Mektuplar, Sohbetler, Sorular ve CevaplarMuhtelif Soru-Cevaplar

Müctehit Kimdir?

Müçtehit; Kur’an’ın esrarına hakkıyla vâkıf, içtihada ehil, İslâmî ilim­lerin bütün ahkâmında mütehassıs olan her fakîhtir. Bu zâtlar âyet ve ha­dislerin sırlarına mazhar olma istidadına hâiz mümtaz insanlardır. Aklî ve nakli ilimlerin derinliklerine dalmış, keşfettikleri çeşitli cevherleri Müslü­manların istifadesine sunmuşlardır.

Müçtehitlik, âlî ve mümtaz bir makam ve yüksek bir mertebedir. Kişi o makama iddia ile değil; ilimde rüsuh kazanma yanında Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanı ile çıkabilir. O sahada onlarla yarışmak her kişinin kârı de­ğildir. Nazar-ı ibretle bakılırsa enbiyaya vâris olmanın en şanlı ve en muh­teşem bir numunesi, onlarda görülebilir. Müçtehidîn-i İzam Efendilerimizin herbiri nur-u hidâyete mazhardırlar. İlâhî hükümlerdeki maksatları idrak etmek onları tatbik sahasına koymak vazifesi onlardadır.

Sahabeden sonra şartlar değişmeye başladı. Muamelatta, ticarette, sa­natta, ziraatte yeni inkişaflar meydana geldi ve yeni meseleler ortaya çıktı. Örf ve adetlerde değişmeler oldu. Elbetteki, bu ihtiyaçlara lakayd kalına­mazdı. İşte bu devrede herbir müçtehid, kendisine terettüb eden vazifenin ağırlığını takdir ederek pek büyük bir gayret ve ihtimam ile içtihatta bulun­dular. Bütün himmet ve iktidarlarını sarfederek fıkıh ilminin kaide ve ka­nunlarını tesbit ettiler. İşte bu zâtlar sayesinde içtihat ilmi kemal noktasına vasıl oldu.

Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar Şunlardır:

1. Arapça’nın kaidelerini bütün incelikleriyle bilmelidir.

2. Kur’an’a ait ilimlere kemaliyle vâkıf olmalıdır.

3. Müçtehidin, icma-i ümmete muhalefet etmemek için hakkında icma meydana gelmiş bütün hükümleri bilmesi lâzımdır. Bunu bilmesi içinde tâ ashabdan itibaren bütün İslâm fukahasının nerelerde ihtilaf edip, hangi meselelerde ittifak etmiş olduklarını tahkik etmiş olması îcab eder.

4. Müçtehit, kıyasın vecihlerini bilmelidir. Zira, içtihadın ruhu kıyasdır. Bu sebeple bir müçtehit, ilm-i usulün kıyas bölümündeki bütün rü­künleri, nevileri, hükümleri, şartları teferrualiyle bilmelidir.

5. Müçtehit örf ve adetlere vâkıf olmalıdır.

6. Müçtehit olan zâtın, hükümlere taaluk eden hadisleri hıfz edip onla­rın senetlerini, râvîlerini; mütevâtir mi, meşhur mu, ah ad mi, men­suh mu olduğunu bilip ihata etmesi şarttır. Yine bu hadisleri rivayet eden zâtların cerh ve ta’dil açısından ahvallerine de vâkıf olmalıdır.

7. Ûsul-ü fıkıhta zikredilen esaslar, kaideler ve şartlar müçtehidde me­leke haline gelmelidir.

Sadece bu şartların olması da kâfi değildir. İçtihat için fıtrî bir istidat, dehâ derecesinde bir zekâ ve kabiliyette şarttır. Abdulkerim Zeydan, Usûl-ü Fıkıh adlı eserinde, bu hususu şöyle açıklıyor:

“Müçtehit latif bir idrake, fıkıh ilmine müstaid bir akla, safi bir zihne, nafiz bir basirete, güzel bir anlayışa, harika bir zekaya sahip olmalıdır. Bunlara sahip olamayan bir kimse, içtihat kaidelerini bilse bile müçtehit olamaz.”

Bundan sonra da şöyle bir misal verir:

“Bir insan edebiyat ve şiirde ne kadar bilgisi olursa olsun, fıtrî bir istidadı yoksa şair olamaz.”

Yine bu konuda, îmâm-ı Mâlik Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“İlim, kesret-i rivayetle değildir; belki o bir nurdur ki, Allah Teâla onu kalbe va’z eder de onunla hak ile batılın arası tefrik olunur.”20

Evet, içtihat için ilahî bir mevhibe de şarttır. Yani kesbî olan şartlar iç­tihadın cesedi ise, mevhibe-i İlahî de içtihadın ruhu hükmündedir. Takva ve amel-i salihde yeterince hassas olmayan bir insan ilimde ne kadar ileri olursa olsun onun içtihadına itibar edilmez.

Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüzü bulunmazsa, o kim­seye ıstılâhi manasiyle müçtehit denilmez. Davayla, mücerred iddia ile sul­tan olunmaz. Zira, delil istenilir.

İlim ve irfan sadece insanın şahsi gayretine ve kesbine münhasır olsa elbetteki pek nakıs kalır. Çünkü, insanın fikri de, aklı da sınırlıdır. Binae­naleyh, bunlarla herşeyin, her hakikatin mahiyetini, esasını ihata etmek mümkün değildir. İlim ve marifetin tekâmülü için İlahî ilham da lâzımdır. Ancak o zaman basiret nuru parlar, birçok sırlar ve hakikatlar o nur ile keşfedilebilir. Evet, ilham ve inâyete mazhar olan bir insan hakikatlerin keşfine muktedir olabilir.

İçtihat için pek büyük bir kabiliyet ve pek geniş malûmat yanında pek büyük bir takva, salahat ve yüksek bir ahlâk da iktiza eder. Hafızalarını bü­tün Kur’an ile ve yüz binlerce hâdis-i şerifle tezyin etmiş nice büyük zâtlar bile içtihada cesaret edememiş, içtihat iddiasında bulunmamışlardır. Çünkü bu selahiyeti hâiz olmayanların içtihat yapmaları, mesuliyeti mucibdir. Bi­naenaleyh içtihada ehil olmayanların bir müçtehidi taklid etmekten başka çıkış yolları yoktur. Aksi halde, dinin kudsi ahkâmını muhafaza ve idame etmek kabil olmaz.

Ehl-i sünnet dairesinde olan müçtehit efendilerimizin cümlesinin, kâmil bir hidâyet ve müstakim bir yol üzerinde olduklarına itikat etmek, Müslü­manlar üzerine bir vecibedir. Çünkü, başta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabe-i kiramın en güzide, en salahiyetli vârisleri bu büyük müçtehit­lerdir. Bunların, evliyanın da sertacı olduklarında ümmetin ittifakı vardır. Allah, dine ait hükümleri ikâme ve şeriatın hikmetlerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten çıkarma hususunda bu zâtlara hususî bir ihsanda bulunmuş­tur.

Hakikaten onlar şeriat ve hakikatin kendilerinde zuhur ettiği muhakkik ve müdakkik asfiyaların en büyüklerindendir. Şu halde onlardan herhangi birini hafife almak, tezyif etmek veya onlarla müsavat dava etmek en azın­dan haddini bilmezlikdir.

“Sebep olan yapan gibidir.” kaidesince, onlar kıyamete kadar gelecek bü­tün mü’minlerin yaptıkları ibadetlerden hissedardırlar. Küllî fazilet ve ilim noktasında onların topuğuna dahi yetişilemez. Bu meselede, Bediüzzaman Hazretleri,

“Başta müçtehidin-i izam imam­ları mı efdal, yoksa hak tarikatların şahları, aktabları mı efdaldir?” sorusu­na şöyle cevab vermiştir:

“Umum Müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fa­kat, hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı harika kutup­lar, bîr cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır.”21

Müçtehitlerden bazıları Sahabe-i Kiram Hazretlerini gördüler, onlarla sohbette bulundular ve onlardan ilim ve edeb tahsil ettiler. Şer’i ahkâma ait kaide ve kanunları Kur’an ve hadislerden istihrac ettiler. Bu hükümle­ri istinbat hususunda azamî derecede ihtimam gösterdiler. Akıl ve nakle istinad eden şer’i meseleleri ihtiva eden kitablar yazdılar. İşte onların bu fedakârâne çalışmaları ile fıkıh ilmi tam bir istikrar ve istikamet kazandı.

Müçtehidler Örnek İnsanlardır

Müçtehitler, meslek ve meşreblerinde ciddiyete, hâl ve hareketlerinde de rıfk ve mülayemete azami dikkat ederlerdi. Onlar, “mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus” olmuşlardı. Mugalatadan, aldatmaktan, şöhret-i kazibeden, riya ve taşanımdan şiddetle nefret ederlerdi. Hakikati taharri ve ona vusulde son derece gayretliydiler.

Müçtehidîn-i izam efendilerimiz ilim ve marifette birer umman oldukları gibi güzel ahlakta da örnek şahsiyetlerdi. Mübarek yüzlerinde muhabbetle karışık bir vakar lemaan ederdi. Allah-u Teâla Hazretleri ilmi, hikmeti, iffe­ti, şecaati, sehaveti onlarda cem etmişti.

Dinin ulviyeti kalblerinde yer tutmuştu. Ruhları güzel seciye ve faziletler ile münakkaşdı. İstikamet ve adalet onlarda cibilli bir emir halindeydi. Hak yolunda hiçbir kuvvet onları adaletten men edemezdi.

Onlar, fıtraten temiz, kuvve-i kudsîyeye mâlik birer insan-ı kâmildiler. Kalbleri nefsani hastalıklardan müberraydı. Onlar, hakkı izhar ve tebliğde  cerbezeden ve hileden son derece uzaktılar, zâten kâmil bir akıl; insanı ca­hilane cüretlerden meneder.

Onlar, hak ve hakikatin aşığı idiler. Hakikat kimin ağzından çıkarsa çık­sın, onu kabulde ve teslimde asla tereddüt göstermezlerdi. Benlikten, gu­rurdan, kibirden son derece nefret ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Şâfiî,

“Hakikatin, münazara ettiğim kimselerin elinden çıkmasın­dan memnun olurum.”

buyurmuştur.

Onlar, hakkın tecellisine o derece sarsılmaz bir aşk ve muhabbetle bağlı idiler ki, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinmezlerdi. İcabında canları­nı bile esirgemezlerdi. Bir takım zâlim melikler ve müstebid sultanlar bu fukaha-i izam hazretlerine her türlü ezâ ve cefâyı tatbik ettiler, İslâmiyetin nurani sahifelerini akıllara durgunluk veren zulümatlara çevirdiler, vicdan­ları ebediyyen sızlattılar. Gayr-i meşru arzu ve zevklerini yerine getirmek, mevki ve makamlarını muhafaza etmek için o imamları kendi siyasetlerine alet etmeye çalıştılar, fakat buna muvaffak olamadılar. Bütün bu eza ve cefaya rağmen o büyük zâtlar hak davalarında sebat edip, hakikatten zerre kadar taviz vermediler. Son nefeslerine kadar hak gördükleri mesleklerin­den ayrılmadılar.

İmam-ı Azam, Ahmed bin Hanbel gibi büyük müçtehitler en zâlim sul­tanlara karşı hakikati söylemekten çekinmemişlerdir. İmâmı Azam kendi­sine teklif edilen rütbe ve payeleri reddederek hapishaneye girmeyi, hatta mazlum olarak ölmeyi tercih etti. İmâm-ı Ahmed de hapishanede zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde hakikatleri söylemekten çekinmedi.

Müçtehitler, hakkı ihya, batılı iptal yolunda hatır ve gönül tanımazlardı. Öyleki, haksız taraf babaları ve çocukları dahi olsa hiç tereddütsüz aleyh­lerine hüküm verirlerdi. Yegane maksatları Rızây-ı Bâri’yi tahsil etmekti. Allah korkusu kalblerinde o kadar yer tutmuştu ki göz yaşları bazılarının yanaklarında izler bırakmıştı.

Onlar vüs’at-ı ihataya mâliktiler; gördükleri, işittikleri, okudukları şey­leri zihinlerinde, hafızalarında muhafaza ederlerdi. Bu nimeti Hak Teâla Hazretleri onların fıtratlarına bahşetmişti.

Hafızaları çok vüsatli birer malûmat hazinesiydi. Ayaklı kütüphane ta­biri gerçekten bu gibi zâtların unvanıdır denilse yeridir. Meselâ; İmâm-ı Mâlik, bir milyon hadis-i şerifi hıfzetmişti.

Bununla beraber, nice erbâb-ı hadis vardır ki, binlerce, yüzbinlerce ha-dis ezberledikleri halde, o hadislerin ihtiva ettikleri şer’î hükümleri istihra­ca muktedir olamamışlardır.

Nitekim, bir gün hadis üstadı İmâm-ı A’meş, fıkıh imamlarından İmâm-ı Ebu Yusuf’tan bir meselenin hükmünü sorar. İmâm-ı Yusuf cevap verince, İmâm-ı A’meş; “Bu hükmü nereden istihrac ettin?” diye sorar. Ebu Yusuf da; “Senin bana rivayet ettiğin hadisten.” der ve hadisi okur. Bunun üze­rine İmam-ı A’meş:

“Ben bu hadisi, sen daha dünyaya gelmeden ezberle­miş olduğum hâlde, bugüne kadar manasını böyle anlamamıştım.”

diyerek, İmâm-ı Ebu Yusuf un fıkıh ilmindeki derecesini takdir eder.

Müçtehitlerin bir kısmı tabiîn, diğer kısmı da tebe-i tabiîn devrinde ye­tişmişlerdir. Bu devirler ilim ve marifet için en güzel bir zemindir; ilim ve irfanın baharıdır. O zamanda hikmet ve marifet tohumları, az bir zamanda neşv ü nema bularak marifet çiçekleri açardı. Meselâ; Süfyan b. Uyeyne dört yaşında hafız olmuştu.

Müçtehidîn-i İzam Efendilerimiz ilim ve irfanlarını sahabelerden aldılar ve onların malûmatına kemaliyle vâris oldular. Sahabelerin bütün ahvalle­rini, faziletlerini, tercüme-i hallerini bilirlerdi. Herhangi bir hâdisenin zu­hurunda evvela Kitap ve Sünnete sonra sahabe-i kiramın içtihatlarına mü­racaat ederlerdi. Bunlarda açık bir hüküm bulamadıkları meselelerde kendi rey ve içtihatları ile amel ederlerdi.

Onların mertebeleri, istidatları., ilim ve irfanları gayet yüksekti. Bun­lar asr-ı saadete daha yakın olduklarından bizzat o asrın feyzine vâris ol­muşlardı. Bir kısmı, Sahabe-i Kiram efendilerimizi bizzat görüp onlardan ulum-u İslâmiyeyi tahsil etmişler, içtihada ait perensipleri onlardan ders almışlardı. Bu ise, ulvi bir mansıb ve şereftir.

Müçtehitler, Sahabe-i Kiram gibi Kur’an âyetlerinin bütün meziyet ve sırlarını anlamışlardı. Ashab-ı Kiramın ittifak ettikleri meseleleri aynen kabul ederlerdi. Üzerinde icma hasıl olan meselelerde içtihada teşebbüs etmezlerdi. Müçtehitler Sahabe-i Kiram Hazretlerine hayru’l-halef oldular. Dine ait meseleleri tedkik ve tahkikde ümmet-i Muhammed’e nokta-i isti­nad olup müşkillerini hallettiler. Usul ve fürua ait fıkhî meseleleri bir araya toplayıp kitab haline getirerek, ümmet-i Muhammede kıyamete kadar isti­fade edecekleri engin ve zengin bir hazine bıraktılar.

İçtihatta kemal mertebesine nail olmak şerefi ancak dört büyük imama nasib olmuştur. Kur’an ve sünnetin esrarına hakkıyla vâkıf olan bu zâtlar, ruhlarını güzel ahlâk, salih amel ile bezetmişlerdir. Bu zâtların herbiri birer irfan harikasıdırlar. Müslümanların müşkillerini halletme hususunda bir­birlerini tamamlamışlardır.

Peygamber Efendimize (a.s.m.) kemal derecede vâris olan bu zâtlar, akılları hayrette bırakan hizmetleri ile vicdan-ı umumînin takdir ve hür­metlerine mazhar olmuşlardır.

Müçtehidîn-i Kiram Hazretlerinin bu ümmete pek büyük, pek faydalı hizmetler yaptıkları inkâr edilemez. Tarihin sayfaları mütalaa edilirse bu hizmetlerin nice misalleriyle karşılaşılır.

Müçtehidin-i İzamın Tabakaları

Usul-ü Fıkıh uleması, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed. Müçtehid-i mutlak, bütün şer’i meselelerde iç­tihat ehliyetine haiz olan zâtlardır. Müçtehid-i mukayyed ise bazı mese­lelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakîhlerdir. Bunlar içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklid ederler.

Müçtehit kendi akıl, hayal ve hissiyatından mes’ele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartiyle, şer’i deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla ilgili olmayan fer’i meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur.

Müçtehitlerin tabakaları birbirinden farklıdır. Bazısının derecesi daha yüksek ve daha feyizdardır.

Tabaka-i fukaha yedidir:

1. Müçtehid-i fi’ş-şer’îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Usûl ve furû’da bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır.

2. Müçtehîd-i fi’l-Mezhep: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği usul ve kaideler üzerine hareket eden müçtehitlerdir; îmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi.

3. Müçtehid-i fi’l-mes’ele: Kendi mezhebinde hükmü mevcud olma­yan bir meselede içtihada muktedir olan fukahaya denir. Meselâ: Ebu Hasan el-Kerhi, Şemsü’l-eimme el-Hülvânî, İmâm Serahsi gibi birçok zevat. Bu zâtlar ne usûlde, ne de füruda mezheb imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hâdiselerde onların koy­duğu usûl ve kaideler üzere içtihat yapmışlardır.

4. Ashab-ı Tahriç: Bu zâtlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukal­litlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da bir kaç cihete ihtimâli olan mücmel ve müphem meseleleri tefsir ve tavzi­he muktedir olan fukahadır. Meselâ: Cessâs, Ebu Bekir er Razi gibi meşhur zâtlar.

5. Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, adetini ve zamanın ihtiyacını dikka­te alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en muvafık olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Meselâ: Meşhur “Ku­duri” sahibi Ebu’l Hasan, Hidaye Sahibi Şeyh-ül İslâm Merğinâni gibi.

6. Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezhep­lerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muk­tedir olan zevattır. Meselâ, Kenz’in müellifi Nesefı, Muhtar’in sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye’nin sahibi Tâcü’ş-Şerîa Mah­mud Buhari, gibi…

7. Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh alimleridir. İbn-i Abidin gibi…22 

Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sa­yılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla dü­şünmeleri gereken bir husustur.
 


20 Bilmen, Ömer Nasuhi, Tefsir Tarihi, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara, 1960, s. 130. 

21 Mektûbat.

22 İbn-i Abidin, Dürrü’1-Muhtar Haşiyesi, Mısır, H. 1386, s.77. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu