Bediüzzaman Hazretleri’nin ırkçılığa bakışı hususunda bazı çevrelerce değişik yorumlar yapılıyor. Bu meselenin hakikati nedir?
Fikir ve ideali, imân ve irfanı, ihlâs ve sadâkati, ferâgat ve şecaati ile harikulade bir deha olan Bediüzzaman Hazretleri, insanlık âleminde bir imân ve Kur’an âbidesi olarak kendisini göstermiştir.
O’nun davasını şahsiyetinden, şahsiyetini de davasından ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu mânevîyat sultanı hakkında konuşurken, yazarken,O’nun bütün hayat safhalarını nazara almak ve bu necip millete kazandırdığı müsbet ve yapıcı fikirleri, şaşmaz prensipleri, vazgeçilmez ölçüleri, bütünüyle, dikkat ve insafla mütalaa etmek lâzım gelir. Tâ ki hak ve hakikata gölge düşmesin.
Evet, Şarkın bu büyük evlâdı ve yeryüzünün ender rastladığı bu fikir ve aksiyon adamı, tarihçe-i hayatının şehadetiyle, bütün ömrünü, asrımızda zedelenen imanların kurtulmasına vakfetmiş; mü’minler arasında uhuvvet ve muhabbetin tesisine bütün ruh-u cânîyla çalışmış ve ittihad-ı İslâm fikrini her zaman ve zeminde şiddetle savunmaktan geri kalmamıştır.
Müslümanların vahdetini bozmaya yönelik kavmiyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini,
“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâm’lar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar…”(Mektubat)
ifadesiyle açıkça ortaya koymuş ve:
“Ben, el-İslâmiyyetü cebbeti’l-asabiyyete’l-cahiliyyete fermanı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun…”(Mektubat)
diyerek, ırkçılığı öldürücü zehir olarak tavsif etmiştir.
Evet, cemiyetlerin bünyelerinde fitnenin en korkunç seyrangâhı, soysop iddiasıdır. Bu sebeble, bu illet, vahdetimizi parçalamaya müsait unsurların başında gelir. Zira ırkçılığın mizacında ihtilâf ve inşikak yatar.
Irkçılık, içtimaî hayatın temel esaslarından biri olan adâleti ciddî biçimde zedeler. İnsanlığa, hediyesi zulüm, tahakküm ve terördür.
Irkçılık, içtimaî rabıtaları zayıflatır. Saâdet-i insaniyenin lâzımı olan meziyetleri kökünden yıkar, uhuvveti sarsar, muhabbeti gölgeler, mikroplara menba’ olduğundan, birlik ve beraberliği zedeler.
Irkçılık, insanın mahiyetindeki şefkat, merhamet, mürüvvet gibi ulvî seciyeleri tamamen yok eder.
Irkçılığın mizacı, başkalarını yutmakla beslenmektir. Kavmiyetçilik felsefesi gurur, enaniyet, üstünlük iddiası ve asalet dâvası gibi menfî esaslara bina edildiğinden, içtimâî hayatta daima fitne ve fesadı körükler, huzursuzluk ve keşmekeşliğe sebeb olur.
Kavmiyetçilik, yıkıcı bir fırtına gibidir. Tarihin şehâdetiyle nice devletleri zaafa düşürmüş, nicelerini tarih sahnesinden silmiş, cebir ve tahakküm ile nice müessif hâdiselere sebeb olmuştur.
Dünya tarihi, ırkçılığın acı tablolarıyla doludur.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı’nda, bir taraftan imana ait şüphe ve vesveseleri hakkıyla izale edici delil ve burhanlar serdederken, diğer taraftan da millet ve memleketin birlik ve beraberliğini, uhuvvet ve muhabbetini perçinleyici kuvvetli ve muknî dersler vermiştir. Biz bu derslerden mevzuumuz itibariyle sadece kavmiyetçiliğe ait kısımlardan nümûne olarak bazılarını zikredeceğiz.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, kavmiyetçilikle ilgili Hucurât sûresinin 13. âyetini, Mektûbât isimli kitabında, müstakil bir bahis olarak ele almıştır. Bu bahisten bazı kısımları nakledelim:
“Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz diye değildir!”(Mektubat)
Bediüzzaman Hazretleri âyet-i kerimeye böylece mânâ verdikten sonra, âyet-i kerimede işaret edilen teârüf ve teâvün düsturunu şöyle bir misâlle açıklar:
“Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddid münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin… tâ, o ordunun efradları,düstur-u teâvün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri, âdânın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkisam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de: Hey’et-i içtimâiye-i îslamiye, büyük bir ordudur, kabâil ve tavâife inkisam edilmiş. Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Halikları bir, Rezzâkları bir, Peygamberleri bir, Kıbleleri bir, Kitapları bir, vatanları bir, bir bir, bir… binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir… tenâkür için değil,tehâsum için değildir!..” (Mektubat)
Bediüzzaman Hazretleri, İslâmiyet milliyetinin mânâ, şümul ve müessiriyet açısından yeterli olduğu ve bu rabıtaların kavmiyetçilikteki rabıtalardan çok daha râsih, metin, samimi, hasbî ve daimî olduğu görüşündedir. Bu görüşünü şöyle dile getirir:
“…İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i Beka’da ve âlem-i Berzah’da o uhuvvet bakî kalıyor.Onun için uhuvvet-i milliye, ne kadar da kâvî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu, onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakâne bir cinayettir.”
“İşte ey Ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlâdları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı defettiniz, tâ, (Ye’tillahu bikavmin…) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve firenk-meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz… ve korkmalısınız!..”(Mektubat)
Bediüzzaman Hazretleri saf ırk felsefesinin tamamen hayalî ve vehmî olduğunu, millî birlik ve beraberliği unsuriyetin değil “dil, din ve vatan münasebeti”nin temin edeceğini müdafaa eder:
“Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceratlara ve tebeddülata mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp,tavattun etmişler, işte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfi milliyetçilerin ve unsurtyetperverlerin reislerinden ve dîne karşı pek lakayd birisi, mecbur olmuş, demiş: ‘Dil, din, bir ise; millet birdir.’ Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dâiresine dâhildir…”(Mektubat)
Bediüzzaman, dinî rabıta yerine, millî rabıtaların esas olması hâlinde, adâlete bedel zulme düşüleceğini şöyle beyan etmektedir:
“Unsuriyet ve milliyet esasları, adâleti ve hakkı tâkib etmediğinden zulmeder. Adâlet üzerine gitmez. Çünkü: Unsuriyetperver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adâlet edemez.”
“El-İslâmiyyetü cebbeti’l asabiyyete’l-cahiliyyete lâ farke beyne abdin habeşiyyin ve seyyidin kureyşiyyin iza eslamâ”fermân-ı kat’îsiyle: Râbıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adâlet edilmez. Hakkaniyet gider.” (Mektubat)
Bu vesileyle, doğudaki ırkçılık fitnesinden güya din namına birtakım müsbet neticeler bekleyen bazı safdil müslümanlara da bir hususu hatırlatmak isterim:
Menfî mukaddime, müsbet netice veremez. Yâni, meşru olmayan Bir şey ile meşru neticeye gidilemez. Tabir-i diğer ile gayrimeşru vâsıtalardan meşru neticeler istihsal edilemez. Gaye kadar, vâsıta ve vesilelerin de meşru olması şarttır. Dinimiz ırkçılığı nehyetmiştir. Dinin nehyettiği bir şeyden istimdat edilmesi bir tenakuzdur.
Netice olarak şu hakikati nazar-ı dikkate arzetmekte fayda görüyorum:
Bediüzzaman Hazretlerinin gerek tarihçe-i hayatı, gerekse yukarıda bir kısmını takdim ettiğimiz eserleri, fikirleri O’nun bu milletin imanına, irfanına, muhabbet ve uhuvvetine fevkalâde hassasiyetle hizmet eden ve bütün ömrünü bu uğurda feda eden kahraman bir İslâm mücahidi olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Hakikat-ı hâl böyle iken, birtakım art niyetlerle O’nu hakikattaki yerinin, davasının dışında göstermek ve fikirlerine gölge düşürmeye çalışmak, hem O’na ve hem de O’nun ulvî ve kudsî davasına en büyük bir ihanettir.
On Binlerce, yüz binlerce muhakkik ve müdakkik Nur Talebesi, Nur Külliyatını vatanın her köşesinde devamlı surette okuyup dururlarken, bazı asılsız ve garazkâr fikirlerle bu cereyanı mecrasından, yörüngesinden ayırmayı ummak, hayalî ve vehmî olmaktan öteye geçemez. Artık bütün müslümanların mürşidi olan bu büyük insan, dün olduğu gibi bugün de yarın da imân ve Kur’an davasının bir sembolü olarak aslî ve hakikî şahsiyet ve mahiyetiyle gönüllerde yaşayacaktır. O’nun bütün insanlık âlemine bırak mış olduğu manevî mirası ve talebelerinin şuuraltında nakşolmuş fikir ve dâvası, felek çarklarını durduruncaya kadar biiznillâh devam edecektir.