Cebriye Mezhebi
Cebriye Mezhebine Kısa Bir Bakış:
Cebriye mezhebi, bâtıl itikad mezheblerinden biridir. Cehm b. Safvân tarafından kurulan bu mezhebin sâlikleri, kaza ve kaderi inkâr eden Mûtezile fırkasına karşı çıkmışlar, lâkin onların tefritine karşılık bunlar da ifrat ile dalâlete gitmişlerdir.
Bu mezheb sahipleri Cenâb-ı Hakk’ı şirk ve aczden tenzih etmek kastıyla, insanların cüz’î irade ve ihtiyârlarıyla işlemiş oldukları bütün fiilleri -hayırolsun, şer olsun- kadere havale ederek, insanların irade ve ihtiyârlarının da kendilerine ait olmadığını iddia etmekle hataya düşmüşlerdir. Böylece Allah-u Azimüşşân’ı acz ve şirkten tenzihe çalışırken, bilmeden O Zât-ı Akdes hakkında O’nun ulûhiyetinin şânına lâyık olmayan zulüm ve abesiyet gibi noksanlıkları kabul etme durumunda kalmışlardır. Hem, yaratılışta câri olan hikmet ve maslahata aykırı birçok şeyleri itikadlarının icabı olarak Cenâb-ı Hakk’a isnat etmekle Ehl-i Sünnet mezhebinden çıkıp dalâlete sapmışlardır.
Bu mezheb sakinlerinin itikadları şöyle özetlenebilir:
“Cenâb-ı Hak, kâinatı yaratmadan önce, her şeyi ezelî ilminde takdir buyurmuştur. O takdire göre de kaza etmekte, yâni yerine getirmektedir. Bir şeyin takdiri, ezelde O’nun ilim ve iradesiyle olduğu gibi yaratması da, ancak O’nun yaratması ve icadıyladır. Kulların fiillerini de Hak Teâlâ ezeldetakdir etmiştir. Bu fiilleri O ezelî takdirine göre yaratmakta, kaza etmektedir. Eğer insanlar, ihtiyarî fiillerini kendileri yapsaydılar, yaratıcılık sırf Allah’a mahsus iken, o zaman insanlar da yaratıcı ve icad edici olurlardı. İnsanların hareket ve fiilleri, Hâkim-i Zülcelâl’in ezeldeki takdirine bağlıdır. Çünkü İlâhî takdir, kulların fiillerinden önce olduğundan bu fiillerin takdir edildikleri gibi meydana gelmeleri zarurîdir. İnsanların hürriyetleri ve muhtariyetleri sözkonusu değildir. Cansız şeylerin hareketlerini o Hâlık-ı Zülkemâl yarattığı ve tanzim ettiği gibi, insanların bütün hareketlerini de O yaratmakta ve tanzim etmektedir. Bu noktada, insanın iradesinin hiçbir tesiri yoktur.”
Cebriyeciler bu şekilde düşünmekle, insanların fiillerinde irade ve ihtiyârlarının hiçbir tesiri olmadığını kabul etmektedirler. Bu fikre göre, insan rüzgârın önündeki bir yaprak gibidir. Onun irade ve tercihinden söz edilemez. İçinde pekçok tezatları toplayan bu bâtıl anlayış, akla ve mantığa zıd olduğu gibi, ilim ve hikmete de ters düşmektedir.
Cebriyecilerin hakikatten uzak olan görüşleri, Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından aklî ve naklî delillerle tamamen çürütülmüş, hattâ bu görüşün tutarsızlığı alay konusu olmuş ve şöyle bir darb-ı mesel ile dile getirilmiştir:
“Cebriyecinin ensesine bir tokat vur. O da ‘Bu yaptığın nedir?’ deyince, ‘Kaza ve kader böyle imiş.’ de. Bakalım seni mazur görecek mi?”
Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Şöyle ki, bugün Cebriyeciler denilen bir grub, bir fikir ekolü mevcut değildir. Lâkin nefislerine mağlûp olan bazı kimselerin, işledikleri günahların mesuliyetinden kurtulma çabasıyla ileri sürdükleri iddialar, çoğu defa, Cebriyecilerin görüşüne yaklaştığından bu fikrin sapıklığını genişçe izah edeceğiz.
Cebriye Mezhebine Karşı Aklî Deliller:
Bu görüşün ilim, mantık ve itikad yönünden tutarsızlığını maddeler hâlinde açıklamaya çalışalım:
1. Cenâb-ı Hak zulümden münezzehtir. Cebriyecilerin kabul ettiği gibi, insanların cüz’î iradelerinin hiçbir tesiri yoksa ve insanın bütün fiilleri doğrudan doğruya irade-i İlâhiyye ile meydana geliyorsa, bu takdirde O Âdil-i Rahîm’in -hâşâ- âdaletle hükmetmediğini kabullenmek gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın şerleri kullarına cebren işlettiğini, sonra da iradesi olmayan bu insanları mesul tutarak Cehennem’e attığını kabul etmek, O’na zulüm isnat etmek demektir.
İnsanların işledikleri ihtiyarî fiillerinde hiçbir tesirleri olmadığına ve bu fiillerin sadece Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğine itikad edilmesi hâlinde, içinden çıkılmayacak birçok sorulara kapı açılır; aklî ve naklî delillerle bağdaşmayacak birçok muhallerin (imkansızlıkların) kabulü gerekir. Şöyle ki:
Bu fikre göre, Firavun, Nemrud ve diğer zâlim ve gaddar kâfirlerin işledikleri nihayetsiz cinayetlerin mesuliyeti kime verilecektir? Bu fiillerin Cenâb-ı Hak tarafından zorla işletildiği iddia edilerek onlar suçsuz mu sayılacaktır? Veya onlar mahşer gününde, “Yâ Rabbi, bizim cüz’î irademiz ve ihtiyârımız senden olduğu gibi, cinayetlerimiz de sendendir.” mi diyeceklerdir?
Bu fikre göre, dünyada işlenen bütün cinayetlerin, zulümlerin ve küfürlerin mesuliyetini -hâşâ yüzbin defa hâşâ- Hak Teâlâ’ya vermek gibi muhaller ortaya çıkmaktadır.
Cebriyecilerin iddiaları gereğince, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasakları, elleri ve ayakları bağlanarak denize atılan bir adama, “Kendini boğulmaktan kurtar ve ıslanmadan sahile çık.” demeye benzer. Sanki Kadir-i Zülcelâl kullarının cüz’î iradelerini cebir ile bağlamış, onları hâdiselerin dağlar gibi dalgaları içerisine atarak boğulmamalarını emretmiş ve boğulmaya mecbur olan bu insanları âhirette ebedî bir Cehennem’le tehdit etmiştir.
Diğer taraftan, insanların isyandan men edilmeleri, atılan bir mermiye “Hedefi vurma!” demek gibi, mânâsız bir teklif olmaktadır. O iradesiz mermi kendi yönünü tâyin edemediği gibi, insan da kaderin mahkûmu olarak, işlediği amellere yön vermemiş oluyor!
Bu itikadın ne kadar akıldan uzak olduğu yukarıdaki misâllerle açıkça anlaşılmaktadır.
2. Eğer Cebriyecilerin iddia ettiği gibi, insanın cüz’î iradesi ve mükellefiyeti olmazsa, o takdirde kitapların indirilmesi ve peygamberlerin gönderilmesi hikmetsiz ve mânâsız olur.
Diğer taraftan, bu itikada göre, Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasaklar da abesiyete, mânâsızlığa inkılâb eder. Meselâ, namaz kılan bir kimsenin bu fiilinde cüz’î iradesinin hiçbir hissesi yoksa ve o insan namazı bir cebir altında kılıyorsa, o takdirde Cenâb-ı Hakk’ın namaz kılan kullarını Kur’ân-ı Kerîm’de methetmesi-hâşâ-abes olur. Bu medih, bir çocuğa gücü yetmeyeceği bir işi yapmasını emreden bir adamın, o çocuğun elinden tutup işi bizzat yaptıktan sonra başarısı için onu tebrik etmesine benzer. Aynı hâl Kur’ân-ı Kerîm’deki yasaklar için de bahis konusudur. Cenâb-ı Hakk’ın bazı fiilleri yasaklaması ve bunları işleyenleri cezalandıracağını bildirmesi, misâldeki adamın çocuğunu bir işten men ettiği halde, o işi ona zorla yaptırıp, daha sonra cezalandırması gibi mânâsız ve abes olur.
Hakîm-i Âdil olan Allah-u Azimüşşân’a böyle hakikatsiz ve abes şeyleri isnad eden bu fikir mensupları elbette dalâlet ehli hükmünü alacaklardır. Bu hüküm gerçeğin ifâdesi olduğu gibi aklın ve vicdanın gereğidir. Bu ikinci maddeyi, Hz. Ali’nin (r.a.) ilim ve irfân fışkıran ifâdeleriyle tamamlayalım.
O yüce imam, Sıffîn muharebesinden dönerken yanında bulunan ihtiyar bir zâtın kaderle ilgili çeşitli suallerine verdiği cevapların bir bölümünde özetle şöyle buyurmaktadır:
“Galiba sen kaza ve kaderi, insanları fiil ve hareketlerinde zorlayıcı ve mecbur kılıcı zannettin, öyle mi? Öyle olsaydı, sevap ve azab, vaad ve tehdit, emir ve yasak bâtıl olurdu. Ve Cenâb-ı Hak tarafından, hiçbir günahkârı kınama ve kötüleme, hiçbir muhsin ve itaat edeni de medih ve beğenmek varit olmazdı. İyilik eden fenalık edenden ziyade beğenilmeye, fenalık eden de iyilik edenden ziyade kötülenmeye ve tahkire lâyık bulunmazdı. Böyle bir inanç, putperestlerin, şeytanın yardımcılarının, müşriklerin, hakkı bâtıldan, hatayı doğrudan ayıramayan cahil ve basiretsizlerin sözüdür. Onlar bu ümmetin Kaderiyecileri ve Mecûsileridir.”
“Cenâb-ı Hak insanları emirlerine uymakta serbest bırakmış ve onları yasaklarından korkutarak sakındırmıştır. İnsan isyana ve itaate zorlanmamıştır. Cenâb-ı Hak, peygamberleri lüzumsuz olarak göndermemiş, semâvat ve arzı, aralarındaki mevcudatı boşuna yaratmamıştır. Böyle bir itikad küfür sahiplerinin bâtıl zannıdır. Onlara yazıklar olsun!..”23
3. Böyle bir itikad, yaratılıştaki hikmetleri karanlık ve abes göstermektir. Zira bu dünya, bir müsabaka ve imtihan meydanıdır. Kulların dünya ve ahiretteki makam ve mevkileri, Cennet ve Cehennem’deki derece ve derekeleri onların irade, ihtiyâr, şuur ve idrak sahibi olmalarına bağlıdır. Kulların irade sahibi olmadıkları kabul edilince, onların âhiretteki derecelerinin ölçüsü ne olacaktır? Hâlbuki elmas mesabesindeki Hz. Ebu Bekir’in (r.a) ruhu ile kömür gibi Ebu Cehil’in ruhunu birbirinden ayıran ölçü, iradenin kullanılmasıdır.
Diğer taraftan, aklen ve ilmen sabittir ki, insan idrak sahibidir ve akıl, şuur ve çeşitli hislerle donatılmıştır. Eğer, insan irade ve ihtiyâr sahibi değilse bu nimetlerin verilmesinin bir mânâsı olmaz. Hâlbuki yaratılışta israf ve abes yoktur. Yanlış ve abes olan, Cebriyecilerin bu inanç ve anlayışlarıdır.
4. Akıl ve mantık açısından bâtıl olan bu itikad, vicdan ve müşahedelere de aykırıdır. Çünkü her insanın vicdanı, kendisinde bir irade ve ihtiyârın, bir kuvvet ve kudretin bulunduğunu kesinlikle bilir. Meselâ ,ben şu saatte hangi kitabı okumayı arzu ediyorsam, onu elime alabiliyorum. Bu arzuma ve hareketime hiçbir mâni görmüyorum. Daha sonra, fikrimi, lisanımı, gözümü o kitaba çeviriyor ve istediğim bir bölümü okumaya başlıyorum. Bu işleri yaparken bütün hissiyatımın, cüz’î irademin hükmü altında olduğunu vicdanen biliyorum ve şahâdet ediyorum. Okumaya karşı nefsimden bir isteksizlik hissettiğim zaman, okuyup okumama arasında bir karar vermek üzere meseleyi muhakeme etmeye başlıyorum. Bu iki şıkkın sebeplerini inceleyip karşılaştırdıktan sonra bir hükme varabiliyorum. Yaptığım muhakeme ve verdiğim hüküm, ezelde Cenâb-ı Hakk’ın ilmindedir, yâni O’nun malûmudur. Bu ilim ve takdirin, beni okuyup okumama yollarından birine zorlamadığını kesinlikle biliyorum. Okumanın sebeplerini okumamanınkinden daha kuvvetli bularak bu fiili işlemeye karar verdiğimde, elbette okumanın tercih sebepleri beni bu işe zorlamış ve irademi hükümsüz kılmış değildir. Bunların üzerimdeki baskıları ne kadar fazla olursa olsun, irademle onlara karşı koyacak güçte olduğumdan eminim. Kendimi onların tesirine terkedişim yine irademledir. İşte, bu irade ve iktidar cüz’iyedir. Buna meyelân da denir. Bununla, yukarıdaki misâlde olduğu gibi, karşıma çıkan iki alternatiften birini tercih ediyorum. Aynı cinsten olan iki şeyden birini tercih ettiğimde, birisi bana, “Bunların bütün özellikleri aynı olduğu halde, neden birini diğerine tercih ettin?” diyecek olsa, bu tercihi irademle yaptığımı ifâde ediyorum. Söz konusu tercihime bir engel olmadığına göre iki şeyden birini tercihime cebir demek apaçık bir hakikati inkâr etmektir. Bir şeyin diğerinden üstün olan tarafları benim ancak tercih sebebim olur, yoksa irademi ve ihtiyârımı elimden almaz.
5. Cenâb-ı Hakk’ın insanların bütün fiillerini ezelde takdir etmesi, bunların işlenmesinde bir cebir ve baskı kaynağı değildir. Yâni, insanların cüz’î iradeleriyle işlediği fiilleri Allah’ın ezelde bilmesi O’nun ilminin kemâlindendir; yoksa bu ilim, Cebriyecilerin iddia ettiği gibi, insanın iradesini ortadan kaldırmamaktadır.
Bu hakikat, “İlim, malûma tâbidir.” kaidesiyle daha önce izah edilmişti. Burada ise kısa bir işaretle iktifa edeceğiz.
Amellerimiz irade bakımından bize, yaratma cihetiyle Allah’a aittir. Cenâb-ı Hak, insanların amellerini, nasıl işleyeceklerse ezelde öyle takdir etmiş ve Levh-i Mahfûz’da kaydetmiştir. Dünyada da kul kendi cüz’î iradesiyle bir işe teşebbüs ettiğinde, Kadir-i Mutlak küllî iradesi ile nihayetsiz kudretiyle o işi yaratmaktadır. İnsanın ihtiyarî fiillerinde Allah-u Teâlâ’nın küllî iradesi, kulun cüz’î iradesine bakmaktadır. İrade ettiğimiz şeyleri Hâlık-ı Zülcelâl’in yaratmasında elbette ki bir cebirden söz edilemez. Cenâb-ı Hak iradesiyle bizi tercih ettiğimiz istikâmetin aksine bir yola sevketseydi, ancak o zaman cebir ve baskı söz konusu olabilirdi.
Netice olarak şunu söylüyoruz: Allah-u Azimüşşân’ın ilmi ezelîdir. Olmuş ve olacak bütün hâdiseler o ilm-i İlâhî’de mevcuttur. O Âlim-i Küll-i Şey’in insanların işleyecekleri amellerini önceden bilmesi, öylece takdir ve irade buyurması, kulları hareketlerine zorla sevketmesi demek değildir. Zira insan ne yapmayı arzu ederse Cenâb-ı Hak da ezelî ilmiyle onu bilmektedir. Bunun aksini düşünmek, O Cemil-i Zülcelâl’e cehl isnad etmek olur. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle kulun ihtiyarî fiillerini bilmesi, o fiiller üzerinde müsbet veya menfî bir tesir yapmaz. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, bizi bir işi yapmaya veya yapmamaya zorlamaz. Biz cüz’î irademizle hangi işi yapmaya karar verirsek, Cenab-ı Hak, kudretiyle onu yaratır.
Bahsimize Elmalılı Hamdi Efendi’nin bu mevzuya ışık tutan bir yazısı ile nihâyet verelim.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bazı kimselerin muvaffakiyet ve muzafferiyet zamanında bir Mûtezile gibi her şeyi kendi aklına, dirayetine, ilmine ve kuvvetine verdiğini, Allah’tan gaflet ile kendini hâkim ve mâlik tanıdığını ve böylece ubûdiyet vazifesinden istifa ettiğini ifâde ettikten sonra, aynı kimselerin mağlûbiyet zamanında ise bir Cebriyeci gibi düşünmeye başladığını beyân ederek şöyle buyuruyor:
“Diğer taraftan muhit arzularına tevafuk etmez, hâdisat-ı hariciye seni mağlûp etmeye başlarsa o zaman da kendinde hasret ve hüsrandan, acz ve ye’sten başka bir şey görmez, hiçbir irade ve ihtiyâra sahip olmadığını, her şeyin yed-i cebre esir olduğunu ve mevcudiyetinin otomatik ve fakat zenbereği kırık bir makineden ibaret bulunduğunu iddia eder ve kaderi bir ilm-i mütekaddim değil, bir cebr-i mütehakkim mânâsıyla tefsîr edersin. Fakat bunu söylerken ağzının bir gramofon kovanından başka bir şey olduğunu da sezmez değilsin. Sofrana iştihalarına uygun yemekler gelmediği zaman eline geçirebildiğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip mevte dâvetnâme göndermek arasında hür ve muhtar bulunduğun ve hiçbir taraftan kuru lokmalar senin ağzına cebren ve kahran tıkılmadığı halde sen elini, dilini uzatır, onları yersin; hem yersin, hem de hiçbir şey yapmadığına hükmedersin, düşünmezsin ki elin, ağzın yerine senin ihtiyârın ile oynamış, bu oynayış bir sıtma ra’şesi kabilinden olmamıştır. Fakat sen böyle en muztar zamanlarında bile ızdırarların yanında ihtiyârlara sahip olduğun halde sana böyle aczini ihsas ettiren hâdisat-ı hâriciye karşısında -evvelkilerin tamamen zıddına olarak- bir mecbur-i mutlak, bir esir-i meyus, hâsılı bütün bir hiç olduğunu iddia edersin. Yahu! Öyle işin yolunda, muvaffakiyet ve muzafferiyet yanında olduğu zaman hep, böyle aksi zuhur ettiği zaman cebr ve kader elinde bir hiç diye iddia ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?”
“Ey Benî Âdem! Ey ifrat ve tefrit içinde puyân olan (yuvarlanan) beşeriyet! Siz ne hepsiniz ne hiçsiniz, herhalde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, hakk-ı icaddan ve hâkimiyet-i hakikiyeden, galibiyet ve mâlikiyet-i mutlakadan şüphesiz uzaksınız, fakat inkâr olunamaz bir hürriyet ve ihtiyârınız, sizi hâkimiyet-i selâhiyyete mazhar kılan bir intihap ve talebiniz var. Siz hâkim-i yegâne ve mâlik-i mutlak olan Hak Teâlâ’nın nezd-i kibriyâsında hicap ve huzura bürünmüş, müşterek ve münferit vazifelerle tavzif edilmiş birer memursunuz.”
Cebriye Mezhebine Karşı Naklî Deliller:
Beled Sûresi’nin 8-10’uncu âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır:
“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona iki de yol gösterdik.”
Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şunları ifâde etmektedir:
“Biz ona iki de yol gösterdik.” ifâdesiyle, insanın biri hayra, diğeri şerre giden, yüksek gayeli iki yola hidâyet edildiği beyân buyurulmaktadır. O halde insan, gücü nisbetinde Allah’ın ihsanlarına karşı şükrünü ifa edebilmek için hayrı yapmak ve hem kendisini, hem de başkalarını şerden korumakla mükelleftir. Âyetteki “Biz ona iki de yol gösterdik.” ifâdesiyle, işte bu iki gaye gösterilmiştir. Hayır yoluna girmek hidâyet; şer yoluna gitmek de dalâlettir.
Demek ki insan, cüz’î iradesiyle hidâyet ve dalâlet yollarından birisini seçebilecek durumdadır. Bu yollarda gitmek için gerekli bütün cihazat kendisine Cenâb-ı Hak tarafından ihsan edilmiştir. Cebriyecilerin iddia ettiği gibi bu seçmede insanın hiçbir hissesi olmasa ve tercihini kaderin mahkûmu olarak yapsaydı, âyet-i kerîmede beyân edilen iki yolun gösterilmesi keyfiyeti nasıl izah edilecekti? Ayrıca insana verilen o azim sermayenin ne mânâsı olurdu?
Cenab-ı Hak, başka bir ayette de mealen şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü biz o insanı birtakım katkılarla mezcedilmiş bir nutfeden yarattık. Evire çevire müptelâ kılmak üzere onu bir semi’ (işitici) ve basir (görücü) yaptık. Herhalde biz ona doğru yolu gösterdik -ister şâkir (şükreden) olsun, ister nankör kâfir-.”24
Âyet-i kerîmede, “Herhalde biz ona doğru yolu gösterdik.” buyrulmaktadır. Yâni, “gerek nefislerinde ve gerek âlemde görünen bu kadar delilleri insanın gözünün ve şuurunun önüne koyarak, ona nereden gelip nereye gideceğini ve son muradına ermek için Rabbine karşı ne gibi vazifelerle mükellef bulunduğunu ve nasıl bir yoldan gitmesi gerektiğini anlatarak irşad ettik. Ama o ister Rabbine karşı şükredip iman ve istikamet yolunu tutsun;isterse nankörlük edip küfür içinde kalsın, bu dünya hayatını âhirete tercih etsin.”
Bu âyet-i kerîmede de gayet açık olarak, şâkir veya kâfir olmanın insanın tercihine bırakıldığı beyân edilmiştir. Bu hakikat karşısında, insanın seçme hürriyeti bulunmadığını iddia eden Cebriyecilerin, hak yoldan ne kadar saptıklarını kıyas ediniz.
Yine Cenab-ı Hak Peygamber Efendimiz (asm.) vasıtasıyla bütün müminlere hitaben;
“Habibim onlara söyle hak, Allah’tan gelendir. Ona iman edip etmemek her ferdin kendi ihtiyarındadır.”25 ve
“Dinde zorlama yoktur.”26
fermanlarıyla ilahi hakikatlerin, icbar ile değil; ancak teklif ve ikna yolu ile tebliğ edilmesi buyurulmuş, onu kabul edip etmemede insana geniş hürriyet tanımıştır. Çünkü Cenab-ı Hak, imtihanın gereği olarak her insana cüz-i irade verdiğinden onları fiillerinde serbest bırakmıştır. İster inanır, ister inanmaz. Herkes dininde serbest ve muhtardır. Ahkâm-ı İslamiye altında müşrik, ehl-i kitap, Yahudi ve Hristiyan hepsi hürriyet-i diniyeleri ile yaşayabilirler. Cenab-ı Hak, bu dünyayı âhiretin bir tarlası olarak yaratmıştır. İnsan kendi iradesiyle oraya ne ekerse onu biçecektir.
İnsan vicdanının da Cebriyecilerin iddialarının yanlışlığına en büyük bir şahit olduğu, şu âyet-i kerimelerle ne güzel ifâde edilmektedir:
“Doğrusu insan kendi aleyhine bir hüccettir. O her ne kadar mazeretlerini sayarak ortaya dökse de…” 27
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu ayeti şöyle tefsir eder:
“Yâni insan ne yaptığını bilmeyen bir varlık olmayıp, kendine şuuru olan, kendisini kendi vicdanında duyan bir basîrettir. Dolayısıyla, yaptığı bütün fiil ve hareketlerine kendi vicdanında kendisi şahit olur. O halde, halk ne söylerse söylesin, kendisi ne kadar mazeretler beyân ederse etsin, insan Allah’ın huzurunda, asıl kendi hakikatiyle karşılaşacak ve kendisi kendi aleyhine şahit olacaktır.”
Bu âyet-i kerîmeye karşı artık bir insan, cebir ve kadere istinad ederek, kendisinin veya herhangi bir câninin zulüm ve cinayetini mazur görüp, gösterebilir mi?
Yukarıda arzettiğimiz âyet-i kerimelere ilâve olarak, “işlediklerine ceza olarak”28 ifâdesiyle, “kazandıklarına ceza olarak”29 ifâdesi,
“Her kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür. Her kim de zerre kadar şer yaparsa onu görür.”30
hakikati ve herkesin işlediği ibâdet ve taatından sadece kendisinin istifade ettiğini, kazandığı günahlardan da yine kendisinin sorumlu olduğunu beyân eden Bakara Sûresi’nin 286’ncı âyeti gibi pek çok âyetler açıkça ifâde ediyorlar ki, insanlara verilen cezalar, bizzat kendi işledikleri amellerden ileri gelmektedir. Nitekim şu âyet-i kerîme de mezkûr hakikati açıkça ortaya koymaktadır:
“Muhakkak, yüce Allah hiçbir şeyle insanlara zulmetmez. Fakat insanlar kendi nefislerine zulmederler.”31
Bu âyet-i kerîmede Allah-u Azimüşşân, Zât-ı Kibriyâsını, zulümden tenzih etmekte ve insanların işledikleri amellerinden mesul olacaklarını beyân buyurmaktadır.
Yukarıda birkaç nümunesini zikrettiğimiz naklî delillerden ortaya çıkan hakikat şudur: Akıl ve nakil insanın irade ve ihtiyâr sahibi olduğuna birlikte şehâdet ediyorlar ve gösteriyorlar ki, Cenâb-ı Hak insandan bütün mazeret sebeplerini kaldırmıştır; o hâlde cebir ve baskı yoktur.
Dipnotlar:
22. Taftazânî, Şerhü’l Mekâsıd, s, 143.
23. E Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 8.cilt, 5836-5841.
24. İnsan Suresi 76/ 2-3.
25. Kehf Suresi, ayet, 29.
26. Bakara Suresi, ayet 256.
27. Kıyâmet Suresi 75/14-15.
28. Secde Suresi 32/17.
29. Tevbe Suresi 9/95.
30. Yûnus Sûresi 10/44.
31. Zilzal Suresi 99/7-8.