Aydınlar ve Din Hakkında Sorular
Sual:
Yakın tarihimiz içinde aydınlarımızın dine karşı tutum ve davranışını nasıl buluyorsunuz?
Yakın tarihimizde münevverimiz kalp ve akıl imtizacında mütecanis olamamış, dinin ferdi ve içtimai hayattaki ehemmiyetini yeterli ölçüde kavrayamamıştır. Dine karşı lâubali ve lâkayd kalmıştır. Dinimizin itikad, amel, ahlâk, fazilet ve adalet, gibi insanlığı bütün cepheleri ile kuşatan fevkalâde müessir ve muvazeneli emir ve yasaklarını dikkatle inceleme külfetini -maalesef- kendilerinde göstermemişlerdir. Çalışmaya büyük önem veren, ilimde, teknikte en ileri merhaleler kat’etmeyi emreden Din-i İslâm’ı, yanlış fikirler, batıl hurafeler ve bid’atlar ile iltibas etmiş, aldanmışlardır.
Yakın tarihimizde münevverimiz, fikirde, tecessüsde, intikalde, tedbirde, dirayette, ahlâkta, fazilette yetersiz ve kıvamsız idi. Biraz Fransızca bilen, salon kültürüne sahip, zevk ve eğlence partilerinin mahkûm ve müşevviki olan herkes kendisini gerçek bir münevver telâkki ediyordu.
Münevverlik şekilde, kalıbta ve isimde idi, kabukta ve kısırda idi, lüb ve özde değildi. Giyimde Batıyı eksiksiz taklid eden ve Frenk edebiyatının en ince noktalarına kadar nüfuz eden münevverimiz maalesef Din-i Hakkın ruhunu kavramak ve derinliğini anlamakta çok lâkayd kalmıştır. Devrimizin münevverlerinin çoğu, nazarlarını fani ve kısa dünya hayatına hasretmişler, kabir ve ötesini görememiş, hayat-ı ebediyyenin gafili kalmışlardır. Bir cemiyet, terbiye birliğini, telkin birliğini ve tedris birliğini terkeder veya kırarsa yahut da ahlâk, tedris ve telkinler ile mevcut yapısından inhiraf ederse, o cemiyetin ruhu ölür. Hayatı söner. Cemiyet artık mütecanis bir bütün olmaktan çıkar, bir yığın olur. Tabiri caizse cemiyet, içini boşaltmış, kurumaya müheyya asırlık bir çınar ağacına döner. Yakın tarihimizdeki münevverlere bu açıdan baktığımızda, münevverlerimizin farklı terbiye, telkin ve tedris sebebiyle mütecanis bir hayat ve fikir görüşüne sahip olmadıklarını görürüz.
Münevverlerimizin bir kısmı dinden uzaklaşmakla tekâmül edeceklerini sanmışlardır.
Diğer bir kısmı da maneviyat ağırlığını hissettirmekle birlikte, “Dinde mutaassıb, muhakeme-i akliyede noksan” hükmüne masadak idiler.
Diğer bir kısım münevverimiz ise, hem maneviyattan hem de memleketimizin problemlerini çözecek bir idrakten mahrum idiler. Bunlar Batının hayat ve prensiplerini ruhlarına sindirmiş, meşreben derbeder, sefih, şahsî menfaatlarını umumun fevkinde tutan mes’uliyetsiz ve silik şahsiyetlerdi.
Diğer bir kısmı ise, dinden tamamen mahrum, materyalist, inançsız, itikatsız ve istikametsiz bir güruhtur. Bunlar, azınlıklar, dönmeler, menfî zihniyetlerin maşası olmuş vatan ve mukaddesat düşmanları ve bir kısım komiteciler idi. Bunların aksiyonları yıkım ve tahrip üzerine müessesti. Gayeleri bulanık, hedefleri bozuktu.
Bu gruplardan başka -az da olsa- dinin kudsiyyetini müdrik, salâhat ile mahareti cem eden, şuurlu, fedakâr, vatanperver, ehl-i hamiyet münevverlerimiz de mevcuttu.
Ancak, bunlar içtimaî hayata hâkim olacak ve cemiyete yön verecek, sayıdan ve imkândan mahrum idiler.
Elhasıl, farklı fikirler ve zıd felsefelerin arenası olan o günkü cemiyette münevverimiz mütecanis olamadı, akıl ve kalb imtizacını tesis edemedi. Milletimizin ruhî temayülüne, an’ane-i örfiyyesine âyine olamadı. Halktan koptu, vicdan-ı umumînin murakabesinden çıktı. Batıdan gelen oyunlara âlet oldu. Ve Garb kültürünün nüfuzu altına girdi.
Her devirde değerini muhafaza eden ve hükümferma olan içtimaî bir ferman vardır:
“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.”
Zira, her milletin kameti ayrı bir libas ister. Münevverlerimiz ferdî ve içtimaî bünyede yapılacak köklü ıslahatlar için Batı dünyası ile olan ittihad ve imtiyaz noktalarını gerçek cepheleri ile tesbit edemedi. Şark ve Garb dünyasını aynı terazide tarttı. Bizi, Batı dünyasından ayıran yapı farklarını temyiz edemedi. Elbette onlarla müşterek cihetlerimiz olacağı gibi, onlardan ayrı ve müstakil cihetlerimiz de olacaktı, bunu idrâk edemediler. Neticede, “Müteharrik-i bizzat” değil, “Mü-teharrik-i bilvasıta” oldular. Maneviyattan, örf ve an’anelerimizden kopmalar başladı. Vicdanlar perdelendi. Bu arada din aleyhine yapılan kasdî ve yoğun propagandalar, ahlâksızlığı terviç etmek için kurulan komiteler, kasıtlı ve pespaye yayınlar, menfî telkinatlar da bu kopuşu hızlandırdılar. Mazi ile aramızda korkunç uçurumlar açıldı. Dinimizin hikmet ve hakikatlarının eğitim kademelerinde ihmal edilmesi de neticede aydınımızın kısır ve kabukta kalmasına, dine karşı nisbeten gabileşmesine sebeb oldu.
Sual:
Dün ile bugünü kıyaslarsanız, aydınlarımızın dine karşı tutum ve tavrında bir yenilik ve değişme var mıdır?
Bugün münevverimizde gözle görülebilir, vicdanla hissedilebilir ölçüde dine karşı müsbet bir teveccüh vardır. Dini, şuuren idrâk edip, amelen yaşayan münevverlerimiz gün geçtikçe çoğalmaktadır. Tefessüh etmiş materyalist, ve sefih bir kısım aydınımız hariç tutulursa, münevverimizde, dine karşı alâkanın her gün biraz daha arttığını müşahede etmekteyiz. Bugün ülkemizde mabedlerin alabildiğine artması, cemaatinin ekseriyetinin gençlerle dolup taşması, yapılan hayır ve hasenatlar, Kur’an’ın hikmet ve hakikat cephesini muknî ve müdellel bir şekilde izah eden tefsir ve eserlere gösterilen teveccüh ve itibar bu kanaatimizi te’kid ve te’yid etmektedir.
Memleketimizdeki münevverlerin bir kısmı, dini, amel ve hayat olarak yaşamasa bile, dinin fert ve içtimaî hayattaki ehemmiyetine inanmakta, gelecek nesillerin, özellikle evlâtlarının dindar ve ahlâklı olmalarını samimî olarak arzu etmektedirler. Günümüz insanı, artık sefahetten bezdiği gibi, eskisi kadar, günümüzdeki muhayyel doktrinlere, kan ve kin üzerine inşa edilen ideolojilere de itibar etmemektedirler.
Komünizm ve faşizm gibi ruhsuz ve despot sistemler, beşerin dünyasını hercümerc ettiği gibi, ebediyet ihtiyacına da cevap verememiştir. Polonya ve Afganistan’da işlenen cinayetler, komünizmin, tahripten başka bir gayesinin olmadığını kör gözlere de göstermiştir. Hiç bir beşeri doktrinin, Din-i Hakk’ın yerini dolduramayacağı, beşer âlemine şifa bahşedemeyeceği vak’a ve müşahedelerle açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Mücerred beşer fikrinin mahsulü olan ideolojilerin, gün geçtikçe yarılıp çatladığını, dağılıp parçalandığını keskin feraset sahibi münevverlerimiz hissetmektedirler.
Ayrıca, ülkemizde yaşanan o korkunç anarşi dönemleri, ödenen ağır faturalar, bir kısım münevverimizin ister istemez dine karşı ilgilerini artırmıştır. Ehl-i ihtisasın ve içtimaiyatçılarımızın tesbitlerine göre, anarşinin temelde kaynağı “Dinî terbiye ve telkinin kifayetsizliği” dir. Bu milletin içtimai yapısını tanzim, terbiyesini tekeffül ve rehberliğini deruhte edenler, bu kifayetsizliği geç de olsa hissetmişlerdir ve hissetmektedirler. Nitekim bu müsbet temayülün yönetim kadrolarına da in’ikas ettiğini memnuniyetle görmekteyiz. Öte yandan, bugün birçok münevverimiz, beşeri dinden sıyırıp ayırmanın mümkün olamayacağını akıl ve vicdanlarıyla tasdik etmektedirler. Çünkü inanç beşeriyetin en derin, en esaslı bir ihtiyacıdır. Din hissi insan fıtratının ezelî bir vasfı, zarurî bir sıfatıdır. Ortadan kaldırılamaz, yok edilemez. Başka bir his ile ikamesi mümkün değildir. Bu fıtrat kanunu beşerle başlamış, beşerle devam edecektir. İnsanın olduğu yerde inanç olacaktır. Bu hakikat ve hükümlerin, günümüz münevverinin akıl ve kalbinde gün geçtikçe mekân tuttuğunu, mayalanarak neşv ü nemalandığmı görmekteyiz. Nitekim 40-50 yıl önceki münevverler ile bugünkü münevverlerimiz itikad, ibadet ve İslâmî fazilet açılarından mukayese edilirse, bu müsbet temayülün, dün ile kıyas edilemeyecek ölçüde tekamül ettiği açıkça görülür. Özellikle, hayatlarının en taşkın devrelerini yaşayan bir kısım gençlerimizin, bu asırda her türlü sefahet ve gayr-ı meşru hevesatın hücumuna rağmen kemal-i şuur ve huşu ile dine teveccühleri, dinin hakikat ve kudsiyetine teslim olmaları, istikbâl hakkında fevkalâde ümid vericidir.
“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi Rahmet-i İlâhiyyeden bekleyebilirsiniz.”
“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”
Ufuklarda bu müjdelerin pırıltılarını görüyoruz.
Sual:
Zaman zaman; “Dindar olmak çağdaş olmayı engeller.” diyenler olduğu gibi; “Dindar olmak çağdaş olmanın gereğidir.” diyenler de bulunmaktadır… Bu konuda ne dersiniz?
“Dindar olmak çağdaş olmanın gereğidir.” görüşüne katılırım. Çünkü yirminci yüzyıl beşer tarihinin en bunalımlı, en boğucu bir çağıdır. Cemiyet hayatı keşmekeşliklerle doludur. Dinî ve ahlâkî değerler çözülmüştür. Ferd, teknoloji ve ruhsuz refah dünyasında sefahet ve gayr-i meşru hevesat ile kalbini söndürmüş, ruhunu kirletmiştir. Sefahet deryasına düşen günümüz insanı, vicdanen muzdariptir, bir çırpınış içindedir. Zaman zaman asrın çok yönlü bunalımlarından sıyrılmak istemekte, lâkin tek başına gıdasız ve kuvvetsiz kalan iradesi ile bu işi başaramamaktadır. Bu bakımdan fert, iç dünyasında şaşkın, kimsesiz, yalnız ve gariptir. Bir merci aramakta, bir halaskar taharri etmektedir. Kendisine ruh verecek bir ideale bağlanmak istemektedir.
İşte, beşeri bu ahvalden kurtaracak en azim bir rehber, en metîn bir halaskar, en büyük bir nokta-i istinad, en ehemmiyetli bir nokta-i istimdad Din-i Haktır. En metin istinadgâh Din-i İslâm’dır.
Her cephesiyle muzdarip olan çağdaş dünya çok yakın bir gelecekte ızdıraplanndan kurtulabilmek, kanayan bağrını tedavi etmek için Eczahane-i Kur’aniyyeye müracaat edecektir. İstikamet ve hayatını, sürûr ve saadetini, aşk ve idealini Kur’an’dan alacaktır. Bu satırların altını çizerek beyan ediyorum ki, çağdaş dünya dinsiz yaşayamayacaktır. İhtiyaçların ilcaati, zaruretlerin tahriki ile -ister istemez- Din-i Hakkı arayacak ve hakikatlarına tam teslim olacaktır. Çağdaş dünyaya din, hava ve sudan daha ziyade zaruridir, elzemdir. Gerçekten, dinden uzak bir çağdaş dünya tahayyül edemiyorum.
Çağdaş dünyada, ızdıraplar çok yönlü ve çok boyutludur. Fert muzdariptir, aile muzdariptir, yöneticiler muzdariptir, hâsılı bütün bir cemiyet muzdariptir. Yukarıdaki sualin cevabını bulmak için çağdaş dünyanın maruz kaldığı problemlere atf-ı nazar etmeye ihtiyaç vardır. Bu problemlerin başlıcaları şunlardır:
a) Çağdaş dünya, âsâyişin teminine, emniyetin tesisine muhtaçtır. Serkeş bir gençliğin, menfî ideolojilerin maşası olan gözü dönmüş cani ve anarşistlerin sürekli tasallutuna maruz kalan çağımızda huzur ve güvenin sağlanabilmesi için dinî, ahlâkî, vicdanî ve nihayet hukukî bir disipline ihtiyaç vardır. Bir cemiyette, kanun hâkimiyetiyle -muvakkat bir zaman için- şeklî ve surî bir disiplin sağlanabilir. Ama uzun dönemlerde hukukî ve zecrî tedbirlerin yetersiz kalacağı açıktır.
Çağdaş dünya, emniyeti tesis etmek için ferdin nefsine, kalbine, ruh ve idrâkine yön verebilecek çareleri arayacak ve neticede Din-i Hakkın kapısını çalacaktır. Ferdî ve içtimaî bünyeyi maddî ve manevi doyuracak tek İlâhî mâide ve Rabbani sofra Kur’ân-ı Azîmüşşândır, O’nun hakikatları ve beyanlarıdır. Bir cemiyette köklü bir âsâyiş, sürekli bir sükûn ancak din ile sağlanabilir. Çünkü insan fıtratına en ziyade müessir olan telkinler ilâhî ve semavî telkinlerdir. Modern çağdaş dünya, asayişi sağlamak ve emniyeti tesis etmek ve kaybettiği huzuru bulabilmek için elbette bu reçeteyi kullanmaya mecburdur.
b) Çağdaş dünyada ferd -bilhassa gençlik- ruhî depresyon ve bunalımlara giriftardır. Bilindiği gibi, genç nesillerin ıslah ve terbiyesi bir cemiyetin en birinci ve temel mes’elesidir.
Gençliğini düşünmeyen, insan unsuruna gerekli yatırımı yapmayan cemiyetler yıkılmaya mahkûmdur. Çağdaş dünya, gençliğin bunalımlarına çözüm getirebilmek için onları tedavi ve ıslah etmek mecburiyetindedir. Bu ise, kalb ve dimağlara, ancak ve ancak Din-i Mübînin ter ü taze hakikatlarının verilmesiyle mümkündür.
c) Çağdaş dünyada “refah” vardır. Ama gerçek “huzur” yoktur. Bilindiği üzere refah, maddî imkânlarla sağlanır. Ferdin dış dünyasındadır. Bir adam, maddeten her türlü imkânlara sahip olabilir. Ama, sahip olduğu bu imkânlar ruhuna huzur bahsedemez. Meselâ, köşkünün ve bahçesinin güzelliğine imrenebilir, bir müddet sonra sahip olduğu o mutantan köşke, müzeyyen bağ ve bahçeye ülfet eder, aradığı huzuru orada bulamaz. Halbuki huzur ve sürûr, sadece maddede değildir. Ruhî, kalbî ve vicdanîdir; ilâhî bir menbadan, lâhutî bir mecradan, semavî bir sofradan alınması gerektir. Çağdaş dünyanın aradığı huzur, sükûn ve refah, ancak Din-i Haktadır.
d) Bir cemiyet çocuklardan, gençlerden, ihtiyarlardan, mazlum ve hastalardan teşekkül eder. Çocukları teskin edecek, gençlerin tecavüzlerini durduracak, ihtiyar ve hastalara moral ve güç verecek, mazlumların hukukunu koruyacak en müessir güç dindir. Çocukları tarafından itilmiş, terkedilmiş olup, merhamet ve muavenete en ziyade muhtaç olan bir ihtiyara, veya hastalıklara, belâ ve musibetlere giriftar olup teselliye muhtaç olan bir hasta ya yahut bir mazluma şifa ve teselli bahşedecek yalnız ve yalnız din hissidir. Cemiyetin her tabakasına bu derece meded veren semavî ve nuranî bir gücü, cemiyetin tedavisinde kullanmak çağdaş dünya için en elzem bir ihtiyaçtır. Çağdaş dünya, ölümü öldürüp, kabir kapısını kapayamadığına göre, yegâne çare, insanların maneviyatlarını tekmil etmek, yeislerini hayat-ı ebediye ile ümide çevirmek mecburiyetindedir. Hulâsa çağdaş dünya din ile içice yaşamaya mecburdur. Çağdaş dünyada hayatı dinden ayırmak mümkün olamayacaktır.
e) Çağdaş dünya içtimaî hayatta insanları birbirileriyle bağlayacak, maddî ve manevî rabıtaları tesis ve tahkime muhtaçtır. Çağımızda zengin ve fakir kavimler arasında korkunç uçurumlar mevcuttur. Bu uçurumlar kapatılamayıp hatt-ı muvasala tesis edilemezse, içtimaî bünye ihtilâflar, inşikaklar, ihtilâller ile çatlar, darmadağın olur.
Çağdaş dünya tabakalar arasındaki uçurumu kapatacak, hatt-ı muvasalayı temin edecek bir köprüye muhtaçtır. Bu köprü, İslâm’ın hayata bahşettiği muhabbet, uhuvvet, şefkat, merhamet, hürmet, zekât ve sadaka gibi esaslardır. Bu muavenet ile tabakalar arasındaki tahakküm, tahkir, kin ve nefret, hased ve iğbirar bulutları dağılır. Bunlara bedel içtimaî bünyede şefkat, merhamet, hürmet, sadakat gibi esaslar hâkim olur. Bu esasları din ile tesis ve tahkim etmek aklın ve tedbirin gereğidir.
f) Çağdaş dünya akılları kendine celbedecek, ruhları doyuracak, hisleri tatmin ve teskin edecek, kalbleri mutmain kılacak bir ideale muhtaçtır. Bu ideal, sadece mücerred aklın mahsulü olan felsefe olamaz. Zira, felsefî düşüncenin bakış ve değerlendirme kritiği sathîdir. Hakikatlara tereddüt ve şüphe ile yaklaşır. Bu ideal despot ve ruhsuz, sadece tahakküm ve teröre dayalı bir doktrin de olamaz. Artık çağdaş dünyada cemiyetler sokak ve sloganlar ile de idare edilmekten çıkmıştır. Artık, boş hülyalar ve batıl hayaller’e itibar etmenin zamanı geçmiştir.
Öyle ise, çağdaş dünyanın teveccüh edeceği idealin, beşerin dünyevî – uhrevî bütün ihtiyaçlarını doyuracak, arzularına cevap verecek, kalbî, ruhî, vicdanî arzularını tatmin edebilecek dirayette olması elzemdir. Bu ideal canlara can katmalı. Beşerin ebediyet arzusunu doyurmalıdır. Bu ideal beşeri, nefsi, ruhu, kalb ve vicdanı, maddî ve manevî hayatı, dünyası ve âhireti ile kuşatabilecek bir muhteva taşımalıdır. İşte, böyle bir ideal, engin bir mânâ, böyle bir muhit muhteva ancak ve ancak Din-i Hakta mevcuttur. Dinin bu kudsiyet ve ehemmiyeti, bu muhteva ve ulviyeti, çağdaş dünyada herşeyin iyisini intihap ve taharri eden, beşerin nazarında elbette gizli kalmayacaktır. Beşer bu ab-ı hayatı içececektir. Çünkü Din-i İslâm, insan ruhunun en derinliklerine nüfuz etmekte ve beşerin maddî ve manevî hayatını tatmin etmektedir.
Evet, İslâm, ilim ve irfan, hüccet ve bürhan dinidir. İslâm, beşer âlemini hayır ve saadete davet eden bir din-i umumîdir. Muhabbet ve uhuvvet, ihsan ve ikram dinidir. Adaleti umuma teşmil eyleyen ve herkesi hukukta müsavi tutan bir din-i Hak ve hakikattir. Beşeri irfana, ümrana sevkeden, nefisleri tezkiye, kalbleri mutmain, ruhları selim kılan bir din-i mübîndir. Beşer âlemine şifa bahşeden bir din-i muazzamdır.
Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ettiği bütün kanunlar her zaman ter ü tazedir. Meselâ, bu âlemde suyun kaldırma kanunu, yerçekimi kanunu, kâinatın kuruluşundan beri ter ü tazedir. Hükmünü ve geçerliliğini hiç yitirmez. Beşer bu kanunlardan hiç bir zaman müstağni olamaz. Asırlar önce teneffüs edilen havaya, alman gıdalara, meyve ve sebzelere bugün de aynı ölçüde ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç kıyamete kadar geçerli kalacaktır.
Demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın kanunları hiç bir asırda tazeliğini, letafetini, ehemmiyetini ve mânâsını kaybetmez. Evet, zaman ihtiyarlar, asırlar çöker, medeniyetler yıkılır, Hakîm-i Ezel ve Ebedin kâinat kitabındaki ve Kur’ân-ı Mu’cizül-Beyandaki kanun ve hakikatlar hiç eskimez, tazeliğini muhafaza eder, hattâ gün geçtikçe gençleşir. Dünyadan milyonlarca sene yaşlı olan güneş için, artık çağın ihtiyaçlarına cevap veremez. Çünkü ziyası eskimiş, kendisi yaşlanmıştır demlemeyeceği gibi, Kelâm-ı Ezelî olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakikat ve hikmet ziyaları da bu asırda beşeri terbiye ve tenvir edemeyeceği iddia edilemez.
Bu noktada bir hakikati belirtmeden geçemeyeceğim. Maddeten 60-70 kilo gelen bir insanın cismanî ve fizikî ihtiyaçları için bu muhteşen kâinat teshir edilmiştir. İnsan, kâinattaki sayısız nimetlerin yardım, destek ve kuvveti ile ancak ayakta durabilmektedir. Öyleyse, insanın kalb, ruh gibi manevî cephesinin de kâinatın fevkinde bir mânâ âlemi ile beslenmesi gerekmektedir. Onun için, çağdaş dünyanın manen cılız ve çelimsiz insanına, iksir-i manevî, hayat-ı ebedî, şifa-i daimî, Kur’an’ın eczahane-sinden alınabilir. Ve tiryak-i nâfi ancak ve ancak Kur’an-ı Mübin’in beyan ve hakikatlarıdır. Çağdaş dünyada beşerin terbiyesi, manevî takviyesi, terakki ve teâlisi ancak Ferman-ı Ezelînin hakikat ve düsturları ile olabilir.
Evet, “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur’an’dır.” Beşer âhir ömründe müşevveş felsefeye teslim olmayacak, maddî ve manevî sıhhati için bu reçeteye sarılacaktır; felsefî düşünce kemalini dinde bulacak, dinin hakikatlarına teslim olacaktır. Zira, dinden ırak bir hayat, beşeri tatmin edemeyeceği gibi, dinden uzak bir felsefe de fikirleri tereddütten, şüphe ve zandan kurtaramaz. Demek çağdaş dünyada felsefenin kemali Din-i Hakla kaim ve daim olacaktır.
“Elbette ve elbette hiç şüphe yok ki: Şimalde, Garbda, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev’i beşerin mâşuk-u mecazisi olan hayat-ı dünyeviyye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bakiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.”
“… Elbette nev’-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî ve manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükümetleri, Kur’an-ı Mu’cizü’l Beyanı arayacaklar ve hakikatlarını anladıktan sonra bütün ruh-u canlariyle sarılacaklardır.”
Bu hükmü, derin inceleme ve araştırmalar sonucu İslâm dinini kabul eden mütefekkirler kabul ettikleri gibi, geçmişte ve günümüzde yaşayan feylesoflar da te’yid edip, İslâmiyet’in hakkaniyetini teslim etmişlerdir. Ezcümle:
1927 senesinde, Avrupa’da, umum hukukçuların toplandığı Külliyetü’l-Hukuk Kongresi’nde Garb uleması ve feylesofları itiraf ve ikrar etmişler ki:
İslâmiyet’in kanunları yüksek bir tarzda âlemin ıslahına kâfidir.
Hem o kongrenin reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: “Muhammed’in (S.A.V.) beşeriyyete intisabiyle bütün beşeriyyet muhakkak iftihar eder. Çünkü o zat, ümmî olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki, biz Avrupalılar iki bin sene sonra O’nun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes’ud, en saadetli oluruz.”
Bunlardan başka Batı dünyasının pek çok feylesofu ve bazı devlet adamları İslâmiyet’in hakkaniyetini tasdik etmişlerdir. Meselâ, Prens Bismark şöyle demiştir:
Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammedi (S.A.V.) Muallimi ve naşiri olduğun bu kitap, senin değildir; O lâhutîdir. Bu kitabın lâhutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.
Carlyle’de aynı hakikati : Kur’an ile kavânin-i tabiiyye arasında tam bir âhenk vardır,” şeklinde ifade etmiştir.
Öte yandan Gaston Care ise: “Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir.” demektedir.
Prof. Edward Monte da Peygamberimiz (S.A.V.)’e olan hayranlığını şu ifadelerle dile getirmektedir: “Resûl-i Ekrem (S.A.V.) idrâk ve şuur timsalidir.”
Dinimizin ulvîliği hususunda, Dr. Maurice’in sözleri gerçekten zikre değer: “En temiz ve en doğru din, Müslümanlıktır. Zamanlar geçtikçe, Kur’an’ın ulvî sırları inkişaf ediyor?”
Marmaduke Picktahall ise şöyle diyor: “Hâlikın hukukiyle mahlûkatın hukukunu en mükemmel surette ancak Müslümanlık tarif etmiştir.”
Bu konuda, Dr. Johnson, “Kur’an, öyle bir peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar!” derken; Bernard Shaw’ın mevzuyla ilgili görüşleri daha da enterasandır: “Hem Muhammed’in (S.A.V.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki, beşere vacibdir ki, desin: Muhammed (S.A.V.), insaniyetin halâskârıdır ve halâskârlık namı, O’na verilmek lâzımdır.”
Evet, bunlar gibi daha pek çok feylesofun Kur’an hakkındaki senaları, İslâmiyet’in çağdaş dünyada insanların gönüllerinde taht kuracağına ve hakkaniyetini idrâklerde tescil ettireceğine kuvvetli bir emare olmaktadır. Nitekim günümüzde kaptan Cousteau’un, aya ilk ayak basanastronot Neil Armstrong’un Cate Stevens’in, Fransız mütefekkiri Garaudy’nin… İslâmiyet’i kabul etmeleri, istikbâlde beşerin, inşirah-ı ebedîsinin, sürûr-u daimîsinin ve iksir-i maneviyesinin ancak ve ancak Din-i İslâm olacağına bir beraet-i istihlâldir.
İslâm Dini, her asrı tenvir ve işba edecek umdeleri havidir. Çünki İslâm ilme açıktır, teknolojik gelişmeleri tenvir eder, cehalet ve taassubu tardeder, meskenet ve zilleti değil sa’y ve çalışmayı esas kabul eder. Fikre tevhid, hayata istikamet bahşeder. İçtimaî tabakalar arasındaki uçurumları, getirdiği hürmet, şefkat, yardım ve müzaheretle kapatır. İnsan fıtratına tam cevap verir, böylece beşeri gerçek sürûr ve sükûna kavuşturur. Nitekim, İslâmiyet’in en mükemmel, yani yüzde yüz yaşandığı devre şöyle bir atf-ı nazar edersek görürüz ki, İslâmiyet, âdetlerine mutaassıp, vahşî, ümmî ve inatçı bir kavmi vahşet ve cehaletin en derin çukurlarından alıp, onları insaniyetin en yüksek zirvesine çıkartmıştır. Çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşete sahip insanları hilm, şefkat, merhamet, fedakârlık ve hamiyet gibi yüksek seciyelerle teçhiz edip, karıncaya bile ayak basamaz bir dereceye yükseltmiştir. Cahil ve gabi insanları, istidatlarını ilim ve irfan ile parlatıp sema-i insaniyetin yıldızları mesabesine çıkartmıştır. Devlet nedir tahayyül bile edemeyen dağınık bir kavmi, cihanın gıbta ettiği ideal bir devlet çatısı altında toplayıp, namdar kumandanları, dirayetli amirler, âdil hakimler, faziletli âlimler, gerçek mürşidler ve feyyaz mutasavvıflar yetiştirmiştir. O çağa, “Devr-i Nur, Devr-i Saadet” damgasını vurmuştur.
Madem İslâm, mazinin en karanlık devirlerindeki insanları arş-ı kemâlâta yükselten ve beşeri her cihetter tenvir eden bir din-i mübîndir ve bir din-i muazzamdır; elbette ve elbette Din-i İslâm, kuvve-i kudsiyyesi ile gelecek asırları da celbedip, feyzi ile tenvir edecek -feleğin rağmına- hakkaniyetini bütün beşerin idrâkine tescil ettirecektir.
Sual:
Manevî değerler ve dinî inanışlar bakımından, aydın ile halk arasında bir diyalog ve yakınlaşma kurulmalı mıdır? Bu konuda, aydınlara ve din adamlarına düşen görevler neler olabilir?
Aydın ile halk arasında ciddî bir diyalog ve yakınlaşma olmalıdır. Bu hususta, şüphesiz, münevverlerimize ve din adamlarımıza büyük vazifeler düşmektedir. Bilindiği gibi, din, ilimden bigâne olamayacağı gibi, ilim de dinden müstağni olamaz. Hakikî terakki ancak her ikisinin imtizacı ile hasıl olur. Birisinin ihmali, diğerini köklü bir biçimde zedeler. Ve neticede, sine-i millette tamiri müşkil gedikler açar. Cemiyet vahim ve muhrik buhranlara sahne olur. Münevverler ve din adamları cemiyetin maddî ve manevî imarında elele verip imtizaç ederlerse, arzu edilen gerçek Tamir ve Tekâmül ortaya çıkar.
Din adamı, içtimaî bünyenin kalbi, münevver aklıdır, biri ruhu ise, diğeri cesedidir. Biri basireti, diğeri basarıdır. Biri mânâsı, diğeri maddesidir. Cemiyet hayatında feyyaz semereler, ancak bu iki zümrenin ittihad ve imtizacına vabestedir.
Din adamı, kendisine terettüp eden hayatî vazifeyi bihakkın yerine getirebilmek için dinin izzetini muhafaza edebilecek bir şahsiyete sahip olmalıdır. Din adamı, ancak dinin hakikatlarını nefsinde tavizsiz yaşamakla ve hal, etvar ve ahvali ile dinin kudsî hakikatlarına âyine olmakla avam ve havas tabakaları üzerine müessir olabilir. Din adamı, dinin hikmet ve hakikatlarını mantık ve muhakeme süzgecinden geçirerek muknî ve müdellel takdim edebilmelidir.
Münevvere gelince o, kendi sahasında ciddî bir mütehassıs olmalıdır. Afakî ve teknik malûmatını, dinî ve ahlâkî hakikatlarla takviye ve tahkim etmelidir. Umumun menfaatini şahsî menfaatına tercih etmeli, vatan ve millete taallûk eden mes’elelerde azamî derecede feragat ve fedakârlık göstermelidir. Memleketi ve milleti için var olmalı, rüşvet, devlet malını gasb ve sahtekârlık gibi âdi fiillere tevessül ile izzet ve itibarını zedelememelidir. Münevver, halktan kopmamalı, milletin örf ve an’anesinden, din ve ahlâkından bigâne kalmamalıdır. Eğer bir münevver mabedini ihmal ediyor, ibadetini kırıyor, halka karşı tefâhur ve tekebbür gösteriyorsa, sahasında ne kadar otoriter olursa olsun, avam-ı nâs ona itimad etmez. Dehasına, meharetine, şahsiyetine güvenemez. Onu ciddî ve hasbî sevmez. Ona gerekli itibarı göstermez. İster istemez böyle bir durumda avam-ı nas ile münevver arasındaki muhabbet, itaat ve hürmet gibi bağlar yerlerini riyakârlığa terke-der. Ondan da nifak doğar. Hayat-ı içtimaiyenin vahdet zincirleri kopar.
Elhasıl, milletimizin birlik ve beraberliği, refah ve saadeti din adamı ile münevverin imtizacına vabestedir.
Sual:
Bir din adamı olarak, dinî ve manevî değerlerin, eğitimin her kademesinde verilmesini gerekli bulur musunuz?
Bu suale cevap vermeden önce gayet ehemmiyetli bir noktayı beyan etmek istiyorum:
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hak, manzume ve sistemleriyle bu âlemi hep insana göre tertip ve tanzim etmiştir. Bu kâinatta hâsıl olan bütün nimetleri ona teveccüh ettirmiştir. Kısacası, kâinatın yaratılmasından maksat insandır. Kâinatın en büyük neticesi, en ehemmiyetli gayesi insandır. İnsan kâinattan süzülen en lâtif maya, en kıymetli hakikattir. Öyleyse, en büyük hizmet ve gayret, insan unsurunun ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline sarfedilmelidir. Bu sebeple, dinî eğitim, devletin deruhte ve tekeffülünde olmalı ve eğitimin bütün kademelerinde yaygınlaştırılmalıdır. Eğitim müesseselerimiz gayet ciddiyet ve ehemmiyetle bu konu üzerine eğilmeli, genç nesillerin maneviyata olan ihtiyaç ve iştiyakına tam cevap verebilmelidir. Bozulan ve laçkalaşan bütün içtimaî çarkların yenilenmesi vehayatiyet kazanabilmesi tedavinin, kalb ve dimağdan başlatılması ile mümkündür. Gençliğin terbiye ve ıslahı, devletin temel bir politikası, eğitimin de en mühim bir mes’elesi olarak ciddî bir şekilde ele alınmalıdır.
İnsan unsurunun terbiyesinde akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir. Tâ ki, âlicenap, hassas ruhlar, fazıl dimağlar, ateşin kalbler, ahlâklı ve necip simalar yetiştirilebilsin. Şurası açıktır ki, eğitim ve öğretimde sadece akıl nazara alınırsa, genç nesiller şüphesiz isyankâr ve anarşist olurlar. Yalnız kalb nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar. Bu bakımdan, eğitim ve öğretimde akıl-kalb muvazenesi dikkate alınmalıdır. Ancak bu muvazenenin teessüsüyle, milletimizin cevher-i ruhunda temerküz eden Rabbani ve lâhutî bir feyiz ve fazilet, mevcudiyetimizin sütun ve kanunlarını teşkil eden sınıf ve tabakaları ziyasiyle ihata edip, taht-ı murakabesinde terbiye etmekle -biiznillâh- saadetli ve şehametli bir medeniyeti tevlid edecektir.
Evet, bir milletin manen aç ve perişan kalması, maddî perişaniyeti ile mukayese edilemez. Gençliğe verilen aklî ve fennî bilgiler, mutlaka dinî ve ahlâkî bilgilerle takviye ve tahkim edilmelidir. Eğer bu takviye, eğitimin bütün kademelerinde köklü bir şekilde yaygınlaştırılmazsa, içtimai disiplin kısa bir sürede çözülebilir, cemiyet hayatı çok yönlü bunalım ve yıkılışlara sahne olabilir. Bu sebeble geçirilen acı tecrübeler ve ödenen ağır faturaların ders ve ikazıyla, milletin birlik, bütünlük, uhuvvet ve muhabbet gibi temel umdelerini perçinleyen, ferdî ve içtimaî hayatımızın kayyumu olan dinî terbiyenin köklü bir biçimde ele alınmasında zaruret vardır. Dinin mâna ve hakikati gençlerin ruhlarına nakşedilmelidir. Dinin şahsiyete etkisi, hayata te’siri, gençliğe müdellel ve müberhen bir metod, bir eğitim tarzı içinde enjekte edilmelidir. Yoksa dini şeklî, sathî, zahiri bir malûmat olarak takdim etmek gençliğin ruhî kıvamına yetmeyeceği gibi, böyle bir tarz, gençliğin bunalımlardan kurtulmasını da önleyemez. Bu sebeble, din, eğitimin her kademesinde gelenek, örf ve âdet tarzında değil, şuur, hayat ve ideal tarzında verilmelidir.
Kanaatimce, bu, şu halde ve istikbâlde, devlet yönetim kadrosu ve münevverlerden beklenen en büyük tarihî görev, yeni nesilleri inançlı, faziletli, itikatlı ve müstakim kılacak lüzumlu çarkları kurmak ve bunları sür’atle çalıştırmaktır. Bu tarihî vecibe de şüphesiz, devletin bu konuya atfedeceği önem ve bu şuuru yerleştirmedeki gayret ve başarısı ile tahakkuk edecektir.