Risale-i Nur’un dilini ve üslûbunu nasıl buluyorsunuz?

Risale-i Nur’un dili, tarihimizin, kültürümüzün, irfanımızın, edebiyatımızın dilidir. Bu bakımdan çok ehemmiyetlidir. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun dini, irfanı, tarihi, kültürü ve millî düşünceleridir.
Diline, kültürüne hâkim olmayan bir millet, gitgide kendi kültür ve irfanından tasarruf edemez hâle gelir ve söz hâkimiyetini yabancı menfaatlere devretmek vaziyetine düşer. Dil, bir milletin hissiyat ve heyecânînı,karakter ve seciye-i milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettiren bir aynadır.
Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Milletimizin tefekküründeki, edebiyat ve san’atındaki zerafet ve bediî zevk,lisanımızın zenginliğinden kaynaklanmaktadır.
Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyat, estetiği, tarihi, mimarisi, san’atı ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak cami ve zengin bir lisanla mümkündür. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle,engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her bir kelime ve tabiri arkasında, bir tarih yatmaktadır. Bu lisan-ı tağyir etmek, tarihe karşı mes’uliyeti hiçe saymak demektir.
Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak ve kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasane ve plânlı bir şekilde milletimizin müşterek hafızası hükmünde olan dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlar ve el’an da çalışıyorlar. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki, dili ihmal edilen bir milletin diniyle, tarihiyle ve kültürüyle bütün bağlantı noktaları kesilir. Artık o millet, dinî ve millî gerçeklere karşı gafil ve cahil kalır. Ruhundan, cevherinden kopar, merkezinden uzaklaşır.Bütün değer hükümlerinin yabancısı, hatta düşmanı kesilir.
Ne hazindir ki, bugün bir İngiliz genci Şekspir’in yüzyıllarca evvel kaleme aldığı bir eseri rahatlıkla anlarken, bizim gencimiz İstiklâl Marşını anlamaktan aciz kalıyor. Bu ise ancak gizli ve menhus hainlerin muvaffakiyeti demektir. Maalesef, insanımız, harici düşmanların tecavüzüne karşı gösterdiği heyecan ve hassasiyeti, bu topsuz tüfeksiz yıkılışa karşı gösterememektedir. İşte hazin olan budur.
Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, Risale-i Nur, dinî ve millî lisanımızı muhafaza etmekle dilimiz üzerinde oynanan bu hain planı da akim bırakmıştır.
Evet, Risale-i Nur, lisan-ı millîmizdir. Geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan bir köprüdür. O, artık bizim irfanımızın en güzel bir aynası olmuştur. Muhteşem tarihimiz ile istikbalin arasında açılan bu aşılmaz uçurumu kapatmış ve lisanımızı düştüğü rezilane vaziyetten kurtarıp, onu asaletli ve haysiyetli mevkiine iade etmekle bu memlekete en hayatî ve şerefli bir hizmet daha ifa etmiştir.
Risale-i Nur’un üslubuna gelince; onda üslûp ile mânâ tam bir ahenk hâlindedir. Mânânın letafeti ile üslûbun bedaati, imtizaç etmiştir. Gülün latif kokusuyla güzel renginin, çiçeğinde kaynaşması gibi.
Risale-i Nur, aile ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman Hazretleri mevzuun ulviyetine binaen makam iktizası olarak,eserlerinde şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden “üslub-u âliye”yi ihtiyar eder. Bununla beraber, konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer, “üslûb-u müzeyyene” ve “üslub-u mücerred”i de ihmal etmez. Kullandığı her üslupta itidali ve muvazeneyi daima muhafaza eder. Makamın istidad ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken hakikati merkezinden oynatmaz.
Onun üslubunun en hâkim unsuru, son derece ikna kudretine sahib olmasıdır. Pek çok edipler yeknesak bir üslubun kıskacında kıvranıp dururken,Bediüzzaman Hazretleri, ilim ve hikmetin, akıl ve mantığın hâkimiyetinde değişik üslublar, kullanır. Hatta mevzuya hissî bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü akıl ve mantığın elindedir.
Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde, insanın kalb dairesinden tut, tâ cemiyet hayatının en geniş dairelerine kadar taalluk eden meseleleri, fevkalâde bir tenasüb içerisinde dile getirir. Hâsılı, Bediüzzaman’ın üslub ve mantığı kendisi gibi cidden eşsizdir, gariptir, aciptir…
Şunu da ilave edelim ki, Risale-i Nur’un en önemli bir hizmeti de lisanımızı zenginleştirmesi ve yeni nesillerin mazi ile irtibatını temin etmesidir. Risale-i Nur’un mânâsı ile lisanı arasındaki nisbet, ruh ile ceset arasındaki münasebet gibidir. Bunun içindir ki Risale-i Nur sadeleştirilemez.
Risale-i Nur’u sadeleştirecek olursanız, onun belagatından fışkıran manevî zevklerin çoğunun gizlendiğini görürsünüz. Malûmdur ki, Risale-i Nur, ne felsefeciler gibi sadece akla ne de mutasavvıflar gibi sadece kalbe hitap etmez. Akla hitap ederken, kalbin, ruhun, bütün latifelerin ve hissiyatın hisselerini de nazara alır. Onun kalplerde ve ruhlarda icra ettiği harika tesirinde, üslûbunun payı büyüktür. Sadeleştirilmiş bir nur metninde, akıl hissesini alsa bile, kalp ve vicdanın hissesi büyük ölçüde kaybolur gider.
Sadeleştirme meselesinde dikkate alınması icabeden çok ehemmiyetli bir nokta da şudur:
Risale-i Nur, herbir sahifesinde pek çok sıfat ve esma-i ilahiyyeyi ihtiva ettiği gibi, hakaik-i diniyyeye ait pek çok ıstılahla da dolup taşmaktadır. Ne bu sıfat ve esmayı ne de bu ıstılahları başka bir lisanla ifade edemezsiniz. Meselâ, Kadir ismi yerine “güçlü” diyemeyeceğiniz gibi, “ebedi” ve “bakî” yerine sadece “sonsuz” diyemezsiniz. Keza, “tebeddül”, “tagayyür” ve “tahavvülü” bir tek “değişme” kelimesiyle ifade edemezsiniz. Zaten, “imkân”, “vücup”, “vicdan” gibi birçok kelimeye hiçbir karşılık bulamazsınız.
Şu da ayrı bir hakikattir ki, tercüme sadece akla hitab eden fennî eserlerde gösterdiği muvaffakiyeti, kalbe ve hissiyata hitab eden edebî eserlerde gösterememiştir. Edebî eserler tercüme edildiklerinde pek çok hususiyetleri kaybederler. Meselâ, dünyaca meşhur bir şiirin tercümesini okuduğunuzda, ondaki belagatı, akıcılığı, letafeti hakkıyla zevketmeniz mümkün olmaz. Bu hakikat, sadeleştirme için de geçerlidir. Her biri bir edebî şaheser olan Nur Risalelerini sadeleştirdiğiniz takdirde, ondaki hayatiyet kaybolur; âdeta, karşınızda canlı bir vücut yerine, sönük, soluk ve donuk bir heykel bulursunuz.
Meselâ, aşağıdaki parçayı sadeleştirilmiş tahayyül ettiğinizde bu davaya herhalde hak verirsiniz:
“Bak: şu kâinat bostanına, şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et! Göreceksin ki, bir Sâni-i Zülcelâl’in, bir Fâtır-ı Zülcemal’in, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan her bir masnû üstünde Halik-ı Küll-i Şey’e mahsus bir sikkesi ve her bir mahlûku üstünde Sâni-i Külli Şey’e has bir hâtemi ve kalem-i kudretin birer menşuru olan sahâif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakatı mevcudat üstünde taklid kabul etmez bir turra-i garrası vardır.” (Sözler, Yirmi İkinci Söz)
İşte, bu cazibedar, üslubu, Risale-i Nur’un tekrar tekrar okunmasının en müessir sebeplerinden biridir.
Bediüzzaman Hazretlerinin akılları kendine hayran eden muhtelif üsluplarından nümûne olarak sadece birkaçına, birer misâl vermeyi muvafık gördük:
“Hâlik-ı Rahim, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; O Sâni-i Hakim, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.”
“Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse; aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor… ve manzûme-i şemsiyeyi gezdiriyor.”
“Hem hangi kanunla senin bedeninde hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdit eder, taze bir peçe üstüne çeker.”
“Hem o Sani’-i Kadir, hangi kanunu hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla küre-i arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihya eder.”(Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup)
“Şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbani ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izni ilâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor… Alem-i gaybdan gönderiliyor, alem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür…”(Mektubat, Yirminci Mektup)
“Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!..”
“Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’an’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’an-ı Kerîm’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.”
“Kur’an’ın mecrasından ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’an-ı Kerîm’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âbı hayat olan, Hakikati İslâmiye sularını akıtınız.”
“O hakikati İslâmiye suları ile bu topraklarda îman ziyası altında hakiki medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir. İnşaallah.”(Tarihçe-i Hayat)
“Vahdehu manen der: Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezüllül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme!.. Çünki: Sultan-ı kâinat birdir, her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey O’nun emriyle halledilir. O’nu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden korkulardan kurtuldun…”(Mektubat)