Makaleler

İstanbul’un Fethi

İlim, sanat ve siyasi hayatın örnek şahsiyetlerinden olan Fatih’in yetişmesinde temele ilk harcı koyan babası Sultan Murad Han’dır. Manevi değerlere tutunmuş, kahraman olduğu kadar âlim ve şair olan bu büyük insanın, Fatih’in ruhunda tutuşturduğu meşale, kendisinden sonra gelen Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi devrinin en mümtaz âlim ve mürşitleri ile beslenerek kuvvetlenmiş ve sürekli olarak etrafını aydınlatmıştır. Sultan Murat Han’ın, hususiyle oğlu Fatih’in yetişmesinde takip ettiği ciddi ve disiplinli eğitim şekli, daha sonra sistemleşerek, diğer şehzadelerin de yetiştiği bir müessese halini almıştır. Bu müessese sayesinde ilim ve irfan ile süslenmiş ruhların ve manevi değerlerle tezyin edilmiş yüksek şahsiyetli Osmanlı şehzadelerinin yetişmesine vesile olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelik döneminde Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi meşhur hocaları sayesinde kazandığı ilmi seviyesi,  padişahlığı döneminde de sohbetler, müzakereler ve münakaşalarla daha da derinleşmiştir. İlme karşı son derece hevesli ve müştak olan Fatih’in en çok zevk aldığı meclisler ilim meclisleri olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet Han, İslami ilimlerde mükemmel olarak yetişmiş, bilhassa Manisa’daki ikinci şehzadelik döneminde tam bir akademik hayat geçirerek Arapça ve Farsça’yı mükemmel şekilde öğrenmiş, Latince, Yunanca ve Sırpça’ya da vakıf olmuş idi. Artık Fatih’in yanmaya hazır haldeki kandili, tutuşturulmayı bekliyordu. Onun, fıtratında mündemiç olan ilim ve marifet tohumlarını maneviyet âleminin sultanı Akşemsettin(1) inkişaf ettirecek ve yakacak yakacaktı ve yaktı da. Zaten Akşemseddin’in asıl itibarı, II. Murat Han’ın isteği ile Fatih Sultan Mehmed’in mürşidi olmasıyla başlamıştı. Akşemsettin, fevkalade zekâsı, istidadı ve ilimlere vukufundan dolayı II. Murad’ın, hususen de Fatih Sultan Mehmed’in takdirlerine mazhar olmuştur.

Fatih, ziyadesiyle sevip hürmet ettiği hocasını gördüğünde daima el bağlayarak kıyam ederdi. Taaccüple bunun sebebini soran Mahmud Paşa’ya “Benim bu zata hürmetim ihtiyarsız ve sonsuzdur. Diğer ilim erbabı benim yanıma geldiklerinde elleri titrer, benim de Akşemseddin’i görünce ellerim titriyor.” diye cevap vermiştir.

Akşemseddin Hazretleri, İstanbul’un fethine bizzat katılmış, fethin en sıkıntılı anlarında duası, teşvikleri ve manevi himmetleriyle Fatih Sultan Mehmed’e destek olmuş, fethin kazanılmasında büyük bir rol oynamıştır.

Evet, İstanbul’un fethinde, güçlü imanın, yüksek şecaatin ve bunlara destek veren üstün bir askeri gücün elbette ki önemi büyüktür. Ancak bu fethi,  muzafferiyetlerin en yücelerinden biri yapan unsur, onun maddi plânda mühim olduğu kadar, manevi planda da eşsiz olmasıdır.

Hacı Bayram-ı Veliden hilafet alarak Göynük’te irşat vazifesine devam eden  Akşemseddin hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın  daveti üzerine İstanbul kuşatmasına iştirak eder ve muhasaraya yardımcı olur; kuşatma süresince ordunun manevi duygularının yüksek tutulmasında büyük hizmetler görür; hatta  fethin müyesser olacağı zamanı ve hücum edilmesi lazım gelen yeri önceden Fatih Sultan Mehmed Han’a bildirir. Akşemseddin Hazretlerine, “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiş:

“Kardeşim Hızır ile ilm-i leddünniye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ın yanında evliyadan bir cemaatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur halde gördüm.”

Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa ve taraftarlarının muhasaradan vazgeçilmesini istemelerine rağmen, Akşemsettin, onların fikrine karşı çıkar ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam etmesi fikrini savunur. Ortaya koyduğu kuvvetli deliller sayesinde ona itiraz edenleri susturur. Başta Akbıyık Sultan, Molla Hüsrev, Molla Fenari ve diğer İslam büyükleri olmak üzere müştereken hareket etmişler ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam etmesini sağlamışlardır.

İstanbul kuşatması devam ederken Fatih Sultan Mehmed Han’ın arzusu üzerine ashab-ı güzinden olan Hz. Peygamberin (s.a.v) mihmandarı Halid Bin Zeyd  Ebu Eyyüb El-Ensari’nin  kabr-i şerifin bulunduğu yeri keşfetmiştir. Bu keşif ve tayin o günün bütün ulema, fukaha, ümera, udeba ve şuarası tarafından itiraz edilmeksizin kabul edilmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Hazretleri, Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde, İstanbullular onları muhteşem bir merasim ve alkışlarla karşıladılar. Yanında, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve veliler topluluğu da bulunuyordu. Herkes Akşemseddin’i padişah sanıyor, demet demet çiçekleri ona veriyorlardı. Akşemseddin de genç padişahı göstererek “Sultan Mehmed odur.” diyordu. Buna karşılık, Sultan Mehmed de “Yine ona gidiniz. O benim hocamdır. Şehrin manevi fatihidir.” diyordu.

Daha sonra fetih nişanesi olmak üzere Bizanslıların en büyük kilisesi olan Ayasofya,  camiye çevrilmiş ve ilk cuma namazı Akşemseddin Hazretleri tarafından kıldırılmıştır.       

İstanbul’un fethinden sonra, Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet Han’ın ısrarına rağmen İstanbul’da kalmamış, Göynük Kasabası’na yerleşerek. Ömrünün kalan kısmını ibadet, zikir ve tefekkürle geçirmiş ve 1460 tarihinde hakkın rahmetine kavuşmuştur. Türbesi her an ziyaret edilmektedir. Cenab-ı Hak kabrini pür nur ve makamını âli eylesin. Âmin!

İstanbul’un fethi ile bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan Fatih, çürümüş ve köhne bir medeniyetin yerine üstün ve eşsiz bir medeniyeti tesis etmeyi başarmıştır.

Bu cihangir hükümdar, cihanşümul imparatorluğa layık bir şehir inşa edebilmek için titiz ve çok planlı hareket ederek sarayları ve camileri inşa ve tesise başladı. Ayrıca İslam’ın tealisinin ulum ve fünun ile olacağını iyi bilen Fatih, manevi âlemlerin sultanları olan ilim ve irfanlarıyla ün salmış ulema ve müderrisleri İstanbul’a getirerek medreselerin tanzim ve tedrisini onlara bıraktı. Şehrin muhtelif mevkilerindeki medreselere müderrisler tayin etti. Bunun için de İstanbul’un en yüksek tepelerinden birinde yaptırdığı cami etrafında ilim ve irfanın talimi için sekiz adet medrese yaptırmıştır.

Darülfünun mahiyetindeki bu medreselerde sadece İslami ilimler değil, zamanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek olan, fen, felsefe, tıp ve edebiyat gibi birçok ilimler okutuldu ve bu medreseler asırlar boyu siyasi, idari, içtimai ve kültürel hayatın menşei ve kuvveti oldu, milletin teali ve terakkisinde mühim hizmetler ifa etti. Osmanlı tarihini şereflendiren ulema ve ümeranın tamamı bu nurlu medreselerin mahsulüdür.

O nurlu medreselerde nice hikmetşinas filozoflar, adaletli hâkimler, dâhi derecesinde mütefekkirler, birçok dirayetli devlet adamları ve mahir ve kahraman kumandanlar yetişmiştir. Bu medreselerde yetişen insanlarda celadet, şeamet, hamiyet, ahde vefa, istikamet, şecaat, vakar, iffet, şefkat, merhamet ve tevazu gibi milletin devam ve bekasının teminatı olan yüksek vasıflar müşahede olunmaktadır. İşte Osmanlının altı asır gibi uzun bir müddet hüküm sürmesinin sırrı budur.

Artık ülkenin her köşesinde ilim ve irfan yuvaları şa’şaası ile tecelli etti. İnsaniyetin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşitler, maneviyat sultanları, mütefennin âlimler ve şairler yetişerek o necip milleti fazilete ve marifete isal ettiler.

On sekiz yaşında Osmanlıların 7. padişahı olarak tahta çıkan Fatih Sultan Mehmed Han, bir idare ve siyaset adamı olduğu kadar, bir fikir ve his adamıdır. O, cihangir olmaktan öte arif ve kâmil bir insandır.

Kişilik olarak kararlı ve dirayetli, siyasi görüşü kuvvetli ve nafiz bir hükümdar olan Fatih, laubalilikten uzak, gerçek bir dindar, takva sahibi ve mutasavvıf yönüyle de bilinen insan-ı kâmil idi.

Fatih için söylenen “hükümdar, cihangir, serdar, sanatkâr ve şair” gibi birçok meziyeti yanında, belki de onun en çok söylenmesi gereken yönü “âlim ve deha derecesinde bir mütefekkir” olmasıdır. Onun bu üstün vasıflarını hiç yanından ayırmadığı, ruhi mürebbiyeleriyle elde ettiği muhakkaktır.

Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı Padişahları içinde en dirayetli, en faziletli ve en ziyade otorite gücüne sahip biri idi. O’na bu ruhu, çelik gibi iradeyi ve harika metaneti  nefhedenler  Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemsettin gibi manevi sultanlardı…

Fatih ve askerleri Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) senasına mazhar olmuşlardır. Fatih Sultan Mehmed daha çocuk iken, duygu ve düşünce dünyasını fetih hayalleri ile süslemiş, o büyük müjdeye mazhar olmak için yanıp kavrulmuştur.         

İstanbul’un fethi ile İslam’ın izzetini bayraklaştıran, Hz. Peygamber’in hadis-i şerifine mazhar olmak suretiyle büyük bir şeref ve izzet kazanan Fatih, bu payeyi, niyetinin sağlamlığı ile beraber, Allah’ın bahşettiği istidat ve kabiliyetleri iyi kullanmak ve iradesinin hakkını vermek suretiyle kazanmıştır.

Sultan Murad Han, adeti üzere her zaman sabah namazından sonra hatm-i şerif okumakta idi. O gün Muhammed Suresi’ni henüz bitirmiş ve Fetih Suresi’ne başlamak üzere iken cariyesi gelerek, bir oğlunun olduğunu doğumunu müjdeler. “Ravza-ı Murad’da bir gül-i Muhammed’î açtı.” diyerek, bu kutlu haber karşısında heyecanlanan ve ziyadesiyle mesrur olan genç padişah: 

“Sure-i Muhammed-i bitirdikten sonra bu müjdeyi aldım, adı Muhammed olsun. Fetih Suresine başladım. Yarabbi bu surenin hürmetine İstanbul’un fethini ona müyesser kıl!..”

diye dua etmiştir. Zira o güne kadar çeşitli melikler ve padişahlar yirmi sekiz kez teşebbüs etmiş, ancak hiç kimse İstanbul’un fethine muvaffak olamamıştı.

Fatih Sultana Mehmed Han’ın cihangirliği, İslam dininin üç temel otoritesine dayanmaktadır. Dini, manevi ve siyasi olmak üzere, üç otoriteyi şahsında toplayan tek şahıs Hz. Muhammed’dir. (s.a.v) Bu üç otoritenin ayrı ayrı şahıslarda temsil edildiğini en açık şekliyle Fatih Sultan Mehmed’te özellikle de İstanbul’un fethinde görmekteyiz. Dolayısıyla siyasi otoriteyi genç Fatih, dini otoriteyi Molla Gürani ve manevi otoriteyi de Akşemseddin temsil etmiştir. İşte İstanbul’un fethinin altında yatan asıl sır budur.

İstanbul’un fethi, Fatih Sultan Mehmed’in kararlılığının, azim ve sebatının ve büyük bir askeri dahi olduğunun ifadesidir. Nitekim İstanbul’un kuşatılması esnasında fethin uzaması ve Yeşilköy açıklarında Baltaoğlu kumandasındaki Türk donanmasının mağlubiyeti gibi buhranlı geçen günlerin birinde Fatih Sultan Mehmed atını, kendi ruh deryasından daha sakin ve daha az hiddetli olan denize sürerek, sarf ettiği; “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni…”  sözleri, onun azminin kararlığının açık bir delilidir. Fatih’in atının ağzından çıkan köpükler, aslında O’nun böyle ümitsiz günlere damgasını vuran, ruh deryasındaki azim ve hiddet dalgalarının köpükleriydi.

Bu şevketli hükümdar, bir taraftan dünyaya baş eğdirirken, diğer taraftan da çok arzu ettiği ve daima iç alemindeki derviş Fatih olarak kulluk ve yokluk şevkiyle baş başa kalmaya; kendi ismini taşıyan türbesinde, yaratılışındaki cevherini teşhir eden kabul edici bir dost kucağına, yani kendini en iyi kucaklayacak olan Hazret-i Peygamber’in ağuşuna atmaya (s.a.v) ve toprağa sırlanmaya ve o pencereden huzura çıkmaya hazırlanıyordu.

Otuz bir yıl gibi uzun bir saltanat geçiren Fatih,
hiç durmadan maddi ve manevi nice fütuhatlar yapmış ve nihayet elli üç yaşında aniden vefat etmiş; kendisinin yaptırdığı Fatih Camii’nin yanına defnedilmiştir.

***
(1) Akşemsettin; 1389 yılında Şam ‘da dünyaya gelmiş, büyük bir âlim ve mutasavvıftır. Asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. Saçının ve sakalının ak olması ve sürekli beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşemseddin lakabıyla meşhur olmuştur.  Akşemseddin’in soyu, baba tarafından Hz. Ebubekir’e dayanmaktadır. İlk tahsilini babasından alan Akşemseddin, yedi yaşında hafız olup, ailesiyle birlikte Samsun’un Kavak bucağına yerleşmiştir.

Akşemseddin, dini ilimlerde fevkalade bir bilgiye sahip olduğu gibi, tasavvufta da çok ilerdedir.  Ayrıca tıp ve eczacılık sahalarında da çalışmalar yapmıştır.

 Akşemsettin hayatının her anını çok iyi değerlendirmiş, sürekli ilim ve irfanla meşgul olmuş, böylece çok bereketli bir ömür geçirmiştir.   Babasının vefatından sonra Amasya ve Osmancık medreselerinde eğitimini tamamlayan Akşemseddin, müderrislik payesi almış ve Osmancık Medresesine müderris olarak atanmıştır. Tasavvufa olan ilgisinden dolayı,  önce İran’ı dolaşmış, fakat umduğunu bulamadığı için tekrar Anadolu’ya dönmüştür.

Bazı âlimler, Akşemsettin’e Hacı Bayram Veli’den tasavvuf dersi almasını, onun feyiz ve irfanından istifade etmesini tavsiye etmelerine rağmen, o bunu pek ciddiye almamış, Şeyh Zeynüddin’e talebe ve mürit olmak için Halep’e gitmiştir. Orada bulunduğu bir gece rüyasında boynuna bir zincirin takılmış olduğunu, zincirin diğer ucunun Hacı Bayram Veli’nin elinde olduğunu ve kendisini Ankara’ya doğru çektiğini görür. Bunun üzerine tekrar Ankara’ya döner ve Hacı Bayram Veli Hazretlerinin yanına varır. Hacı Bayram Veli müritleriyle beraber ekin biçmektedir.  Akşemsettin’in geldiğini gördüğü halde ona ne hoş geldin der, ne de yüzüne bakar. Buna rağmen Akşemseddin Hazretleri müritlerin arasına girerek ekin biçmeye başlar. Yemek zamanı geldiğinde Hacı Bayram Veli müritleriyle beraber yemeğe oturur, fakat onu yemeğe davet etmez. O da hayvanların yediği kaptan yemeğini yer.

Bunu gören Hacı Bayram Veli Hazretleri onu affeder ve müritliğe kabul eder.  Hacı Bayram Veli’nin yanında sıkı bir riyazete alınan Akşemseddin manevi yönden çok büyük derecelere vasıl olur, ilim ve irfanda bir hayli terakki eder. Kısa bir zamanda tasavvufun bütün inceliklerini öğrenen Aksemseddin, Hacı Bayram Veli’den icâzet alır ve  hilafet tacını giyer.  Hacı Bayram Veli’den müsaade alarak önce Ankara’nın Beypazar ilçesine daha sonra da İskilip’e yerleşir. Burada da kısa bir zaman kalır ve Bolu’nun Göynük ilçesine gider.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu