Hikmet Pırıltıları

Vahidiyet İçinde Ehadiyet Cilvesi

Vahidiyet, Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes sıfatlarının birliği, ehadiyet ise, Zat-ı Akdes’inin birliğidir.

Evet, bütün mevcûdat O Zat-ı Akdes’in sıfatla­rından tulû etmiştir ve O’nun kudreti, ilmi, iradesi ve sair sıfatları bütün mahlûkatı muhittir.

Vahidiyet, bütün mevcûdatın, yıldızlardan zerrelere kadar aynı kudretle, aynı iradeyle ve aynı ilimle vücûd bulması ve her an o sıfatların tasarrufunda bulunmasıdır. Vahidiyetin tecellisini kavrayabil­mek için, Üstadımızın ifadesiyle, “Kürre-i Arz vüs’atinde bir kalb bulun­ması lâzımdır.” Bu ise, herkese müyesser olamayacağından Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde müteaddit âyetlerde, önce zatını tanıttırıyor, sonra sı­fatlarını ve onların tecellilerini nazara veriyor, yani “vahidiyet içinde ehadi­yet cilvesini” gösteriyor.

Nitekim, nazil olan ilk âyet-i kerîmede, “İkra’ bismi Rabbike” buyur­makla, önce zatını nazara veriyor, devamında Rububiyetini, Hâlikıyetini, Keremini beyan buyuruyor. Halbuki, Kur’ân’ın nüzulünden önce Rububi­yet, Hallâkiyet, Kerem gibi hakikatlar bütün kâinatta ve zihayatta hüküm­ferma idi. Fakat, insanlar, bu hakikatlara mazhar oldukları ve onların ta­sarrufunda bulundukları halde Rabb-ı Rahîmlerini ve Hâlik-ı Kerîmlerini bilememişlerdi.

Keza, besmele-i şerifede, Cenâb-ı Hak, Allah ism-i Âzamıyla önce Za­tını bildiriyor, sonra vahidiyetini gösteren Rahmâniyet ve Rahîmiyetini beyan buyuruyor. Kur’ân-ı Azîmüşşân nâzil olmadan önce deinsanlar Rahmâniyyet ve Rezzâkiyet hakikatlarıyla hayatlarını devam ettiriyorlardı. Fakat tabiatta ve sebeplerde boğulmaktaydılar.

Vahidiyetle ehadiyetin farkına şu misâlle bakılabilir:

Meselâ: Seher vakti, daha güneşin kendisi görünmeden etrafı aydın­latması vahidiyete misâl olduğu gibi, güneş yükseldikten sonra âyinelerde hem Zâtının, hem de bir nev’i sıfatları olan yedi renginin görünmesi eha­diyete misâldir.

Şimdi, hiç güneş görmemiş birisi, seher vakti, Küre-i Arz’ın aydınlan­dığını görünce hayretler içinde kalır ve bu ziyânın nereden geldiğini merak eder. Acaba, bu etrafı dolduran ziyâ dağlardan mı, denizlerden mi, yerden mi, yoksa gökten mi geliyor, diye tereddüde düşer. Bu adam, ancak, çevre­sinde gördüğü hiçbir mevcudun ışık kaynağı olamayacaklarını kavramakla, bütün bu ziyânın, ayrı bir kaynaktan geldiğini anlayabilir. Bu ise herkese müyesser olamaz.

Fakat, güneş ufuktan görünür görünmez bütün bu dağları, taşları, ova­ları, denizleri kuşatan ziyânın ve ondaki yedi rengin menbaı görünür, bili­nir ve anlaşılır.

Evet, Kur’an’ın nüzulünden önce, insanlar, bu kâinatta tecelli eden sı­fatlar ile Allah’ı bilememişlerdi. Kur’ân-ı Kerîm vahidiyet içinde ehadiyete göstermekle Allah’ı bihakkın bildirdi, tanıttırdı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu