Bediüzzaman ve Risale-i Nur
Bir güneş doğdu…
Asrımızı nuruyla aydınlatan, âlemi kuşatan zulüm ve küfrün buzlarını hararetiyle eriten bir güneş…
Nurs köyünün yalçın, geçit vermez, sert ve ihtişamlı kayaları arasından doğan bu güneş, insanların kurak çöllere dönmüş fikir ve kalblerini Cennet bahçelerine çevirdi, îlim, hikmet, irşad ve ikaz sahalarında yeni bir çığ açtı. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bitmez ve tükenmez hazinesinden istihraç ettiği kudsî hakikatlerden, ilim ve irfan âlemine, Risale-i Nur gibi bir hazine sundu.
İmanının kuvveti, dâvasının ulviyeti, hamiyetinin yüksekliği, ilminin derinliğiyle kadirşinas vicdanlarda büyük bir makes buldu. Ruhundaki ulvî vecd, vicdanındaki ilâhî cezbe, beyanındaki coşkunluk, fikirlerindeki ulviyet ile, zulümatta olanları ziyâsıyla nûrlandırdı. Selim kalbleri tenvir etti.
Nefsî, ruhî, vicdanî, ferdî, ailevî, içtimaî, siyasî hayatımızı her cihetle aydınlatacak yüksek esasları, âlî düsturları havi bir manzûme-i hakikat telif etti.
Kur’an’ın elmaslı, yakutlu sırlarından yıldız misâl birçok hakikatlar keşfetti. Bunlardan nebaan eden “Lem’alar”, “Şualar”, “Katre” ve “Reşhalar” ile, Rabbani sırlara iştiyak gösteren zâtların vicdanlarını ziyâlandırdı, akıl ve kalblerine âb-ı hayatı içirdi, simalarını güldürdü.
Çam dağından öyle bir sabâ rüzgârı esti ki, ruhları şifâlandırdı, gönülleri zevk ve sürura gark etti. Bu öylesine aheste, öylesine lâtif bir seher yeli idi ki, kalblere hidâyet ve sürür, idraklere ilim ve marifet, vicdanlara insaf ve basiret getirdi.
Nazenin marifetlere müncezib gönüllerden, gaflet ve cehaletin bütün izlerini söküp çıkardı.
O esen bâd-ı sabâ, fertlere gaye ve dâva, cemaatlere hedef ve aksiyon getirdi. Sanki onlara yeni bir hayat ve cevval bir ruh nefhetti. Anadolu’yu heyecanla vecde getirdi.
Evet, O zât, dünya sarayının, Anadolu kürsüsünde, yüksek bir nutuk okudu. O nutkun aslı ne Şark’ta ne de Garb’taydı. O doğrudan doğruya Kur’an’dan alınmaydı. Bu nutkun sesi insanlık semâsında çınladı. Nutkun mahiyeti ve nâtıkın maksadı ise, her zerre ve mürekkebatı bir fonograf misillû dile getirerek iki cihanın fahri Hz. Muhammed’in (S.A.V.) dâvasını ilân ve isbat etti.
Elhâsıl, Şark’ı ve Garb’ı kendisine meftun eden böyle bir dehanın, Anadolu’dan zuhuru bizler için gerçekten bir ihsan-ı Rabbani ve bir mevhibe-i İlâhî’ydi.
Risale-i Nur Külliyatı’nda, iman ve Kur’an’a ait en yüksek, en ince, en derin mes’eleler, tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet, yaratılışın gayesi, hayatın sırları ve neticeleri, ibadetin mânâ ve ehemmiyeti ve böyle daha nice ulvî hakikatler, fevkalâde bir mantık silsilesi içinde, cerhedilmez hüccet ve delillerle ve hârika bir fesahat ve belagatla, asrımızın ve gelecek asırların kalb, dimağ, nefis ve hissiyatlarını tatmin, tenvir ve teshir edecek bir şekilde işlenmiştir.
Risale-i Nur, müstesna ikna sistemi, mükemmel üslûbu, geniş muhtevası, müstakim görüş ve prensipleriyle Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bu asırda mümtaz bir tefsiri olmuştur.
Evet, Risale-i Nur bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, gönüller üzerinde büyük bir tesir ve cazibe husule getirmiş, memleketimizde ve bütün dünyada fevkalâde bir teveccüh ve rağbete mazhar olmuştur.
Risale-i Nur’un gerçek mahiyeti ve ulviyeti, ancak, ihtiva ettiği hakikatların mecmuundan tezahür eder. Biz o denizden bir damla, o güneşten bir lem’a, o bahçeden bir güldeste takdim etmekle iktifa edeceğiz.