Nübüvvetin ehemmiyetini izah eder misiniz?
Peygamber, Allah Teala’nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek, onlara hakkı ve doğruyu açıklamak üzere gönderdiği ilahi elçidir. Kendisine kitap verilmeyen peygamberlere “nebi”, kitap verilenlere ise “resul” denir. Her resul, nebidir; fakat her nebi resul değildir. Mesela, Hz. Peygamberimiz Muhammed (s.a.v) hem nebidir, hem resuldür. Hz. Harun (a.s) nebidir, ama resul değildir. Hz. Musa (a.s) Tevrat sahibi bir peygamber olduğu için hem nebi, hem resuldür.
Peygamberlik çalışmakla elde edilmez, o bir mevhibe-i İlâhîdir, rabbanî bir bağıştır ve hususi bir lütuftur. Allah, onu mümin kullarından ehil gördüklerine ihsan eder ve peygamberliğe seçtiği kulunu buna hazırlar. O’nu her türlü kötülüklerden korur ve bu şerefli makama ehil bir halde yetiştirir.
Peygamberlere iman etmek, imanın şartlarındandır.
Peygamberlerin beş temel sıfatı vardır:
1. Sıdk: Peygamberler, niyette, iradede, sözde, işte ve davranışta doğruluk üzeredirler.
2. Emanet: Peygamberler, sözlerinde işlerinde, hükümlerinde, nakillerinde, rivayetlerinde, tebliğlerinde, gizli ve aleni yaşantılarında emin kimselerdir.
3. Tebliğ: Peygamberler, tebliğe mükellef tutuldukları her emri ümmetlerine iletmek mecburiyetindedirler. Korkmak veya bir menfaat ummak gibi herhangi bir sebeple vahyedilen emri gizleyemezler.
4. Fetanet: Peygamberler “üstün zekaya, derin ve ince şuura, berrak bir zihne, mükemmel bir hisse, süratli bir anlayışa” sahiptirler. Sahabelerin meşhur şairlerinden olan Hassan b. Sabit (r.a), bir beytinde şöyle der:
“Rasulullah’ın apaçık mu’cizeleri olmasaydı bile onun ani hadiseler karşısındaki keskin görüşü peygamberliğini ispata yeterdi.”
5. İsmet: Peygamberler büyük ve küçük bütün günahlardan korunmuşlardır. Onlar, Allah’ın hıfzı altında olduklarından Peygamber olmadan önce de günah işlememişlerdir.
Cenab-ı Hak, nihayetsiz şefkat ve merhametinden kullarına doğru yolu göstermeleri için peygamberler göndermiştir. Zira insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak günahlardan arınmış peygamberlerin önderliğinde olabilir. Eğer kitap ve peygamber gönderilmese idi, insanlar Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, neyin helal neyin haram olduğunu bilemez ve sırat-ı müstakimde gidemezlerdi.
Bediüzzaman Hazretleri nübüvvetin ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir:
“Bil ki: Nev’-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir.”1
İnsan, mücerred akıl ile Allah Teâlâ’nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes’in, kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve vazifelerinin ne olduğunu bilemeyeceğinden, Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve kitaplar gönderdi. Zira, bu hakikatlar, ancak vahyin ziyâsiyle görülebilir ve peygamberlerin tebliği ile bilinebilir. İnsan, bütün kemâlât ve faziletlere ancak vahyin ziyası altına girmekle mazhar olabilir. İbadet, tâat, hamd , zikir ve tefekkür ile terakki eder. İstidadına göre marifetullahın hadsiz mertebelerinde tekâmül eder. Kâinattaki garip san’atları, acib nakışları ve hakimane tezyinatı hayretle tefekkür eder. Rabb-i Rahîm’inin nihayetsiz ikram ve ihsanlarına şükür ve hamd ile mukabelede bulunur. Cenâb-ı Hakk’ı, vücudu vacip, ilmi muhît, kudreti nihayetsiz, irâdesi mutlak; mahlûkatı ise vücudu hâdis, (sonradan var olan) sonsuz âciz, ilmi nakıs, irâdesi cüz’i olarak bilir.
Vahyin ziyası altına girmeyen ve ondan istifade etmeyenler ise, ya süfli arzularının peşinde koşar, sefahate giderler veya dünyanın aldatıcı ve geçici zevkleri ile kendilerini avutmaya çabalarlar. Yahut bir kurtuluş reçetesi olarak batıl itikatlara, hayalî doktrinlere ve felsefenin vehmî düsturlarına yapışırlar. Sırat-ı müstakimden gitgide uzaklaşır, hayır ve kemâlâta istidatları kalmayacak derecede tedenni ederler. Artık bu tip insanlar, teselliyi inkârda ve Allah’a düşmanlıkta aramaya başlarlar. O’nun ulûhiyetinin şânına yakışmayan itikatlarla kendilerini tatmin etmek isterler.
“Nübüvvet Beşerde Zaruriyedir. Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.”2
Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah’ın azabıyla) korkutan biri (peygamber) gelip geçmiş olmasın.”3
Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:
“Her milletin bir peygamberi vardır.”4
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, her ümmet için bir peygamber gönderilmiş, onlara Allah’ın emir ve yasakları tebliğ edilmiş ve böylece adalet-i İlâhîye tecelli etmiştir. İnsanların bir kısmı gönderilen peygamberi tasdik etmiş, ona ittiba ederek dünya ve ahiret saadetine mazhar olmuşlar, bir kısmı ise onları inkar ederek ebedi bir azaba müstehak olmuşlardır.
İşte insanlara Cenab-ı Hakk’ı ve diğer iman hakikatlerini anlatmak ve ubudiyeti ders vermek için peygamberler gönderilmiştir. Bütün çiçeklerin açması, ağaçların yetişmesi ve inkişaf etmesi için güneşe nasıl ihtiyaç varsa, kalp ve gönüllerin nurlanması ve akılların irşadı için de hidayet güneşi olan peygamberlere o derece ihtiyaç vardır.
Dünyada her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimaî ve manevî hastalıkların tabibi de peygamberlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları bir çok manevî hastalıklardan korumak ve cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için peygamberler gereklidir.
Âdil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak, her insana bu dünya imtihanını kazanacak bir akıl ihsan etmiş, ayrıca o aklın istikamet dairesinde yürümesine yardımcı olacak, ona yol gösterecek peygamberler göndermiştir. Bir kaptan ne kadar bilgili ve mahir olursa olsun, yine de bir haritaya ve pusulaya muhtaçtır. Binaenaleyh akıl da mahluk ve mahdut olduğundan tek başına her şeyin mahiyetini anlayamaz, sırat-ı müstakimde yürüyemez.
Bunun içindir ki, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelipte bir peygamber ismi duymayan bir insan, sadece aklı ile iman hakikatlerini bilmesi mümkün olmadığından, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necâttır. Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre ise böyle bir kimse sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilirse ehl-i necat olur.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen’in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını sadeleştirerek takdim edelim:
“Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk’a iman etmekle mükelleftirler. Çünkü, onların akılları ve bozulmamış fıtratları kendilerini Allah’ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.”
“Fetret, ‘kesilme’ mânâsınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına ‘ehl-i fetret’ denilir.”
“Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya gelen, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın sesi ulaşmayan kimseler de fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.”
“Dolayısıyla, bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç ve zekât gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a iman etmenin bunlara farz olup olmadığı konusunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah’a imanın kişiye vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem’e konulmazlar. İmam Eş’ari bu hükmüne, ‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz.’,5 âyetini delil gösterir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılışın gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın varlığını anlayabilir. Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eseri görüp dururken, bunların Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması câiz görülemez. Âyette, ‘azab etmeyiz’ ifadesinden maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azap etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerini yerine getirilmemesine aittir. Yoksa, Allah’ı bilmenin terki mânâsına gelmez.”
Soru: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?
Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
“İnancıma göre, inşâallah Allah-u Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:
1) Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) ismini hiç duymamış olanlar. Bunlar ehl-i necattır ve cennete gireceklerdir.
2) Hz. Peygamber’in ismini, onun güzel vasıflarını ve gösterdiği mucizeleri duymuş olanlar. Bunlar, buna rağmen ona iman etmezlerse kâfir sayılırlar ve cehenneme girerler.
3) Hz. Peygamber’in ismini duymuş, ancak onun vasıflarını duymamış olanlardır. Ancak peygambere imanın şart olduğunu bilmediklerinden bunların da cennet ehl-i olacağı söylenmektedir. Bu kimseler, tâ küçüklüklerinden beri Hz. Peygamber’i “İsmi Muhammed olan ve peygamberlik iddiasında bulunmuş biri şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘Müseylemetü’l-Kezzap’ olan yalancı birinin peygamberlik iddia ettiğini” duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”6
Bugün de çeşitli ülkelerde İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde, ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk’ı bulma imkânından mahrum kimseler olabileceği gibi, esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile Din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allah-u Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.
Dipnotlar:
1 Lem’alar.
2 Sözler.
3 Fatır Suresi, 35/24.
4 Yunus Suresi, 10/47.
5 İsra Suresi, 17/15.
6 İmam-ı Gazalî, İslâm’da Müsamaha, s, 60-61 (Terc. Süleyman Uludağ).