Evliya ne demektir?
Lügatta veli; dost, arkadaş, itaatkâr ve işi üstlenen kişi anlamına gelmektedir. “Evliya” ise “veli” kelimesinin çoğuludur.
İslami ıstılahta veli; Allah’ın sadık dostu ve sevgili kulu demektir. Veli, Allah’ın şeriatına bağlı, hak ve hakikate âşık kimsedir. Velayet; muhabbet, yardım ve Allah’ın emirlerini tebliğ etmektir.
Veli, Kurân-ı Kerim’in hak ve hakikatini anlamış, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in irşadı dairesinde hareket etmiş ve bu sayede ulvî derecelere yükselmiş olan Hak dostudur.
Bu tarifler çerçevesinde milyonlarca Allah dostları vardır ki bunlar da iki kısımdır.
Bir kısmı herkes tarafından bilinen kimselerdir. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi. Bunlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.
Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Teala’nın perde-i izzetinde mestur nice aşık, sadık ve dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar, insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudsi de şöyle buyrulur:
“Birçok evliya vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.”
İbrahim Hakkı Hazretleri de bu hakikate işaret için;
“Harabat ehline hor bakma şakir,
Defineye malik viraneler var.”
buyurarak, nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.
Bütün meyvelerin ve çiçeklerin yetişmesine güneş vesile olduğu gibi, bu Allah dostlarının manevi terakki ve tealisine, yani onların marifet, muhabbet, ubudiyet, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, ittika ve korunmalarına da vesile olan Kuran güneşidir.
Güneşten feyiz alan o meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği taktirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükünete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşit ve evliyalara muhtaçtır.
Evliyalar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden Peygamber Efendimiz (s.a.v)dır. Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven ve başkalarına da sevdiren O Zât (s.a.v)’tır.
Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.
Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hakimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükun, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.
Evliyalara Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, lütfü ve inayeti nihayetsizdir. Onların olduğu mekanlara ve zamanlara feyz-i Rabbani, envar-ı Kur’anî tecelli eder; oralara hayır, feyiz ve bereket yağmur gibi dökülür. Onlar, Allah katında aziz ve mükerremdir; kıymetleri pek âlidir. Onları gören Allah’ı hatırlar.
Evliyaların en büyük gayesi, dünyada iman, salih amel, marifetullah ve muhabbetullah, ahirette de Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar olmaktır. Evliyaların maksudu cennet değil, cemal-i ilahidir. Zira cennet mahluk ve mahduttur. Onlar mahluk ve mahdut olana değil, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan mahbub-u hakikiye kavuşmaya ve O’nun rüyetine mazhar olmaya aşıktırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir.”
Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:
“İşte şu sırdandır ki; ‘Vedûd’ ismine mazhar bir kısım evliyâ: ‘Cennet’i istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir.’ demişler.”
“Vedûd” ismine mazhar olan muhakikîn-i evliyâ; ‘Bütün kâinatın mâyesi, muhabettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir.’ demişler.”
“Yine ‘Vedud’ ismine mazhar olan evliyadan bir zat şöyle demiş: ‘Felek mest, melek mest, nücum mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anasır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest, seraser zîhayatt mest, heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest.’”
“Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir. Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”1
Allah-u Tealanın cemal ve kemalini müşahede etmekten daha büyük bir nimet tasavvur edilemez. Ancak Allah’ı müşahede nimeti O’na olan muhabbetin derecesine göredir. Muhabbet ne kadar ziyadeleşirse lezzet de o nisbette ziyadeleşir. Nitekim bir Hadis-i Kudside şöyle buyrulur:
“Evliyalarımın benim cemalimi müşahadeye iştiyakları olduğu gibi, benim de onlara iştiyakım daha şiddetlidir.”
Bediüzzaman Hazretleri rü’yetullahı şöyle ifade eder:
“Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”2
Başka bir eserinde de şöyle buyurur:
“Her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır.”3
Dünya ve ahirette en yüksek mertebeye ulaşacak kimseler Cenabı Hakk’ı en ziyade sevenler olacaktır. Muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Zira, O’nun nihayetsiz olan bütün sıfatları en latif, en nuranidir. Bütün nurların nuru, bütün güzelliklerin menbaı O’dur. Sevgiye sebeb olan her güzellik, her kemâl, her cemâl O’ndadır. Hayat, ilim, kudret… gibi ezelî ve ebedî olan kemâl sıfatlar O’nundur. Bunlar ise zâtında sevilirler.
Şu kâinatta çiçeğinden bahçesine, zemininden semâsına, baharından cennetine kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz herşey Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının âyineleridir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar, çok şefkatli ve pek merhametli olan O’nun hazinesinden gelmekte, O’nun kereminden akmaktadır. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in”4 sevgisine mazhar olmak ve O’nun tarafından sevilmekten daha büyük bir saadet düşünülemez.
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder.”5
Allah’a kemaliyle muhabbet O’nu bütün kalp ve hissiyatıyla sevip emir ve yasaklarına ittiba etmekle olur. Allah’ı seven bir cihetle kendini sevmiş olur. Mesela Padişahı seven padişahın ihsan ve ikramlarına nail olduğu gibi Allah’ı seven de O’na dost olur O Padişahı Zülcemale dost olan da elbette ki O’nun nimet ve ihsanlarına nail olur. Allah’ı sevmenin yolu ise O’nun Resulünü sevip, sünnetine ittiba etmekle olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Ey Resulüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 6
Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:
“Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.”7
Evet insanın yaratılışındaki hikmet, Allah’ı tesbih, tahmit, ,tazim ederek O’na muhabbet etmektir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Beni anın ki, (taat ve itaatle) ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın nankörlük etmeyin!”8
Zaten kafirlerden başka Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyen ve O’nu tanıyıp itaat etmeyen hiç bir mahluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur:
“Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”9
Dağlar ve bağlar, deryalar ve çiçekler, yıldızlar ve güneşler durmadan Allah’ı zikredip anarken, zikirde ustabaşı olan ve ibadet için yaratılan insanın bundan müstağni kalması düşünülebilir mi?
Evet, Allah dostları daima Allah’ı anarlar. Onlar, daima huzurdadırlar, hiçbir an Allah’tan gafil olmazlar. Onların içi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrettedir. Onların kalplerinde aşk-ı ilahi ve muhabbet-i ilahi öyle nakşolunmuştur ki, zail olması mümkün değildir. Onlar ihtiyarsız olarak can ve cananlarından geçmişlerdir; daima hayrettedirler. Bununla beraber, acz, fakr ve kusurlarını görür, yaptıkları iyilikleri hep Allah’tan bilirler. Nefislerinin tezkiyesine çalışırlar. Herkese marufu emreder ve nehy-i münkerde bulunurlar. Yani insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındırırlar. Bunu yaparken de yumuşaklık ve alçak gönüllülük gösterirler. Allah dostlarının en ulvi maksatları; insanların her türlü küfür ve isyan ve menhiyattan uzak durmaları, Allah’a bağlanmalarıdır.
Tevazu ile vakar onlarda cem olmuştur. Onlar bu aleme mükerrem olarak ayak basmışlardır. Gezdiği yerler ve bastığı topraklar onlarla iftihar ederler. Onlar temiz fıtratlarını bir takım seyyielerle lekedar etmekten son derece sakınırlar. Onların ibadetleri ne cennete girmek, ne de cehennemden kurtulmak için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak içindir. Onların suretleri güzel olduğu gibi, siretleri, kalp ve ruhları da nice fazilet ve güzelliklerle doludur. Zerafet ve nezafetleri ziynetleri olduğu gibi, iffet, haya, merhamet ve edep gibi manevi güzellikleri de onların süsüdür. Bu gibi manevi güzelliklere mazhar olmak insanın kendi ihtiyarındadır. Bu ulvi meziyetlerden mahrum olmak kadar insanı hacalete düşüren hiçbir şey yoktur.
Evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İsyanlarından dolayı onların cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Nitekim bir Allah dostu olan Hz. Ebu Bekir (ra): “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, cehennemde hiç kimseye yer kalmasın.” buyurmuştur.
Yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:
“Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için cehennemi kabul ederim.” 10
Diğer bir eserinde de şöyle buyurmuştur;
“Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”11
Bu iki büyük zatın ifadeleri bunun en açık delilidir. Acaba Hz. Ebubekir (r.a.) ve Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat ve merhameti böyle olursa, Her güzel ahlâk sahasında olduğu gibi, merhamette de en ileri olan Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ümmetine karşı şefkat ve merhameti nasıldır. Zira o, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî, ümmetî” (ümmetim) dedi. Hayatı boyunca ümmetim dedi. Miraçta ümmetim dedi. Dünyadan göçerken ümmetim dedi. Mahşerde de herkes “nefsî nefsî” diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” diyerek dünyada ümmetine karşı şefkat ve merhametini gösterdiği gibi, mahşerde de en ileri derecede gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de:
”Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”12
buyurarak, O’nun ( s.a.v) ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ortaya koymuştur. Hatta kafirlerin bile hidayete gelmemelerinden dolayı bile son derece müteessir olmuştur. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle ifade buyrulur:
“Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından âdeta kendini tüketeceksin!”13
Bu ayet de Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) insanların hidayete gelerek ebedi helaketten kurtulmasına ne kadar önem verdiğini ve O’nun (s.a.v.) eşsiz şefkat ve merhametinin en açık delilidir.
Evet, Allah dostu olan ve kendine Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i rehber eden evliyalar da hak ve hakikata muhtaç olan insanları, ona ulaştırmak için büyük bir şefkat ve merhamet gösterirler. Kalplerinde kimseye kötülük beslemezler. Bütün işleri Allah içindir. Onlar bu yolda yürürken kendilerini yollarından döndürmek isteyen kimselerin ayıplamalarından çekinmez ve korkmazlar. Her işlerinde adalet üzeredirler. Şüpheli şeylerden de son derece sakınırlar.
Bu zatların en büyük maksatları Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a itaatte hiçbir noksanlık göstermez, bu uğurda kendilerine isabet edecek her türlü eza ve cefaya sabrederler. Bütün mahlukatı ve insanları Allah için severler. Bu sevginin ehemmiyetini Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle ifade buyurmaktadır:
“Allah’ın kullarından öyle kimseler vardır ki, onlar enbiya ve şüheda değillerdir; fakat kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara enbiya ve şüheda gıpta edeceklerdir.”
Bunun üzerine sahabelerden bazıları:
“Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir? Amelleri nedir? Bize haber ver ki, biz de onları sevelim.” dediler. Resûlullah (s.a.v):
“Onlar bir kısım mü’minlerdir ki, aralarında hiçbir akrabalık bağı, birbirlerine itaati gerektirecek herhangi bir mal alakası olmadığı hâlde birbirini sadece Allah için sevenlerdir. Onların yüzleri nurdur ve kendileri de nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman bunlar korkmazlar, nas mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdular ve şu ayet-i kerimeyi okudular:
“Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”14
Bu ayetle Cenab-ı Hak, veliler için hiçbir korku, bir hüzün bulunmadığını müjde vermekte, onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever ve onlardan razı olur. Bununla beraber onlar, yine de korku ve ümit arası olan “beynel havfi verreca” düsturundan hiç ayrılmadan yaşar ve akibetlerinden daima endişe duyarlar.
Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Bu Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar ve bağlar, denizdeki balıklar, zaman ve mekan, hasılı bütün mahlukat ağlar ve yas tutarlar. Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.”15
Bu ayetin mefhum-i muhalifinden şöyle bir mana anlaşılır ki, “Ehl-i imanın Dünya’dan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”
“… Semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevâline mahzun oluyorlar.”16
Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Arş’ın Sa’d İbn Muaz’ın (ra) vefatıyla sarsıldığını” ifade buyurmuşlardır. İmam-ı Şarani’nin “Tabakat” adlı eserinde Bağdat’ta vefat eden Ahmet İbn-i Hanbel Hazretlerinin evinin etrafına binlerce yabani hayvanın toplandığı ve cenazesine altmış binden fazla kişinin katıldığı anlatılmaktadır.
Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden; daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akibetle emaneti teslim eden kullarından eylesin! Âmin…
Dipnotlar:
1 Sözler.
2 Mektubat.
3 Lem’alar.
4 Şualar.
5 Lem’lar.
6 Âl-i İmran suresi, 3/31.
7 Lem’alar.
8 Bakara Suresi, 2/152.
9 İsrâ Suresi, 17/44.
10 Emirdağ Lahikası.
11 Tarihçe-i Hayat.
12 Tevbe Suresi, 9/128.
14 Yunus Suresi, 10/62.
15 Duhân Suresi, 44/29.
16 Sözler.
17 Yunus Suresi. 10/7-8.
18 Haşir Suresi, 59/18.
19 Mektubat.
20 Mesnevi-i Nuriye.
21 Ankebut Suresi, 29/64.
22 Hadid Suresi, 57/20.
23 En’am suresi, 6/32.
24 Mektubat.
25 Sözler.
26 Buhari, Cihad, 25, 74; Müslim,
27 Necm Suresi, 53/39.
28 Mektubat.