Mektuplar, Sohbetler, Sorular ve Cevaplar

Burhan Bozgeyik ile Yaptığımız Bir Röportajın İranla İlgili Bölümü

 Osmanlılarda ve İran’daki dini faaliyetlerin bir mukayesesini yapar mısınız?.. Bugünkü İran hadiselerinin, tarihi hadiselerle ne gibi alakası vardır?..

Osmanlılar ile İranlıları kıyas edersek çok farklı bir tablo karşımıza çıkacaktır. İran’ın tarihi bir hatanın tekerrürü içinde mutedil tavrını kaybettiğini, Osmanlıların ise, müstakim bir hayat ve sağlam bir dayanışma içinde yaşamış olduklarının görmekteyiz. Bu iki millet arasındaki fark, bu büyük tarihi hadiseden kaynaklanmaktadır. Osmanlılar, “Ehl-i Sünnet” itikadını kabullendiler. “Ehl- Sünnet” itikadını bir merkez kabul ederek onun tamim ve neşrine gayret gösterdiler. Yazılan kitaplar, şerh ve haşiyeler hep bu itikadın izahı ve kuvvet bulması mahiyetinde idi. Ve en önemlisi Osmanlı, dini müesseseleştirdi. Osmanlı âlimleri dine perde olmayıp, ayine oldular. Yani, doğrudan doğruya İslâm’ın güzelliklerini cemaatlerine aksettirdiler. İran ise, Ehl-i sünnet mezhebini benimsemedi. İran’da Ehl-i sünnet mezhebinin kaide ve esasları, düstur ve prensipleri açıklık, kesinlik ve netlik kazanmayınca dini anlayış ve alaka şahısların ellerinde kaldı.

Ayetullahlara büyük mevki verildi. Hatta Ayetullah’ın beyanı ile şeri deliller karşı karşıya geldiği zaman, Ayetullahların fikri esas alındı. Böylece İran’da İslâmi anlayış şahısların elinde nüfuz ve dirayetine göre farklı tarz ve telakkileri, ayrı düşünce ve kanaatleri netice verdi. Neticede şahsi tasarruflar itibar kazanınca Şia şeyhleri ve dervişleri İran’da büyük rağbet gördü. Tabii bu arada irşat postundan saltanat tahtına geçmek isteyen açık gözler de çıktı. İhtiras peşinde koşan gizli emellerini dervişlik kisvesi altında saklayan pek çok siyasi şarlatan halkı iğfal etmek ve tasarrufları altına almak için bu libası pek müsait buldular.

İranlıların bir kısmında da Araplara karşı bir kin ve iğbirar mevcut idi. “İki bin senelik tarihimizi taht ve saltanatımızı zir ü zeber eden çıplak Arapların tahakkümüne giremeyiz.” Tarzında başlayan ifsadatlar ile avam-ı nas iğfal edildi. Dervişliği siyasi ihtiraslarına vesile edinen bu hilebazlar Şiilik taassubunu körüklediler. Şahsi garazları ateşlendirdiler, intikam fikirlerini uyandırdılar. Âl-i beyte muhabbet perdesi altında halka siyasi telkinat yaptılar. Emevi devrinde bu fitneyi tahrik ettiler. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’a dil uzattılar.

Aslında İranlılar’ın en fazla Hazret-i Ömer’i sevmeleri ve muhabbet etmeleri gerekirdi. Zira İran, Hazret-i Ömer’in eliyle Müslüman olmuştur. O’na hürmet ve muhabbet bir vicdan ve fazilet borçları idi. İranlılar, Abbasiler devrinde de Abbasoğulları’nın başa geçmesini bir fırsat olarak değerlendirip, Horasan taraflarında karışıklık çıkardılar. Abbasiler’in başına büyük bir gaile açtılar. Post-u irşattan, taht-ı saltanata geçmek isteyen ve büyük bir siyasi müfsit olan Mukannen namındaki şahsın bu karışıklıklarda büyük rolü olmuştu. Fakat başaramadı ve siyasi gayesine ulaşamadı.

İslâm tarihinde Harim-i dergahtan, keşane-i saltanata, post-u irşattan taht-ı şevkete çıkmak isteyenlerin hemen hemen hepsi İran’da zuhur etmiştir. Mesela, Safevi saltanatının teşekkülü bu tip iğfal mağfillerinden başlatılmış, Batınilik İran’da yayılmış, Bahailik İran’da kuvvet bulmuştu. Hatta Hinduların Hulul-u ittihat itikadı İran’da rağbet görmüştü. İran’a ifsat tohumları eken Abdullah ibn-i Meymun’un mel’un fikirleri orada uzun müddet intişar etmiş, dahili hadiseleri, kargaşalıkları netice vermiştir.

Şarkı senelerce inim inim titreten Batıniler, Asya’nın bu korkunç anarşistleri, Hasan Sabbah’ın fedaileri, İran’da kuvvet bulmuştur. Elhasıl: İran derviş kisvesine bürünüp esas maksatlarını gizleyerek halkı kendine raptedip, sonradan onları ifsat ederek saltanat eşiğine doğru yürüyen pek çok insanlarla doludur.

– İran’daki hadiseler ve benzerleri Osmanlılarda zuhur etmiş midir?

Osmanlılarda bir iki mevziî hadise olmuşsa da hiçbir zaman bu manada saltanatı sarsacak derecede bir zelzele zuhur etmemiştir. Osmanlı devletinde müderris ve mürşitler değil tahta göz dikmek, bilakis saltanatın devamında faaliyetlerin adalet ve hakkaniyetle yürütülmesinde azamî gayret göstermişlerdir. Saltanat-ı Osmanıye’nin müessis ve mimarı olan Osman Gazi, Edeb Ali gibi bir mürşidin sohbetinden istifade ve istifaze ederek, ilim ve irfanını geliştirmiştir. Sultan Fatih’e o cevval ruhu, o metaneti, o fikir ve metodları telkin edenler, Molla Güraniler, Akşemseddinler olmuştur. Sultan Fatih, devletin şevket ve satvetinin en sağlam istinatgahının maarif olduğunu idrak etmiş, İslâmın inkişafının ulum ve fünun ile mümkün olacağını pek güzel takdir ederek, İstanbul’u alır almaz darülfünunlar tesis ettirmiştir.

Osmanlıları tarih boyunca dinî değil, daha ziyade siyasî mahiyetteki hadiselerle uğraştırmıştır. Beylikler, bahusus Karamanoğulları, Uzun Hasanlar uzun müddet Osmanlıları meşgul etmiştir. Dini hüviyetteki bir hadise Fetret devrinde, saltanatın zayıflaştığı bir devirde zuhur etmiştir. Simavna Kadısının oğlu Şeyh Bedrettin’in ve Börklüce Mustafa’nın fikirleri yayılmış ise de kısa devrede halledilmiştir. Zaten Şeyh Bedrettin “İbahiyye” mesleğini, yani hayali tarzdaki bir komünistlik fikrini İran’dan getirmiştir. Bir müddet İran’da kalan Şeyh Bedrettin, komünistlik fikrinin ilk mucidi olan, İranlı “Mezdek”in fikirlerinden istifade etmiş ve bu fikrin telkinatını yapmak istemiştir. Ancak fikirleri Müslümanlardan ziyade Yahudi ve Hristiyanlarca kabul görmüş, bu iki gurup onun etrafını sararak bu fikrin tamim ve neşrini yapmak istemişlerse de muvaffak olamamış ve pek taraftar toplayamamışlardır. Osmanlılar için tehlikeli olan diğer zararlı bir cereyan da yine kökü İran’da olan “Erdebil Şeyhi” yani “Şeyh Cüneyt” hadisesidir.

Erdebil, İran’da Tebriz’in takriben 200 km. doğusunda bir kasabadır. Erdebil Şeyhi Safiyüddin’in torunlarından olan Şeyh Cüneyt Erdebil’de irşat postuna oturmuş, kısa müddet sonra pek çok mürit kazanmış ve İran’da kendisi ve müritleri siyasi bir tehlike arzedince Karakoyunlular’ın III. Meliki olan Mirza Cihan Şah zamanında İran’dan çıkarılmıştır. İran’dan ayrılan Şeyh Cüneyt, Diyarbakır’a gelmiş, Akkoyunlu hükümdarı uzun Hasan’ın himayesine sığınmış ve onun teveccühünü kazanmıştır. Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evlenen Şeyh Cüneyt’in bu evliliğinden Şeyh Haydar doğmuştur. Bu zat Şah İsmail’in babasıdır. Şeyh Cüneyt’in tahrikiyle Akkoyunlular Azerbaycan’a savaş açmış ve Azerbaycan Uzun Hasan’ın eline geçmiştir. Azerbaycan’ın alınmasından sonra tekrar Erdebil’e dönen Şeyh Cüneyt irşad postuna oturarak dinî perde altında siyasî faaliyetlere başlamıştır. Şeyh Cüneyt’in müritleri sadece İranlılara inhisar etmemiş, Osmanlılar’dan da pek çok sofileri kendine celb etmiştir.

Şeyh Cüneyt, adamlarını Anadolu’ya salıyor, bu adamlar gittikleri yerlerde çeşitli desise ve hilelerle cahil insanları kendilerine raptediyorlardı. Aslında Sünnî olan Osmanlı sofileri, yapılan telkinlerin tesiriyle, bilahare Şiîler gibi düşünmeye başlıyorlardı. Hatta öyle ki birbirlerini tanıyabilmek, ülfet ve ünsiyet etmek için aynı tarzda konuşuyorlar, aynı tip ve şekilde elbise giyiyorlardı. Böylece merkezi dışarıda olan bir cereyan Anadolu’da süratle yayılıyordu. Nasıl ki bugün Rusya ve Çin dışındaki komünistler Moskova ve Pekin’e, faşistler İtalya’ya, Naziler Almanya’ya bağlı ise, o günkü bazı Osmanlı sofileri de bir kukla gibi Şeyh Cüneyt’e bağlı idiler. Tarih tekerrürden ibarettir. Kökü dışarıda olan yabancı ideolojilere müsamaha etmek ve onları barındırmak tarih boyunca bir çok devletleri felaketten felakete götürmüştür.

Şeyhlikten Şahlığa yönelen Şah İsmail, Şeyh Cüneyt’in ölümünden sonra dedesinin nüfuzunu tamamen siyasi bir mecraya çevirerek Anadolu’da büyük ve muhteşem bir Şia devleti kurmak gaye ve emelini taşıyordu. Evet, daha önce yapılan Otlukbeli savaşı ile kaybedilen Şia nüfuzunu tekrar kazandırmak için yoğun gayretler sarfediyor, adamlarını Anadolu içlerine sokarak ifsat şebekelerini çalıştırıyordu. Şah İsmail’in adamları, Anadolu’ya yer yer taarruzlar yapıyor, şehirleri yağmalıyor, halkı huzursuz ediyorlardı. Osmanlı Anadolu’da süratle yayılıyordu. Osmanlı sofileri ise İran’daki tekkeye maddeten yardım yapıyor, Şah İsmail’in adamlarına imreniyor, onlar gibi düşünüyor ve yaşıyorlardı. Sofilerin Ehl-i sünnete muhalefetleri, kin ve iğbirarları öyle bir hale gelmişti ki, Şah İsmail’in adamlarına kuvvet veriyor, yağma işlerine onlar da katılıyorlardı. Anadolu sofileri üzerindeki nüfuzuna güvenen Şah İsmail, Nurettin ismindeki bir halifesini Anadolu’ya gönderdi. Bu dessasın teşviki ile Osmanlı sofileri Şah İsmail taraftarları ile birlikte Amasya ve Tokat’ı vurdular.

O gün Şehzade Yavuz Sultan Selim bu tehlikeyi sezmiş ve Anadolu’da hızla yayılan bu fitneyi bertaraf etmek için babasını bir şark seferine teşvik etmiş ve maalesef ikna edememişti. Nihayet Yavuz Sultan Selim padişahlığı zamanında şarka yürümüş ve Çaldıran savaşı ile Şah İsmail’in saltanatına son vermiştir. Fakat Şah İsmail’in atmış olduğu menfî fikirler uzun müddet devam etmiştir.

Bugünkü İran hadiseleri ve Humeyni meselesi de aynı ruh ve yapının asırlar sonra bugünün şartları içerisinde tezahüründen başka bir şey değildir. Ruh, aynı ruhtur. Asırlar önce İran’ı çalkalayan bu ruhun bugün de İran’ı çalkantı ve belalara atacağını, belki de felaketlere sürükleyeceğini söylemek herhalde kehanet olmasa gerektir.

Şeyh Cüneyt’in adamlarının, o gün Anadolu’da fikirlerini telkin etmeleri misali, bugün de aynı ruhun fakat biraz değişik bir libas içinde aynı telkinlerle icra-i faaliyette bulunduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu