Din ve akıl arasında bir çelişki söz konusu mudur?
Akıl ile Hak Din arasında hiçbir tezat yoktur. Fakat her marifetin keşfinde sadece akıl kâfi değildir. Evet, aklın tek başına idrak ettiği hakikatler de yok değildir. Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme yeteneğine sahip olduğu gibi Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlayabilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşfedemediği noktalarda çoktur. Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile her şeyin mahiyet ve hakikatini anlamak muhaldir.
“Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin.”
İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir. Kendi mahiyetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır. Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeler ile çok güzel bir şekilde ortaya koyar:
“Fikrin sönük ise; Kur’an’ın güneşi altına gir, imanın nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir.”
İslâmiyet’in temel fikir olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıldır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir.
Aklın İslâm dinindeki yeri şöyle dile getirilir: Kitap, sünnet nasıl bir hüccet, bir delil ise akıl da öyle bir delil-i şer’idir. Binenaleyh aklın kesinlikle iptal ettiği şeye şeriat izin vermez. Şeriatın izin verdiği şeyi de akıl iptal eylemez. Bunun içindir ki aklen muhal olan şer’an mümkün olamaz. Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki, bu ifadelerde sözü edilen akıldan maksat ilm-i yakîni ifade eden yani nübüvvet mektebinden tam ders alan kamillerin aklıdır. İşte mezhep imamları bu kamil akıldan son derecede nasiplerini almışlardır. Dinin telkin ettiği hükümler akıl doğrulamazsa kalp ve vicdan tatmin olmaz. İslâm dininde mitoloji, hurafe ve hayale itibar edilmez. İşte bu yönüyle de İslâm mezhepleri, Hristiyanlıktaki mezheplerle mukayese edilemezler.
Hristiyan aleminde ruhanî reislerin akıl ve hikmetle bağdaşmayan itikat ve iddialarda bulunmaları, akıl ve fikrî muhakemeden engellemeleri ve ilim erbabına zulmedip onları öldürmeleri, birtakım felsefecileri Hristiyanlık dinine ve onun şahsında bütün dinlere cephe almaya sevketti. Bunlar vahye tamamen gözlerini kapayarak sırf akıl ile hareket etme yolunu tuttular.
Ruhbanların, aklı tamamen azledip, hesaba katmayarak tefrite düşmelerine karşı, felsefeciler de aklı tek rehber ittihaz ettiklerinden dolayı ifrat ederek, metafizik konularda hakikati yakalayamamışlardır. Yıldız böceği olan akıllarına güvenip, nübüvvet güneşinin altına giremediklerinden dolayı, o yıldızlı gecelerin derin sükutu içinde o nur saçan cisimleri temaşa edip, kudret-i İlâhinin daimî şahidi olan o yıldızları dinleyip, dillerini anlayamamışlardır.
Evet. akıl deneme ve tecrübeye dayanan fizikî sahada bir şeyler söyleyebilse bile, manevî ve metafizik sahada yetersiz kalır. Bu filozoflar ancak ilahî vahiyle aydınlanabilecek meseleleri sırf akıl ile halletmeye kalkıştıklarından hataya düştüler.
Halbuki, metafizik hakikatlerde (Allah, ruh, yaradılışın sırrı, ölüm ve ölüm ötesi gibi) nübüvvet ekolünü de dikkate almaları gerekirdi. Bu insanlar nereden geliyor ve nereye gidiyorlar? Bu dünyadaki vazifeleri nelerdir? sorularını o mektepte aramalıydılar. Bunu yapmadıkları içindir ki, feylesofların metafizik sahasında ileri sürdükleri fikirler, ortaya attıkları iddialar kesinlik damgasını taşıyamamıştır. Şöhretleri ne olursa olsun bu hatalar bağışlanamaz.
Tecrübeye ait metotlar ile manevîyata ait meseleler halledilmez. Dinî meseleler ve İlâhî hakikatlerde akıl yalnız başına senet olamamıştır. Bu İlâhî hakikatler his, tecrübe, akıl ve mantığın üstünde ve ötesindedir. İşte felsefeciler bu farkı anlayamadılar. Kendi sahalarına dahil olmayan hakikatleri de izaha kalkıştılar ve sırat-ı müstakimden saptı ve saptırdılar. Tabiat üstü hakikatlere iğne deliği kadar dar bir pencereden baktılar ve göremedikleri hakikatleri inkâr ettiler. Gaflet ve gurur ile yalnız kendi fikirlerine itibar ettikleri için de hatadan kurtulamadılar.
Netice olarak özetlersek, ilim ve fennin gelişmesinde tecrübe ve akıl ne ise, manevîyat sahasında da Kur’an odur. Yani söz ve hüküm onundur. Hayatın maddî ihtiyaçları fen ve tekniğe dayandığı gibi manevî ihtiyaçları da semavi kitaplara dayanır. İlim sahasında akla, tecrübeye ne derece itibar edilirse, manevîyat sahasında da peygamberlere ve semavî kitaplara öylece itimat etmek zaruridir. İkisinin de sahaları başka başkadır.
İslâmiyet hem aklın düsturlarını hem de vahyin kanunlarını nazara alır, ikisine de itibar eder. Yani aklî deliller ile isbat ettiği o yüksek hakikatleri, naklî deliller ile de teyid eder. Hem de İslâmiyet, felsefenin bahsetmediği ve edemeyeceği bir çok hakikatleri tahkik ve tedkik ile ortaya koyar.
Şu bir gerçektir ki metafiziğe ait meselelerde rehber ve önder ancak peygamberlerdir. Hocasız bir insan ne kadar kabiliyetli olursa olsun talebe olmaktan ileri geçemez. Bu bakımdan peygamberleri hoca kabul edip, onları dinleyen İmâm-ı Gazali gibi alimler, insanlara ilim ve irfanları ile faydalı olmuşlardır.
İnsan için en kutsi gaye marifetullah, muhabbetullah ve rıza-i Bâri’dir. Bunlar ise ancak nebilerin eliyle insanlara gelmiştir.
“Bil ki: Nev’-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir. Dalalet, şerr ve hasaret; onun muhalifindedir.”
Önce gelen peygamberler sonra gelen peygamberleri müjdelemişlerdir. Sonra gelenler ise evvelkileri tasdik ve teyid etmişlerdir. Çünkü enbiyanın feyz aldığı menba vahiydir. Vahiy ise vehmin şaibesinden münezzehidir. Çünkü ilm-i İlâhîye’ye istinad eder.
Vahyin yolu daha metin, daha umumi, daha nafizdir. Her yönüyle insanın aklını tatmin, ruhunu memnun, vicdanını mesrur eder. İnsan ancak vahiy yoluyla, enbiyaya tabi olmakla dünyevi ve uhrevi ızdırap ve buhranlardan halas olabilir.
Hulasa; İslâm dinindeki mezheplerle Hristiyan mezheplerinin ayrıldıkları en önemli noktalar şunlardır:
1. İslâmî mezheplerde akıl önemli bir esastır. Hristiyanlıkta ise ruhbanların saltanat ve tahakkümleri söz konusudur. Halkın inançlarını ruhbanlar tayin ve tespit ederler. Onlara şuursuzca tâbi olanlar taklit zincirini boyunlarından çıkarıp kıramamışlardır. Ruhbanları delilsiz olarak taklit etmişler ve onların tahakkümü altında yürümüşlerdir. Hiçbir fert inancında hür değildir. Kilisenin vaftiziyle Hristiyan olur, afarozu ile de dinden çıkar. Ancak İslâmiyet’te ruhani bir tahakküm, bir saltanat yoktur. Hiçbir alim veya bir mürşidin başka birinin itikat ve inancı üzerinde tahakkümde bulunmaya salahiyeti yoktur.
2. Hristiyanlık’ta ruhanî reislerin helal dedikleri helal, haram dedikleri de haram olur. Reisler neye karar verirse, -haşa- Allah’da o karara uyar. İşte onların bu tahakkümlerini ve hurafelerini, İslâmiyet kökünden yıktı ve mahvetti.
İslâmiyet’te yalnız Allah ve Resulünün haram kıldığı haram, helal dediği helal olur. Allah’dan başka hiçbir fert haramı helal, helali haram edemez. Hiçbir alim ve müçtehidin emriyle başka birisi dinden çıkamaz. Bir alim, derecesi ve rütbesi ne kadar büyük olursa olsun insanlara karşı nasihat ve irşaddan başka bir hakka mâlik değildir. Çünkü İslâmiyet’te Hazret-i Muhammed (asm.) Allah’ın kulu ve Resulüdür. Alimler de peygamberin vârisidirler. Hristiyanlıkta ise peygambere uluhiyet isnad edilir. Papazlar ise böyle bir peygamberin vekili olmakla günahları affetme, helale haram, harama helal deme selahiyetini kendilerinde buluyorlar.
3. Hristiyanlık’taki mezhepler birbirini tekfir ederler. Her biri müstakil bir din gibidir. İslâmiyet’teki mezheplerin ise tamamı bir tek fırka olup Ehl-i sünnet olarak yad edilir.
4. İslâmiyet’teki mezheplerin müstakil mâbedleri yoktur. Hepsi aynı camide namaz kılar ve birbirlerinin imamlarına uyarlar.
5. Bir Müslüman istediği mezhebe girebilir. Meselâ Şafiî iken Hanefi, Hanefî iken Şafiî olabilir. Hiçbir mezhep imamı bunu engelleyici bir hüküm getirmemiştir.