İrşad Sahasında Bediüzzaman

Risale-i Nur’un günümüzdeki pek çok menfî şartlara rağmen hizmetinde muvaffak olmasının,her geçen gün ona olan teveccüh ve alâkanın artmasının sebebi, ondaki hangi hususiyetlerdir?

Risale-i Nur’un hizmette fevkalâde bir fütuhata mazhar olmasının sırrını, Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade buyuruyor:

Bu zamanda iki dehşetli hâl var:

Birincisi:

“Akıbeti görmiyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyatı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın yegâne çaresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûb etmektir. Ve yestehibbune’l-hayate’d-dünya… âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği hâlde dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i îmân iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor.”

“Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında,Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve cehennemin vücudunu isbat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, ‘Cenâb-ı Hak Gafururrahîmdir, hem cehennem pek uzaktır.’ der, sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûb olur.”

“İşte Risale-i Nur’daki ekser muvazeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi, o menhus gayr-i meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder.”

Bu Asırda İkinci Dehşetli Hâl:

“Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfrü inadiden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm mukakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a imân umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inad ve temerrüd ile hakaik-ı imâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mutemerrid inatçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile dehşetli dalâletleriyle hakaik-ı imâniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kudsiye lazımdır ki, onların tecâvüzatını durdursun ve bir kısmını imâna getirsin.”

“İşte Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’ın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdaniyeti ilâhiyeye ve imânın hakikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yirmibeş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlüb olmayıp galebe etmiş.”(Şualar, On Beşinci Şua)

Evet Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asrın anlayışına bir dersidir. Kur’an-ı Azim’üş-Şan’ın bu zamana bakan bir tefsiridir. Risale-i Nur, muhtelif ilim iplikleriyle dokunmuş bir kumaş gibidir. Asrımız ve gelecek asırların kalp,dimağ, nefis ve hissiyatlarını tatmin, tenvir ve teshir edecek gayet zengin bir hüccetler denizidir. O’nun, fevkalâde bir teveccüh ve rağbete, harika fütuhatlara mazhar olmasının sırrını, hâiz olduğu müstesna ikna sisteminde,mükemmel, üslubunda, mânâlarının cazibedarlığında, üstün mantığında,cerhedilmez hüccet ve delillerinde aramak icabeder.

Gerçekten Risale-i Nur, fikrî sıhhati, mantık dokusu, aksiyon gücü, fikirlerindeki tenasüb ve insicamı, ebedî estetiği, fikir üretme gücü, içtimaî siyasî ve iktisadî bakış açısıyla bir harikadır. Bu meselelerin herbiri, başlı başına üzerinde araştırma yapılacak mevzulardır. Bunları istikbalde gelecek gayretli ve araştırmacı Nur Talebelerine havale ederek, nümûne nevinden bir güldeste takdim ediyoruz:

1. Risâle-i Nur’un Fikrî Gücü

Risale-i Nurların kısa bir zamanda dünyanın her tarafına yayılması, fevkalâde rağbet ve teveccüh görmesi ve özellikle mütefennin ve münevver kitleler tarafından takdir edilmesinin sebebi, evvelemirde onun fikri gücünde aranmalıdır. Gerçekten Risale-i Nur, fevkalâde beliğ, nafiz, selis bir söyleyiş tarzı içerisinde, gayet kuvvetli bir fikir gücüne sahiptir. Muhatabın anlayışını dikkate alarak, imân ve Kur’an’a ait en yüksek, en ince ve derin meseleleri, cerhedilmeyecek delil ve hüccetlerle isbat etmekte, akla göstermektedir.

Risale-i Nur fikrî yönü ve tedaî gücü noktasından pek çok cihetlerle değerlendirilebilir. Bunlardan sadece birkaçını nazara vereceğiz:

a) Risale-i Nur, iddiasını delillendirme yönüyle güçlüdür.

Risale-i Nurlar, fenlerin tekâmül ettiği zamanımızda, asrın anlayışına mutabık, yeni yeni izah tarzları getiren, çok yüklü, doyurucu ve tatmin edici misâl ve mukayeselere sahip, iktidarlı ve mukni eserlerdir.

Bu sebeple, Risale-i Nur delil ve istidlal açısından harikadır.

Herhangi bir meseleyi izah ederken, mücerred bir anlatış; yani tasvir ve iddia ile iktifa etmez. İddiasını mantığın eline verir, fikirle dimağı bir laboratuvar haline getirip, muhataba konuyu birçok yönleri ile tahlil ettirir, mukayesesini yaptırır. Mantıkî ve müteselsil bir fikri yapıyla hakikata tahşidat yaparak hedefe yürür. Delilleri çok cihetle birbiriyle bağlayarak akla tesir icra eder. Fikirde müşterek noktaları, öylesine bir meharetle bir araya getirerek mânâya kuvvet kazandırır ki, hakikati âdeta muhatabın gözüne gösterecek kadar bedihîleştirir.

Risale-i Nurlardaki ikna tarzı öylesine mükemmel ve fikir gücü öylesine yüksektir ki, zihinleri istila etmek isteyen muzahraf ve zulmanî fikirleri,kalplerdeki pasları, şüphe ve vesveseleri yakıp eritir. Beyanındaki sihir ile muhatabına tesir eder, fikrî kıskacına alır. Nurları okuyanın seciyesi yükselir, ahlâkı değişir. Ruhundaki isyan hali itaate, seyyieleri hasenata inkılab eder. Hayra kabiliyetini kaybedip haktan kopmuş, hakikatten uzaklaşmış,tefessüh etmiş kalp ve vicdanları ezer, hakaret ve zillete mahkûm eder.

İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttaran ve bildiren ve sevdiren bir Kerimi Zülcemal, tanımak istenilmezse bu lisanları susturmalı. Madem ki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla, kâinat sükût etmez; mevcudat susmaz; Vahdaniyet şahidleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler…”(Sözler, Otuz Üçüncü söz)

Risale-i Nur, metin kalbli, bükülmeyen bilekli bir mücahiddir. Mübâreze meydanında, Rüstemvârî bir celadetle, kılıçtan daha keskin hüccet ve bürhanlanyla şirk ve dalaletin boynunu vurur; kafasını uçurur. Evet, Risale-i Nur yüzyıllardan beri Kur’an ve imana, dinsizlik ve zındıka namına yapılan tecavüzler, şüphe ve inkâr fikirlerini, kökünden kazımış, her türlü hücumları neticesiz bırakmış, küfr-ü mutlakı zir ü zeber etmiştir. Nurlar bunun pekçok misalleriyle doludur. Bunlardan sadece bir misâl:

Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat, vnihayetsiz kadîr, hakîm bir Zâta verilmezse, belki tabiata isnâd edilse, lâzım gelir ki, tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun; tâ, o parça toprak, menşe’ ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin, yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve hey’etlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrı, tabii bir makinesi bulunmazsa, bu hâl vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ve nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülmü, müvellidülhumuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet, ziya dahi; her biri basit ve şuursuz ve her şeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san’atlı olarak o tapraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki, o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, manevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.”

“İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrîleri ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar ‘mütefennin ve akıllıyız’ diye dâva ettikleri akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümtenî ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!”(Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a.)

Risale-i Nur, tedaî (çağrışım) yönü ile de harikadır. Bir taraftan, yek diğerini takviye eden mütecânîs delillerle hakikati ispat ederken, diğer taraftan bahsettiği fikrin zıddını da hayale getirir. Birbirleriyle tezad teşkil eden fikirleri tahayyül, tasavvur ve taakkul dairelerinde tahlil ettirir. Neticede aranan “mükemmel fikir” süzülüp ortaya çıkar. Meselâ, saadet ve sürürün yalnız ve yalnız imân ve İslâm dairesinde olduğunu izah ederken, imân ve hidayetteki güzelliği ince ifade, latif ibarelerle o kadar net, o kadar mükemmel izah ve isbat eder ki, ruh ve akıllan, gönül ve hissiyatları bu hakikatin cazibesine hahişger kılar; istidatları ateşlendirir, şevk ve gayretleri coşturur.İmanın zıddı olan küfrün mahiyetindeki çirkeflik ve müzahrafata karşı da, tedaî ve tezat sanatı ile aynı beyan içerisinde ruhlarda şiddetli bir nefret uyandırır. Buna numune olarak, şu temsili nazarlara arzediyoruz:

Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık-ı gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise ecel pençestyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elim, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalaletinden neş’et edip, onu manen ta’zib eder.”

“Diğer adam ise; mü’mindir. Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı üns ü candır. Bütün vefiyat-ı hayvaniyye ve insaniyye ise terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu darı faniden, manen mesrurane dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün teveüüdat-ı hayvaniyye ve insaniyye ise ahz-ı askere, silah altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır.Bütün sadalar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve teşbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîm’inin ve mâlik-i Rahîm’inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder, tezahür eder. Demek îman, bir manevî Tûba-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir Zakkumu Cehennem tohumunu saklıyor.”(Sözler, İkinci Söz)

Risale-i Nur mantık tezgâhında, ifade ve ibarelerin ipleriyle hakikatleri bir halı misillü dokurken, batıl zihniyetleri, menfî fikirleri de hallaç pamuğu gibi parça parça eder, dağıtır. Evet, Risale-i Nur, dağlar gibi tecessüm etmiş dalâlet ve küfür yığınlarının tepelerine, lillahilhamd, bir atom bombası gibi inmiş ve onları yerle bir etmiştir.

b) Risale-i Nur, me’haz itibariyle güçlüdür:

Risale-i Nur, Kelam-i Ezelî olan Kur’an-ı Azim’üş Şan’a istinad ettiği ve o ilâhî menbaa dayandığı için güçlüdür. O nihayetsiz denizden tereşşuhu sebebiyle nurludur, bereketlidir. O menbadan kaynaklandığından dolayı,beyanında tesir ve güzellik vardır. O kudsî hakikatin parlak bir ayinesi olduğundan, gözü açıktır, fikri parlaktır, lisanı fasihtir. Müellifinin ifadesiyle,

Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın bahir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lema’a-yı i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve maden-i ilim-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mânevîyesidir.”(Şualar)

c) Risale-i Nur konusu, maksadı ve gayesi itibariyle güçlüdür:

Risale-i Nur, konularının ulviyeti ve gayesinin kudsiyeti itibariyle de güçlüdür.

Risale-i Nur, Kur’an’ın hayattar unsurları hükmünde olan imân hakikatlarını ihtiva ettiğinden dolayı cidden büyük bir ehemmiyeti haizdir.

Risale-i Nur, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudundan, esma ve sıfat-ı mukaddesinden, şuun-u ilâhiyyeden, mârifetullahdan, muhabbetullahdan, mehafetullahtan, ilim ve kudret, imkân ve vücub dairelerinden, nübüvvetten, insanın aslî gayelerinden, kâinatın yaratılış sırlarından, hilkatin ince hikmet ve maslahatlarından, âhiret âlemine ait geniş ve derin meselelerden; kalp ve mânâ âleminin derin ve gizli esrarından bahisler açar. O mârifet ikliminin zengin sahalarına doğru insanı çeker. Nazar ve fikirleri, bu latif deryanın şirin akışına kaptırarak vecd, sürür ve huzur içerisinde, iştiyakın kulaçlarıyla, o enginlere doğru yüzdürür, daldırır. İnsan sinesine tabaka tabaka dizilmiş en ince duygu ve hisleri ihtizaza, ayrı ayrı latifeleri cuş uhuruşa getirip, her kalbi kabiliyeti nisbetinde feyizyab eder; irfana mazhariyet ile ilâhî esrara kavuşturur.

Akıl dahi, nazarını o mârifet ummanınm seyr ve temaşasında gezdirdikçe,fikrini bir gavvas gibi o deryanın derinliklerine daldırdıkça, ilâhî sırlara ait nice nice baha biçilmez, emsalsiz define ve hazineleri keşfeder.

2. Risale-i Nur’un Mantık Dokusu

Risale-i Nur, mantık dokusu itibariyle de fevkalâde mükemmel ve orjinaldir. Meselelerin tahlil ve değerlendirmesini yaparken, kabuğu çatlatır, özü gösterir. Herşeyin esasını, özünü izah eder. Temele iner, hâdiseleri menbaına bağlar. Kâinatı tenteneli bir perde gibi kabul eder ve arkasındaki hakikati, net ve tekellüfsüz gösterir. Kâinattaki güzellik ve tenasüb, intizam ve mizan, tertip ve tanzim perdelerini açar, yetmiş bin perde arkasındaki Zât-ı Sermedîyi akıl ve kalplere gösterir. Eserden müessiri namına bahis açar. San’attan san’atkârını takdir ettirir. Her şeyde Sultan-ı Ezelînin saltanatını ilân eder; Vahdaniyet-i İlâhiyeyi ispat eder. Kâinatı mütalaa nazarına serer, bir kitap gibi okur ve okutturur. Lafzı değil mânâyı esas alır, taşıdığı cevherden dolayı sadece kıymet verir. İnsana mânâsı için değer verir; cevherinin ne derece kıymetli olduğunu, ebed için yaratıldığını, ebede namzet olanın ise büyük olduğunu izah eder.

Risale-i Nur, insanın ruhuna kimi sevmesi lâzım geldiğini, yâni hakikî mahbub, hakiki matlub, hakiki mabudun kim olduğunu ders verir; davayı öğretir, insanın hakiki meşgale ve maksadını talim ettirir. İnsandaki kemalatın,ancak onun irfanında, idrakinde, vicdanında, ahlâkında, ibadetinde tecelli edeceğini belirtir. Nazar-ı iştiyakları hakikate celbedip, ruhları cezbeder.Kalplerin temayülünü Hakk’a çevirir. İnsanı Allah’a dost kılar.

Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkatle okuyan zatlar bu davamıza hak verirler. Burada nümûne olarak birkaç nakil yapmakla yetineceğiz.

Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücud vermesi her hâlde mevcuttan ve ihsan ise gınadan ve sahavet ise servetten ve tâlim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek, güzelden ve cemâl vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen îmân ederiz ki; bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatiyle âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.”

Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat Herşey’in başıdır ve esasıdır. Hayat, herşey’i herbir zîhayat olan şey’e mâl eder. Bir şey’i bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir.”(Şualar, Dördüncü Şua.)

Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünki; bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise o şeyde alâ külli hâl neşvünema vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâ külli hal bir ömr-ü fıtrî vardır. Gayet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler, mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasılki insan küçük bir âlemdir; yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek ve yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.”(Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz.)

Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ her şeyde bir nür-u kasd, her şe’nde bir ziya-yı irâde, her harekette bir lem’a-i ihtiyar, her terkibde bir şûle-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir sûret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mânevîyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek, nizamı nizam eden, saadeti ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem, saadeti ebediyyeye işaret ediyor.”(age.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu