseyi, Hz. Ömer (R.A.) hilâfeti zamanında gerekli şartların or­tadan kalktığı içtihadında bulunarak, vermeme yoluna gitmiştir. Yine Hz. Ömer (R.A.) kıtlık senelerinde hırsızlık eden kimseler hakkında Kur’ân-ı Azîmüşşân ile sabit olan el kesme hükmünü tatbik etmemiştir. Aca­ba âyetin zahirî mânâsına bakarak, kadısı Hazret-i Ali (R.A.), müşavere hey’eti, Aşere-i Mübeşşere olan Hz. Ömer (R.A.) için “Kur’ân’ın hükmüyle hükmetmemiştir” mi denilecektir?

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Bütün İslâm devletleri raiyetlerini idare etmek için birçok kanunnâme, emirname, talimatname, nizâmnâme çıkarmışlar­dır. Meselâ, Peygamber Efendimizin medh ü senasına mazhar olan Sultan Fatih de nizâmnâme hazırlamıştır. Şimdi, bütün bu zatlara âyetin mücerred lügat mânâsından hareket ederek “Allah’ın inzal ettiği hükümlerle hük­metmemiştirler” mi diyeceğiz?

BEŞİNCİ NOKTA: Cenâb-ı Allah (C.C.)’ın emirleri gibi nehiyleri de Kur’ân ile inzal olmuştur. Binaenaleyh, Allah’ın hükmüyle hükmetmek, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmakla olur. Şimdi düşünelim. Allah’ın bütün emirlerine uyan ve bütün yasaklarından içtinab eden kaç fert vardır?

Emir ve nehiyler Kur’ân’ın inzal ettiği hükümlerden olduğuna göre gü­nahlara giren ve emirleri tamamıyla yapmayan Müslümanlara ne hüküm verilecektir? Hâşâ onlara da kâfir mi denilecektir? Acaba âyet-i kerîmeye onların anladığı tarzda mânâ verilirse, bu hükümden -kendileri de dahil- hangi Müslüman kurtulabilir?

ALTINCI NOKTA: Fen ve san’atta olduğu gibi din ve maneviyatta da ehl-i ihtisasa itibar etmek lâzımdır ve elzemdir. Dinde ehl-i ihtisas ve sahib-i selâhiyet ise başta Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Sahâbe-i Kirâm’dır; onların mümessili olan müçtehidler, fukahâ ve ulemâdır. Dine âit hüküm ve hakikatlerde ölçü, mikyas ve mizan onların görüşleridir. Bu görüşlerden ayrılarak münferit hareket etmek, azim bir tehlikedir. Nitekim Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde “Kur’ân’ı kendi re’yi ile tefsir eden kâfir olur,” buyurarak mü’minleri böyle bir tehlikeye düşmemeleri hususunda şiddetle ikaz etmişlerdir. Bindörtyüz seneden beri bu ölçüye ria-yet edildiğinden dolayı dinimiz sağlam bir şekilde, bugüne kadar gelmiştir. Bu ölçüye riayet edilmezse, o zaman had ve hesaba gelmez keyfî ve indî görüşler ortaya çıkmaz mı?

Müfessirlerin Bu Âyet Hakkındaki Tefsir ve Beyanları

Müfessirlerin bu âyet-i kerîme hakkındaki beyanlarına geçmeden önce, âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulünü, yani iniş sebebini belirtelim.

Bu âyetin sebeb-i nüzulü bütün müfessirlerin ittifakiyle Yahudilerin, Tevrat’ın kelimelerini alaya alıp hükümlerini değiştirmeleridir. Yahudiler, Tevrat âyetlerini zenginlere ve fakirlere farklı şekilde uygulamışlar, zina fiiline uygulanan recm cezasını zengin ve itibarlı kimselere kırbaç cezası şeklinde tatbik etmişlerdi. Katlde kimine yarı diyet, kimine tam diyet uy­gulamışlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Tevrat’taki sıfatlarını değiştirmişlerdi.

Sahih-i Müslim’in Berâ bin Âzib (R.A.)’den rivayet ettiğine göre, Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.) bu âyet-i kerîmenin ve bunu takip eden diğer iki âyetin Tevrat’la hükmetmeyen Yahudiler hakkında nazil olduğunu be­yan buyurmuştur. (Bu âyet-i kerîmeyi takip eden iki âyetten birincisinde Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin zalim oldukları, ikincisinde de fâsık oldukları beyan buyurulmaktadır.)

Kur’ân-ı Kerim’in en selâhiyetli müfessiri Resûlüllah (S.A.V.) olduğuna göre O Kur’ân-ı Kerîm’e âit herhangi bir beyanda bulunursa artık hangi mü’minde tereddüt, şek ve şüphe kalabilir!..

İbn-i Abbas (R.A.) âyet-i kerîmenin umuma değil de Yahudilere has olduğunu ifade ile “Yahudilerin Tevrat-ı Şerifteki ahkâma âit ayetleri gizlemeleri sebebiyle küfre gittiklerini” beyan etmektedir.

Herkesçe malûm olduğu üzere İbn-i Abbas (R.A.)’ın tefsiri, sahabenin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve umum sahabeler içerisinde hüsn-ü ka­bul görmüştür. Bu ise sahabenin icmaı demektir. Şühpesiz ki, Peygamber Efendimizden (S.A.V.) sonra Hak yolunda mutlak rehber sahabelerdir. Zira, Peygamber Efendimiz (S.A.V.):

“Benim sahabelerim yıldızlar gibi­dir; hangisine iktida ederseniz hidâyet bulursunuz.”

diye onları tezkiye etmiştir. Binaenaleyh, başta İmam-ı Mâlik ve Hanefî mezhebinden birçok fukahânın beyanına göre, sahabenin bir şeyi kabul etmesi bizim için hüc­cettir. Bilhassa Hulefâ-i Raşidîn, İbn-i Abbas, İbn-i Mes’ûd, Muaz bin Cebel (R.A.) ve emsalini taklid etmek dînen vâcibtir. Çünkü onlar derslerini bizzat Hz. Resûlüllah (S.A.V.)’dan aldıkları için hem ittika ve salâhatta, hem ilim ve fazilette, hem de Kurân-ı Kerîm’i anlamada herkesten ileridirler. Öyle ise Kur’ân’ın te’vil ve tefsirinde selâhiyet sahibi en başta onlardır.

Pek çok sahabe de İbn-i Abbas’la aynı görüşü paylaşmaktadır. Mese­la, Resûlüllah (S.A.V.)’ın sır kâtibi Hz. Huzeyfe bin Yemân (R.A.)’dan bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olup olmadığı sorulduğunda “Yahudiler hakkında nazil olduğunu” söylemiştir.

Nitekim Ashâb-ı Kirâm’dan Abdullah İbn-i Mes’ûd (R.A.) da şöy­le demektedir:

“İster Müslüman, ister Yahudi olsun, her kim Allah’ın hükmünden başka bir hükümle, helâl itikad ederek, hükmederse işte o, kâfirlerin tâ kendisidir. Ama haram işlediğini bilerek böyle bir hüküm verirse günahkâr ve fâsık olur. Artık onun durumu Allah’a kalmıştır. Dilerse azab eder, dilerse bağışlar.”

Câbir bin Zeyd, İbn-i Ebû Zaide ve İbn-i Şübrüme de İbn-i Mes’ûd’la aynı görüştedirler. Tabiînin muhakkiklerinden Hasan-ı Basrî, İkrime, Tâvis, Şâbi, Nuhas ve Dahhâk da âyetin bu mânâya geldiğini delillerle beyan etmişlerdir.

Fahr-i Râzi Hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurmakta­dır:

“Bu âyette iki mes’ele vardır. Birinci mes’ele, bu kelâmdan maksat zina edenlere verilen had cezasını değiştirmeye cür’et etmemeleri için Yahudileri tehdittir. Yani, onlar Tevrat hakkında sarih âyet olan İlâhî hükmü inkâr ederek, bu hüküm bize farz değildir, dediler. İşte bunlar mutlak kâfirdirler, hiçbir veçhile mü’min ismine lâyık değildirler.”

“İkinci mes’ele, Haricîler Allah’a isyan eden herkes kâfir olur dediler. Mezheb imamlarının hepsi bu hükme karşı çıktılar. Haricîler bu âyeti delil getirerek, bu âyet Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen herkesin kâfir olduğunu açık olarak ifade etmektedir, günah işleyen bir kimse de Allah’ın hükmüyle hükmetmediğine göre onun da küfrü vâcibtir dediler.”

Fahr-i Râzî, bu tesbitten sonra kelâm ve tefsir âlimlerinin ve onlara iş­tirak eden diğer bazı ulemânın Haricîlerin bu şüphesine karşı verdikleri cevapları zikretmekte ve en son olarak da Hz. İkrime (RA.)’nin cevabını naklederek, “Sahih cevap işte budur, en iyisini Allah bilir.” demektedir.

Hz. İkrime (RA.)’nin cevabı:

“Cenâb-ı Hakk’ın bu hükmü, ancak ve ancak hem kalbi, hem de lisanıyla inkâr edenlere şâmil olur. Herhangi bir kimse, Allah’ın hük­münü kalbiyle bilip, lisanıyla ikrar ettiği hâlde, bu hükmün zıddıyla amel ederse, o yine Allah’ın hükmettiğiyle hükmetmiştir. Lâkin o hük­mü yerine getirmeyi terketmiştir. Böyle bir kimse bu âyetin şümulüne girmez.”

Ebûssuud Efendi, bu âyet-i kerimeden bir önceki âyet-i kerimede, Cenâb-ı Hakk’ın Yahudi reislerine ve âlimlerine hitaben, “benim âyetlerimi az para ile satmayın” buyurduğunu nazara verir ve âyetteki iştira (sat­ma) kelimesinin değiştirme mânasına geldiğini ifade ile tefsirine şöyle de­vam eder:

“Yahudiler Tevrat’ın âyetlerini hafif gördüler (alaya aldılar), Tevrat’ı değiştirmekten men edildikleri halde, âyetlerin hilâfına hüküm getirerek kendi uydurdukları bu hükmü (hâşâ) Allah’ın inzal ettiğini iddia ettiler. Bu yüzden onlar kâfirlerin tâ kendileridirler.”

Bugün de birisi kalkıp Kur’ân’ın âyetlerini hafife alsa, yahut inkâr etse, yahut âyet-i kerîmeleri değiştirerek yerlerine kendi aklınca âyetler uydursa, elbette o da kâfir olur. Lâkin, öyle bir cürüm işlemediği ve Kur’ân’ın hak kelâmullah olduğunu kabul ettiği halde, âyetin hilâfına hareket etse, kafir olmaz.

Âlûsi, Haricîlerin bu âyet-i kerimeyi delil getirerek, günah işleyenlerin kâfir olduklarına hükmettiklerini kaydederek, cevaben şöyle buyurur:

“Bu âyetin zahirine bakarak günahkârların küfrüne hükmedilmez. Her ne kadar hüküm hem kalbe, hem de lisana şâmil ise de bu âyetteki hükümden maksat kalbin hükmüdür. Kalbin hükmü ise tasdikdir. Tas­dik etmeyerek Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin kâfir oldukların­da zaten ihtilâf yoktur.”

Yani, Âlûsî’ye göre, bu âyete dayanılarak bir kimseye kâfir denilebil­mesi için, o kimsenin Allah’ın hükmünü inkâr etmesi lâzımdır. Allah’ın hükmünü kalben tasdik eden bir kimse, fiiliyle o hükme muhalefet ederse, ona kâfir denilemez, yani hükümde esas olan kalbin tasdik edip etme­mesidir.

Âlûsî devamla İbn-i Abbas’tan şu hadîs-i şerifi nakleder:

“Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler ‘kâfir olurlar’, ‘zalim olurlar’, ‘fâsık olur­lar’ mealindeki ayetleri Cenâb-ı Hak ancak Yahudiler için inzal etmiş­tir.”

İbn-i Cerir’in nakline göre, Ebû Salih, sûre-i Mâide’deki bu üç ayetin ehl-i İslâm için olmadığını beyan etmiştir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın Yahudileri bu üç sıfatla (kâfir, zalim, fâsık) tavsif etmesi muhtelif cihetler iledir. Şöyle ki, Tevrat’ın âyetlerini inkâr etmeleri cihetiyle kafir sıfatıyla. İlâhî hüküm yerine başka bir hüküm koymaları cihetiyle zalim sıfatıyla, hak yoldan ayrılmaları cihetiyle de fâsık sıfatıyla sıfatlandı.
Son devrin büyük mütefekkir ve müfessirlerinden merhum Elmalık Hamdi Efendi de Âlûsî’yi te’yiden şöyle demektedir:

“Küfürleri hükm-ü İlâhî’yi inkâr ve istihkar etmelerinden, zulümle­ri miyar-ı hak olan hükm-ü İlâhî’yi atıp başka ahkâm ile hükmettikle­rinden, fıskları da hükm-ü Hakk’dan huruç eylediklerinden dolayıdır.”

Yine asrımızın selâhiyetli âlimlerinden Ömer Nasuhî Efendi, bu âyeti şöyle tefsir etmektedir:

“(… ve her kim Allahü Teâlâ’nın indirmiş ol­duğu) ahkâm-ı şer’iyye (ile hükmetmezse) onu inkâr, ona ihanet ve gayr-i muvavffak olduğuna kail bulunarak hilâfına hükme cür’et eyler ise (işte onlar) o gibi cür’ette bulunanlar (kâfirdirler); artık ahkâm-ı İlâhiye’ye muhalefetin ne kadar mes’uliyete calip bir hareket olduğunu düşünmelidir. İşte Tevrat’taki hükümleri kasden tağyir ve tebdil etmiş olanlar hakkında böyle bir tehdid-i İlâhi tecelli etmiş bulunmaktadır.”

Hülâsatü’l-Beyan tefsirinin müellifi Vehbi Efendi de tefsirinde bu mev­zuda şu malûmatı vermektedir:

“Âyetin (âhirindeki hükm-ü îlâhiye razı olmayanların kâfir olduklarını) beyan etmektedir. Zira sarih ve açık nassı ve ahkâmını inkâr cem’i-i enbiyânın şeriatlarında da küfürdür. Binaena­leyh Allah’ın inzal ettiği ahkâmı ile hükmetmeyip tağyir edenlerin iman ismine lâyık ve müstehak olmadıklarına beyanla ahkâmı tağyirin cezası pek ağır olduğuna işaret olunmuştur. ‘Bu âyetin zahirine nazaran fâsıkın kâfir olması lâzım gelir. Zira fâsık, irtikâp ettiği fıskda ahkâm-ı İlâhiye’nin hilâfına ihtiyar etmiştir.’ demekle Havâriç taifesi fâsıkın küfrüne bu âyetle istidlal etmişlerse de Fahr-i Râzî’nin beyanı vechi ile onlara şöyle cevap verilmiştir:

‘Gerçi fâsık fıskıyla Allah’ın ahkâmının hilâfına irtikâp etmişse de bu lisanında ve zahirde olup kalbiyle o ahkâmın hakkaniyetini tasdik ve işlediği fıskın günah olduğunu itikad ettiğinden kâfir olmaz. Çünkü kü­für hak olan ahkâmı kalbi ile inkâr ve lisanı ile reddetmektir. Fâsık, kalbi ile tasdik ettiği için mü’mindir. Fakat imanla beraber ahkâm-ı Şeriatın hi­lafı ile hükmetmek, sair günahları işlemek kabilindendir.’

“Bu âyette birçok tevcihat varsa da esaslı olan tevcih budur. Eğer âyette maksat bu olmazsa Kur’ân’ın hilâfında bir şey irtikâb edenlerin kâfir olmaları lâzım gelir hal­buki hak olduğuna imanla beraber, hilafını irtikap küfür değildir ve ola­maz. Çünkü bilimum günahlar Kur’an-ın hilafıdır. Günahtan hali bir fert tasavvur olunamaz. Eğer her günahı irtikâp eden kâfir olsa, âlemde mü’min bulunmamak lâzım gelir. Bu ise batıldır. Binaenaleyh Ebûssuud Efendi’nin tefsiri ile Fethü’l-Beyan’da: Allah’ın inzal ettiği ahkâm ile hükmetmemek, istihfaf ve istihlâl veya inkâr tariki ile hilâfında hükmün küfür olacağı ve hak olduğunu tasdik ve ikrarla beraber hilafından hükmün küfür olmadığı beyan olunmuştur.”

Hülâsa, bütün Ehl-i sünnet ulemâsı bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu beyan etmiş ve bu âyetin (hükm-ü İlâhî’yi kabul ettiği halde, ona muhalif hareket eden) Müslümanlara şümulü bulunmadığında ittifak etmişlerdir. Biz yukarıda bu beyanlardan maksadımıza kâfi gelecek kada­rını zikrettik. Yine başta beyan ettiğimiz gibi, bu fikir Ehl-i sünnete karşı, Fırak-ı dâlleden olan Haricîler tarafından ortaya atılmış ve Ehl-i sünnet ulemâsınca tamamen hata ve yanlış olduğu isbat ve izah edilmiştir. Bunun­la beraber, yer yer ehliyetsiz kişilerce, Haricîlerin bu fikrinin bilerek veya bilmeyerek ortaya atıldığı görülmüştür. Nitekim, Osmanlı’da Meşrûtiyet döneminde kanun-u esasî görüşülürken, bir takım kimseler bu âyeti delil getirerek, mezkûr kanunu çıkaranları tekfir ve tadlile cür’et etmişlerdir. On­ların bu hatalı görüşlerine karşı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şöyle mukabelede bulunmuştur:

“Maatteessüf sû-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifratın bir kısmı, Arapdan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Etrak’i (Türkleri) tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o denli te­cavüz etti ki ehl-i kanunu tekfir ederdi. 30 sene evvel olan kanun-u esasiyeyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi.” 

“Ve men lem yahküm bimâ enzelâllah” ilâ âhir hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki “men lem yahküm” bilmânâ “men lemyusaddık”dır.”  (Yani Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyişi, Allah’ın indirdiğini tasdik et­meyişinden ileri geliyorsa kâfirdir.)

Kanaatımızca her devirde olduğu gibi, bu gün de mezkûr âyet-i kerîmeye yanlış mânâ verenler, Ehl-i sünnete muhalefet etmekten ve Haricîlerin bâtıl ve isyankâr fikrini ihyaya zorlanmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.

Dipnotlar:

1. bk: Ahmet Emin, Fecrü’l-lslâm, s. 372.
2. Müslim, Kitabü’z-Zekât, etil, s.112; Zeylaî, Buğat Bahsi, c.lll, s. 294; Buhârî, Alâmet-i Nübüvvet Bahsi, c.lV. s. 179.
3.  Şehristanî, Milel ve Nihal, Havâric Bahsi.
4.  İmam Nevevi, Müslim Şerhi, Havâric bahsi.
5.  Muhammed Fakihü’1-aynî, Behçetü’l-Feteva, 197.
6.  Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.VI, s.44, 64.
7. Müellefetü’l-Kulûb: Asr-ı Saâdet’te kalbleriniln İslâmiyete ısınması için kendilerine zekât verilerek, farklı muameleye tâbi tutanlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu