Az da olsa, bazı kimselerin Hz. Ali’ye “İlâhlık” yakıştırdıklarını işitiyoruz; bu iddiaya ne cevap verirsiniz?
Hemen şunu ifade edelim ki, Hz. Ali’ye (ra.) ilk defa “ulûhiyet” isnat edenler, Yahudi asıllı ve İslâm’ın büyük düşmanı İbn-i Sebe ve arkadaşları olmuştur. İbn-i Sebe, bizzat Hz. Ali’nin yüzüne karşı, -hâşâ- “Sen Allah’sın!” demiş ve Hz. Ali tarafından Medayin’e sürülmüştü.
Maalesef, aradan 1.400 sene gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen, -sayıları az da olsa- bazı kimselerin hâlâ İbn-i Sebe’nin bu sapık fikrini ayakta tutmak için şiirler yazdıklarını, kitaplar yayımladıklarını görüyoruz. Bu batıl düşünceler, gizli telkinlerle yaşatılmaya çalışılıyor.
Söz konusu iddianın hakikatten ne kadar uzak bir hurafe olduğu, ne kadar sapık bir düşünce bulunduğu Alevî-Sünnî bütün Müslümanlarca malûmdur. Zira açık bir gerçektir ki, İslâm, tevhit dinidir; şirkin her çeşidini reddeder. Hakikî Ma’bud’un ancak Allah olduğunu; ne insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara, ne güneşe, ne yıldıza, ne ateşe, ne hayvana, ne insana… kısacası canlı ve cansız hiçbir mahluka ulûhiyet isnat edilemeyeceğini ilân ve ispat eder. Cenâb-ı Hakk’ın, “Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde misli, benzeri, şeriki olmayan bir Zât-ı Vacibü’l-Vücûd” olduğunu bildirir.
Bu bakımdan bazılarının İbn-i Sebe’nin maksatlı telkinlerine kapılarak Hz.Ali’ye (ra.) “ulûhiyet” isnat etmeleri Kur’an’ın hükümlerine zıt, hakikatsiz bir vehimden ibarettir. Bozulmamış hiçbir akıl böyle bir hurafe ve sapıklığı kabul etmez.
Hz.Ali’ye (ra.) uluhiyet isnat eden bu sapkınlar, her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’ın kutsî mahiyetiyle, mahlûkat mahiyetini birbirinden ayırt edememe gafletine düşmektedirler.
Hiçbir eserin, ustasına benzemediği bilinen bir gerçektir. Meselâ, bir saat ne zâtı, ne niteliği, ne sıfat ve fiilleri itibariyle ustasına benzer. Bunların her ikisi de mahlûk cinsinden oldukları hâlde, aralarında büyük bir mahiyet farklılığı vardır. O hâlde, bütün varlıkların Hâlık’ı olan Cenâb-ı Hakk’ın kutsî mahiyeti, nasıl olur da Onun yarattığı bir insanın mahiyetiyle karıştırılabilir?
Müslüman olduğunu iddia eden İbn-i Sebe elbette bütün bu hakikatleri biliyordu. Fakat, o, bir amacın peşindeydi. Bu hakikatleri bile bile İran’ın Mecusîlikten yeni dönmüş ve İslâm’ı henüz lâyıkıyla anlayamamış insanlarına Hz.Ali’nin ulûhiyetini telkin etti.
Son olarak şunu da ifade edelim ki; Hz. Ali’ye “ulûhiyet” isnat edenler, onun kendi sözlerinden bile haberdar değillerdir. Bunlar, hiç olmazsa, onun hutbelerini ihtiva eden “Nehcü’l-Belâğa” isimli eserini okumuş olsalardı, böyle bir cür’ette bulunmazlardı.
O, bütün sohbetlerinde, nasihatlerinde, hutbelerinde, insanlara hep imanı, tevhidi, hakkı ve hakikati ders vermiştir.
Bir defasında, kendisine tevhitten soru sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Tevhit: Allah’ı, kalbine gelen hayallerin ve düşünüp vehmettiğin her şeyin ötesinde bilmektir.”
Yani, insanın kalbi, zihni, aklı, hayâli, hep mahluk olduklarından, onlara gelen her şey de mahluktur. Allah ise, zâtında, sıfatlarında, fiillerinde mahlûkata benzemez. Akla, zihne, hayâle gelen her şey mahluk olduğuna göre, onlara ilâhlık yakıştırmak apaçık şirktir.