Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?
Önce şunu belirtelim ki, bir kısım materyalist ve ateistler, saf zihinleri şüpheye düşürmek için şöyle bir plân uyguluyorlar:
Allah’ı doğrudan inkâr etmek yerine “Şu kâinat yoktan icad edilmeyip, atomlardan teşekkül etmiştir.” diyerek, önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah’ı inkâra gidiyorlar.
Halbuki bir eser ister hiçten bir anda, ister atomlardan kademeli olarak yaratılsın, her iki hâlde de onun mutlaka bir yapıcısı, bir yaratıcısı olacaktır. Hiçbir san’at sanatkârsız, hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha açık ve seçik olarak bilinir. O hâlde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allah’ın varlığına, birliğine, azamet ve kibriyâsına, sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise bu soru, âlemlerin yaratıcısını inkâr namına değil, ancak O’nun hikmetini öğrenmek için sorulabilir.
Cenâb-ı Hakk’ın iki tarzda icadı vardır. Birisi: “İbda ve ihtira” tarzındadır; yâni, kâinatı meydana getiren unsurların hiçten, yoktan yaratılmasıdır. Diğeri, “inşa” tarzındadır; yâni eşyanın atomlardan birleştirilmesi suretiyle icad edilmesidir.
Cenab-ı Hak, şu kâinatta yarattığı hadsiz varlıklarını temel taşları hükmündeki atomları önce hiç yoktan -ibda ile- var etti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını, hikmetinin düsturlarını vazetmek ve ihsanlarını yenilemek gibi hikmetler için, bir kısım varlıkları inşa suretiyle varlık sahasına çıkarttı. Yani, atomları ibda ile yoktan yarattı; diğer mahlûkatı ise o atomlardan inşa etti.
Şimdi söz konusu soruyu daha geniş bir çerçeve içerisinde cevaplandırmaya çalışalım:
Öncelikle, şu hakikati belirtelim ki, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti noktasında mevcudatın “İBDA” yahut “İNŞA” suretinde yaratılmasının farkı yoktur. Atomların yoktan icadı ile herhangi bir mevcudun o atomlardan yaratılması kudret-i İlâhiyye’ye göre eşittir; yani biri daha kolay, diğeri daha zor değildir.
Her hâlinde binler ihtiyaçlar içerisinde yuvarlanan ve en basit ihtiyacını dahi karşılamaktan âciz bir insan, ulûhiyyetin gereklerinden olan bu hakikati kendi cüz’î ölçüleriyle tartarsa, elbette yanlış yola girer, aldanır ve sonunda akıldan uzak görerek inkâra sapabilir. Halbuki, bir zatın eseri düşünülürken, onun sıfatlarını nazara almak lâzımdır. Bu mes’eleyi Allah’ın her şeyi kuşatan sıfatları ve sınırsız kudreti noktasından bakmak gerekir. Şu koca kâinatı insana hizmet ettiren Allahü Azîmüşşân’ın azametini, O’nun bu muhteşem eserlerinde seyretmek yerine; İlâhî hakikatleri kendi cüz’î aklına, kuvvet ve irâdesine kıyas eden insan büyük bir gaflete düşer.
Üstümüze gök kubbeyi çadır gibi kuran, şu sonsuz fezada had ve hesaba gelmeyen cisimleri kudretiyle evirip çeviren, hem yer yüzünü hârika eserleriyle ayaklarımızın altına döşeyen bir Hâlik-ı Külli şey’in kudretinden mevcudatın “ibda”‘ yahut “inşa” ile yaratılması uzak görülemez. Zaten, bir insan, Allah’ın bütün kemâl sıfatlara sahip olduğuna iman ettikten sonra, Allah’a acz isnad ederse apaçık bir çelişkiye düşmüş olur.
Cenâb-ı Hakk’ın kudreti zâtındandır, sonsuzdur ve mutlaktır. Kudretinin güneşe teveccühü ile zerreye teveccühü arasında fark yoktur. İkisini de aynı kolaylıkla icad eder, tedbir ve idare eder. Teveccühünde parçalanma ve bölünme olamaz. Varlıklar için olan sınırlamalar, O’nun icadının önüne geçemez. Elbette O’nun kudretine nisbeten eşyanın ibda’ veya inşa ile yaratılması arasında fark yoktur.
Her şeyi sonsuz bir kolaylıkla icad edip güneşleri zerreler gibi evirip çeviren, her şeyi hâlden hâle, devirden devire, tavırdan tavıra değiştiren o Zât-ı Kibriya, sonsuz kudretiyle istediği şeyi, yokluktan varlığa ve varlıktan yokluğa rahatlıkla getirip götürebilir.
Evet, bir anlık zamana sonsuz icadları sıkıştıran bir Kadir-i külli şey’in atomları yoktan, sair varlıkları da o atomlardan yaratması en açık bir hakikattir.
Madem ki, Kudret-i İlâhiyye noktasında “ibda”‘ ile “inşa”nın farkı yoktur. İnsan aklı, bu hakikati rahatlıkla kabul eder, ancak belki yoktan var etmenin hikmetini araştırabilir. Biz de bu mes’elenin hakikatini tefsir eden alimlerimizin açıklamaları çerçevesinde, kısaca açıklamaya çalışacağız.
Önce, konunun açıklanmasına yardım edecek bazı temel bilgileri vermekte fayda görüyoruz.
İbda’ ve İnşa Ne Demektir?
İbda’, hiçten icattır; eşyaya hiçten ve yoktan vücud verilmesi ve ona lâzım olan her şeyin yoktan yaratılmasıdır.
İnşa ise, eşyanın mevcud elementlerden toplanmak suretiyle icad edilmesidir.
İki türlü ibda’ vardır: Birincisi, ibda’-ı mutlak (yahut ibda’-ı mahz ve küllidir), yani tamamen yoktan ve hiçten icad etmek. Diğeri ibda’-ı cüz’îdir.
Kâinatın ilk yaratılışı ibda’-ı mahz iledir. Yâni, kâinatın ilk yaratılışında her şey yoktan icad edilmiştir. Daha açık bir ifadeyle, hiçbir kanun, madde, müddet, asıl, suret, misâl yokken varlık aleminin örneksiz, taklitsiz, emsalsiz olarak yoktan ve hiçten icadıdır.
Kâinatın teşekkülü yâni, yer küresinin, ayın, güneşin ve yıldızların kendilerine mahsus keyfiyet, şekil ve özellikleri ibda-i mahz ile olduğu gibi büün canlı türlerinin ilk modellerinin yaratılması da “ibda’-i mahz” dır. Bütün nevi’ler bu, ilk modellerden yaratılmışlardır.
Kâinat ve onu ortaya getiren atomlar, ibda’-i mahz ile yaratıldı. Bu ilk yaratılıştan sonra ibda’-i mahz kapısı kapatıldı. Artık şu anda her varlık, mevcut atomlardan yaratılmaktadır. Çünkü âlemde her şeye hükmeden umumi bir denge mevcuttur. Cenâb-ı Hak bu denge kanunu ile her varlığı o kadar ince bir düzen ve o derece hassas bir ölçü ile tanzim etmiştir ki, hilkatte abes ve israf olmadığı gibi, adaletsizlik ve dengesizlik de yoktur. Evet, bu denge ve nizam kanunu, kandaki alyuvar ve akyuvarlardan, bütün canlıların doğum ve ölümlerine kadar, atom sistemindeki dengeden tâ sema burçlarına, feza sistemlerine kadar her şeye hükmetmektedir. Madem ki, kâinatta bir umumî nizam ve denge kanunu vardır, her şey gibi bu âlemin temel taşları hükmünde olan unsurlar da bu kanunun dışında kalamaz.
Yaratılan her şeyin model ve suretlerinin ilm-i İlâhîde hazır olması, O Zât’ın ilminin sonsuz olduğunu gösterdiği gibi, her şeyin asılları olan atomların önceden yaratılmış olması da O’nun sonsuz ilim ve tedbirini gösterir. Evet, bu hâl, O’nun her şeyi mükemmel bir mizan ile plânlayıp hazırladığının ve hiçbir şeyi şaşırmadan, unutmadan ve ihmal etmeden güzelce idare ve tertip ettiğinin ve bir atomu bile israf etmediğinin delilleridir.
Cüzlerde, parçalarda görünen bu denge kanununun küllerde, bütünlerde de cereyan etmesi hikmetin gereğidir. Evet, insanın her bir uzvu, vücuduna göre nasıl bir ölçü ile ayarlanmış ise, kâinatı ortaya getiren manzume ve sistemler de aynı ölçü ile tanzim edilmiştir.
Cenab-ı Hak, ibda’-i mahz ile yarattığı ve hazırladığı atomları –tabiri caizise– bir iplik gibi kullanmakta ve bütün mahlûkatı bir kumaş gibi dokumaktadır. İşte, bu ipliklerin hiç yoktan yaratılması ibda-i mahz, onların bir araya getirilmesiyle muhtelif eşyanın dokunması, yaratılması ise inşa’dır. Bu inşa ile ortaya çıkan yeni yeni şekiller, desenler, motifler ve mahiyetler de ibda’-i cüz’îdir; bunların maddeleri daha önce yaratılmışsa da kedileri ilk defa ve yoktan yaratılmaktadırlar. Buna göre, ibda’-i cüz’î, ibda’ ve inşa’nın birlikte tahakkuku ile ortaya çıkmakta ve kâinatta her an cereyan etmektedir. Meselâ, şu anda yaratılan her bir mevcudun, tâbiri caiz ise, plân ve programı ibda’dır. Bu plân ve programa göre atomların toplanıp eşyanın ortaya çıkışı ise inşadır. Eşyanın vücud sahasına çıkması ile onlara takılan sayısız sıfatlar, özellikler ise yine ibda’ hakikatini göstermektedir. Demek ki, kâinatta her an ibdaya dayanan yeni bir inşa görülmektedir.
İbda’ ve inşayı daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim:
Mimarlık san’atı ve estetik yönünden dünyada bir şaheser olan Selimiye Camii taşlardan yapıldığı hâlde, hiç kimse bu san’at eserine “taş yığını” diyemez ve böyle bir iddiada bulunamaz. Hiç şüphesiz bu taşlarla ortaya çıkan san’at ve maharet, elbette taşlardan ayrı olarak ustasının fikir ve sanatından ortaya çıkan yepyeni şeylerdir.
İşte, bu caminin taşlardan yapılması inşa hakikatına, onun sayısız sıfat, meziyet ve özellikleri yâni, taşlardan başka her şeyi ise ibda’ hakikatına güzel bir misâldir.
Selimiye Camisi taşlardan yapıldığı gibi, meselâ bir bülbül de atomlardan yaratılmıştır. Artık, bülbül bir atomlar yığını değildir. Kudret-i İlâhiye atomlardan yarattığı o nazenin varlıkta bambaşka bir mahiyet ortaya çıkarmıştır. İşte, bülbüldeki hiçten ve yoktan yaratılan bütün bu özellikler, ibdadır.
Şu muhteşem kâinat da Allah’ın kudretiyle yaratılan bir bülbül gibidir. Bu bülbül sonsuz nağmeler ile o Zât-ı Akdes’in cemâl ve kemâlini ilân etmektedir. Şimdi bu harika kudret mû’cizesine azot, karbon, oksijen vesaire mi diyeceğiz? Bu yepyeni mahiyetleri basit elementlere mi vereceğiz? Yahut, bu harika icadları kör kuvvete ve serseri tesadüfe mi havale edeceğiz?
Yaratılan her şey maddesiyle, mahiyetiyle, şekliyle, taşıdığı özellikleriyle ayrı bir mu’cizedir. İbda’ ve inşa mucizeleriyle bu kâinat her an dolup taşmaktadır.
Bu konuyu diğer bir örnekle açıklayalım:
Alim bir zâtın çeşitli ilimleri içine alan bir kitap yazmak istediğini düşünelim. O zât önce illinde o kitabın bütün konularını tesbit ve tayin eder. Daha sonra kalemine kitabı yazmaya yetecek kadar mürekkep doldurur ve kitabını hafızasında tesbit ettiği düstur ve esaslara göre yazar. O hâkim ve âlim zâta karşı “Bu zât için kitabın tümüne yetecek kadar mürekkebi önceden doldurdu, her sayfa için ayrı mürekkep kullanması gerekirdi!” denilebilir mi? Kâtibin bütün mürekkebi önceden doldurması onun için bir noksanlık sayılabilir mi? Halbuki, bu hâl kâtibin ilminin ve tedbirinin kemâline delildir. Hem, kitabın daha yazılmadan önce onun ilminde mevcut ve hazır olduğuna, her harfin, onun ilmindeki plân ve takdire göre yazıldığına delâlet eder.
Aynen öyle de Hak Teala şu kâinat kitabını yazmayı irâde etti. O kitap için gerekli bütün atomları ilminde takdir etti ve sonsuz kudreti ile bu alemi yarattı.
Aynı basit maddelerden dokunan ve aynı mürekkeble yazılan çeşitli hayvanlar ve bitkilerin aynı hava, aynı su, aynı ışıktan faydalanmakla beraber her birisinin diğerlerinden ayırıcı özellikleri, tad ve kokuları, mizaç ve istidatları vardır. İşte, atomlarda bulunmayan bu sayısız özellikler “ibda” ile ortaya çıkmaktadır. Evet, bahar mevsimi bu hakikatin harika bir misâlidir.