Mektuplar, Sohbetler, Sorular ve CevaplarMuhtelif Soru-Cevaplar

Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın herhangi bir yerinde doğan İslam’dan habersiz bir çocuk, manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?

Evvelâ, şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz:

Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân’ın hakkıdır, mahlûkatın O’na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân’dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak‘ın bütün tasarrufatı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O’nun mahlûkatına O’ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz.

Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk’ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân’dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes’elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu ilâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi’nde de beyân buyurulduğu gibi, zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hatta bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, ilâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, ilâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes’elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nevi ibâdettir.

Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî’nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz.

Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın adaletine iman eden bir kimse de, her hadisede ilâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerîm’inde,

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder…” (Bakara, 2/286)

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.

Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

 Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

– Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.

– Ramazan’da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

– Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.

– Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allahü Teâlâ -mutlak adaletiyle- kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hak, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.

Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk’a imân ve O’na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm’in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah’ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O’na karşı ibadetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim:

Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi.

Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerinitikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerinbüyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise, böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necattır.

Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen’in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

“Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretlerine imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, marifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.”

“Fetret, inkıta manasınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretlerinin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.”

“Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibi şerî ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahü Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre mücerred akıl ve nazar marifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allahü Teâlâ’ya imanın vücûbu şer’i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, ‘Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.’ (İsrâ, 17/15) nass-ı Kur’anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ’ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri’nin hüsnünü idrâk edebilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz… Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer’iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan marifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh marifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah’a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.”

Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:

“Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk’a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah’ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.”

“Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, ilâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.”

“Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm’ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.”

“Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’ariye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah’a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem’e konulmazlar. Nitekim, ‘Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.’, âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın bir olduğunu anlayabilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez… Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah’ı bilmenin terki mânâsına gelmez.”

“Bundan dolayı, Allah’ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah’ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah’a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.”

Ehl-i fetret hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arî’ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale, s. 385)

Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:

“Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’ari’ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü, mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler.”

Burada bir sual akla gelebilir:

– Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretlerinin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

“İnancıma göre, inşallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:”

“a. Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.”

“b. Hz. Peygamber’in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.”

“c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber (asm)’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.’ şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘Adı el-Mukaffa’ olan yalancının biri Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur.’ sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asm)’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.” (İmam-ı Gazali, İslâm’da Müsamaha, Tercüme: Süleyman Uludağ, s. 60-61)

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde, İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk’ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

“Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi’ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım… Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.” (bk. Kastamonu Lahikası, s. 103.)

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî’nin“Mezâhib-i Erbaa” adlı eseriyle, Aliyyü’l-Karî’nin “Şerhu’l-Emâli” ve “Şerh Alel-Fıkhi’l-Ekber” adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:

İslâmiyet’te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı saâdet’te Hazret-i Resulüllah (asm)’ın kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah (asm)’ın devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke’de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke’de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil’in, Hazret-i Resulüllah (asm)’ın  öz amcası Ebû Leheb’in de Müslüman olması icab ederdi.

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim’in babası Nemrud’un putçusuydu ve inkârcılardandı. Lût Aleyhisselâm’ın karısı, Nuh Aleyhisselâm’ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah’ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (as) onun sarayında, hatta onun kucağında yetişti. Firavun’un karısı da Allah’a inanan bir kimseydi.

Demek ki, Rabbini arayan ve O’na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felaketten kurtaramaz. Bugün de İslam memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslamî örf ve âdetler, hatta mezar taşları İslam’ı telkin ederken, anlatırken, hâlâ İslam’dan uzak ve Allah’tan gafil nice insanlar yok mudur?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu