Eskişehir Seyahati ve Zübeyir Ağabey ile Görüşme
Zübeyir Gündüzalp Ağabey |
Üstad’ın vefatından sonra Zübeyir Ağabey bir süre Eskişehir’de kaldı. Oradayken beni yanına çağırdı.
Görüşmemizde şöyle bir iltifatına muhatap oldum:
“Hocam, hoş sefa geldin. Sizlere karşı hissettiğim muhabbetin, uhuvvetin derecesini ifadeden acizim.”
Bu iltifat ve teveccühlere mazhar olmak benim için büyük bir saâdet ve gayret vesilesi oldu.
Sonra, “Maşaallah. Erzurum’da hem talebe hizmeti yapıyor hem de gazete lisanıyla Nurları neşir ve ilân ediyorsunuz.” dedi. O sıralarda Mustafa Polat Erzurum’da “Hareket” gazetesini çıkarıyordu. Bu gazetede Nur talebelerine baskı yapanlara, Risale-i Nur’a hücum edenlere ve menfi bilirkişi raporu hazırlayanlara karşı çok sert yazılar yazıyordu. Zübeyir Ağabey bize, bu yazıların Nur’un meşrebine pek uygun düşmediğini söyledi. Böyle yazılarla o gibi kimselerin kin ve düşmanlıklarının daha da artabileceğine dikkatimizi çekti ve “Ehl-i dünyayı tahrik etmeyin ve itidal-i demden ayrılmayın.” ikazında bulundu. Anladım ki, bizi oraya çağırmasının asıl sebebi, “Hareket” gazetesindeki bu sert yazıların tadili imiş.
Bunun üzerine kendisine, “İtidal-i demi, (soğukkanlılığı, paniğe kapılmamayı) nasıl anlamalıyız?” diye sordum. Soruma şu hatırayla cevap verdi:
“Bir gün Isparta’da Üstadımız ile birlikteydik. Üstadımız sohbet sırasında bir ara buyurdu ki,
‘Şimdi Fransızların ve İngilizlerin uçakları gelse, burayı bombardımana tutsalar, (o sırada ayak ayak üstüne attı ve) “Zübeyir bana bir kahve yap.” derim.’ ”
İşte itidal-i demi böyle anlayacağız.
“İman ve Kur’an hizmetini durdurmaya hakkımız yok. Bunu her zaman aşk ve şevk ile devam ettireceğiz. Hapislere girersek, kendimizi medreseye girmiş gibi sayacağız. Çıkarsak bir başka medreseye çıkmış kabul edeceğiz.”
Yine bir gün ders okurken bazı dini ıstılahlar geçti. “Tercih bila müreccih, tereccuh bila müreccih, küllî, küll, cüzî, cüz” gibi tabirleri üzerinde biraz sohbet ettik. Sonunda bana:
“Sen bunları nereden biliyorsun?” dedi. Ben de:
“Biz ilm-i kelam okuduk, bunlar ilm-i kelam ıstılahlarıdır, mütekellim alimlerinin kullandıkları ıstılahlardır.” deyince,
“Gerçi bunlar medreseleri kaldırdılar, fakat Üstad Risale-i Nurlar ile hem medreseyi hem mektebi hem de tekkeleri ve zaviyeleri birleştirdi.” diyerek bana şunu sordu:
“Siz okuduğunuz İlm-i Kelam ile Risale-i Nur’u kıyaslarsanız, nasıl bir sonuç çıkarırsınız?”
Kendisine şöyle cevap verdim:
“Zübeyir Ağabey, Üstad ilm-i kelamı çok zenginleştirdi. Ve ondaki çok ince meseleleri misallerle herkesin anlayabileceği seviyeye getirdi. Mesela, ilm-i kelamın konularını, senelerce ilim tahsil edenler ancak anlarlardı. Fakat Üstad bu ilmi, öyle güzel bir şekilde anlatmış ki, yedi yaşındaki çocuk da anlıyor, yetmiş yaşındaki adam da anlıyor; ilkokul mezunları da anlıyor, yüksek tahsil sahipleri de. Çünkü, Üstad Risale-i Nur’u “üslub-u mücerret”ten ziyade “üslub-u müzeyyene” ile yazmıştır. Normal bir insan ilm-i kelamı okuyunca sıkılır, ama Üstad, Risale-i Nur’da bu hakikatleri misallerle zenginleştirdiği için insanlar bunları zevkle okuyorlar. İlm-i kelamda da misaller vardır ama bunlar mantığa dayalı ve anlaşılması zor misallerdir. Üstad’ın misalleri ise gayet kolay ve herkes tarafından anlaşılabilmektedir.” dedim.
Bu sözlerime çok sevindi ve Münazarat’tan şu kısmı okudu:
“İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecma-ül küll.. biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı didar edecektir.” 1
Ben devam ettim:
“Meselâ, haşir bahsi ilm-i kelamda en zor anlaşılan meselelerden biridir. Fakat Üstad Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ile bunu en makul ve çok kolay anlaşılabilir bir hâle getirmiş. Üstad müceddid olduğu için ilm-i kelam meselelerini anlatmada da bir tecdid yapmıştır. Bu tecdidin esası, asrın fehmine göre kalp ile aklı birlikte nazara alması, eserlerinde her ikisini de tatmin edecek bir üslup kullanmasıdır. Akla uzak görünen meseleleri harika misallerle akla yakınlaştırmıştır. Nitekim kendisi de: “Sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi.” 2 buyurmaktadır.”
Zübeyir Ağabey bazen bize Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırdı. Bir gün şöyle bir hatıra anlattı:
“Bir bayram öncesi Üstad Hazretleri, ‘Zübeyir, biz kıra gideceğiz. Siz burada kalın da temizlik yapın.’ dedi. Biz birkaç arkadaş medresede kaldık ve temizliğe başladık. Kilerde iki üç senedir bekleyen bozuk florasanlar vardı. Kardeşlerden biri, ‘Zübeyir Ağabey, bunları ne yapalım?’ diye sordu. Ben de işe yaramazlar diye, kırıp çöpe atmasını söyledim. O da öyle yaptı.
Akşam Üstadımız kırdan döndü.
“Ne yaptınız Zübeyir? İyice temizlediniz mi buraları?” dedi.
“Temizledik Üstadım” dedim.
“Aferin Zübeyir” dedi ve “O florasanları ne yaptınız?” diye sordu.
“Üstadım onlar iki üç senedir öylece bekliyorlardı. Bozuktular, tamir de edilemezlerdi. Biz de kırdık attık.” dedim.
Üstad Hazretleri hafifçe başını sallayarak, “Fesübhanallah,” dedi, “Bu insanoğlunun ruhunda da meylüt-tahrip varmış.”
“Üstadımız tahribe o kadar karşıydı ki, yumurtayı yerken kabuğunu tamamen soymaz, kırmamak için küçük bir delik açar ve buradan tabağa dökerek pişirtir ve yoğurtla beraber yerdi. Yumurtanın kabuğunu da ezmezdi. Onun bu hassasiyeti, bizde “insana hizmet eden eşyanın da ihtirama layık oduğu” kanaatini uyandırırdı.”
Zübeyir Ağabey, Üstad’ın hizmetini ve davasını hayatının en büyük gayesi edinmiş, mümtaz bir şahsiyetti. Aklını, ruhunu ve hissiyatını tamamen Risale-i Nur’a vermişti. Üstad’dan aldığı himmetin şevkiyle sürekli Risale-i Nur’un neşrini düşünürdü. Her şeyiyle Risale-i Nur’da fani olmuştu. Onda, ihlas ve sadakatin eşsiz bir şaheserini gördüm.
“İnsanın fikri neyse, zikri de odur.” diye meşhur bir söz vardır, Zübeyir Ağabey’in konuştuğu bütün şeyler; Üstad, Risale-i Nur, Nurların neşri ve medreselerdi. Üstad’dan aldığı hamiyet ve fedakârlık dersini ömrünün sonuna kadar uyguladı, uygulattı, yaşadı ve yaşattı. Bizlere de bu konuda hep Üstad’ı örnek gösterirdi.
Bir görüşmemizde şu hatırasını anlattı:
“Üstadımız, bazen elini benim göğsüme vurur ve “Buradan bir endişem yok. Buradan eminim.” der ve daha sonra elini kafama dokundurarak “Fakat burası çok mühim ve burası lazım.” derdi. Üstad’ın bu sözünü şöyle açıkladı:
“Çünkü sadece hulus-u niyet fayda vermez. İyi düşünmek lâzım. Üstadımız, “Efela tefekkerün, Efela ya’gilun.” ayetlerini sık sık nazara verip bizi tefekküre teşvik ederdi.”
Bir başka görüşmemizde de bana bu manada şöyle bir tavsiyede bulundu:
“Rüyamda şu zatları gördüm.” diyerek akıldan ziyade hayal üzere hareket eden tipleri etrafında barındırma. Hizmette hayali değil, aklı ve hikmeti ölçü alan kimseleri tercih et. Bizim mesleğimiz akla büyük önem verir.”
Zübeyir Ağabey Üstadımızın meşverete çok önem verdiğini sık sık anlatırdı. Üstad, medreseye basit bir malzeme almak icap etse bile, hepimizi toplar ve tek tek fikirlerimizi sorardı. Üstad’a hürmeten konuşmama yolunu seçen kardeşlere “Bektaşîlik yapma! Fikrini beyan et.” derdi.
Bir gün Zübeyir Ağabey’e:
“Sadakati nasıl anlayacağız?” diye sordum. Parmağını rahlenin üzerindeki Nur Risalelerinin üzerine bastırarak:
“Bana deseler ki, ‘Zübeyir bu kitapları okursan cehenneme, okumazsan cennete gideceksin.’ Ben yine de bu kitapları okur ve cehenneme giderim.” dedi.
Bu cevap benim hayretime mucip oldu.
Daima, “Bu hizmetin berraklığını ve safvetini her zaman ihlasla muhafaza edeceğiz.” derdi.
Yine bir gün şöyle demişti:
“Ahval-i aleme nazar-ı ibret ile bakarsak görürüz ki, insanların çoğu dünyaya aşıktırlar. Saâdeti kimisi servetin ihtişamında, kimisi siyasetin cazibesinde, kimisi de şan, şöhret ve rütbede arıyorlar. Fakat bulamıyorlar. Çünkü bunların birer gölge olduğunu bilemiyorlar. Bu uğurda gerekirse canlarını da feda ediyorlar. Bunların bir çoğu milletimizin üstüne çöken gaflet ve küfür bulutlarını hissedemiyorlar.”
1960 ihtilâli münasebetiyle Sivas Kampından çıktıktan bir süre sonra İstanbul’a gittim. Zübeyir Ağabey kamptan sual etti. Olanları anlattım. Bunun üzerine bana şunları söyledi:
“Biz bir daha bu dünyaya gelecek değiliz. Onun için imanlı ve faziletli insanlar yetiştirerek bu millete yardımcı olmalıyız. Gayretimizi, çalışmamızı Risale-i Nur’un neşrine hasretmeliyiz.”
Zübeyir Ağabey Risale-i Nur’un en çok iman, ahlâk ve uhuvvet konuları üzerinde durduğunu söylerdi. Bu konuda şunları anlatırdı:
“Fazilet, iman ve ahlâkın birleşmesindedir. Üstadımız buna çok ehemmiyet verirdi. Meselemiz, çekici daima bu noktaya vurmaktır. Nasıl Üstad ahirete teşrif edinceye kadar bütün meşakkatlere ve sıkıntılara katlanarak hizmet-i imaniyesinden geri durmadıysa, biz de manevî mücahedemizde onu örnek alacağız. Biz de bu şekilde hizmet edeceğiz. Allah’ın lütfu bizim yanımızdadır. Sabırla, okumakla, tefekkürle, ibadetle, muhabbetle, uhuvvetle çalışacağız. Çünkü tevfik-i İlahi uhuvvetin yanındadır.”
“Karşımızda bulunan dinsizlik cereyanı ve gizli zındıklar birlik içindedirler. Bu yüzden de kuvvetliler. Bizim de bu manevî cihat da muvaffak olabilmemiz için azamî gayret, fedakârlık, tesanüd ve uhuvvet üzere olmamız icabediyor.”
“Bu davanın tahakkuku için büyük fedakârlıklar lâzımdır. İman hizmetini hayatımızın gayesi bilmeliyiz. Yememiz, içmemiz, yaşamamız hep bu dava için olmalı. Cenab-ı Hakk’tan azamî ihlas, azamî sadakat, azamî fedakârlık, azamî sabır, azamî tahammül istememiz lâzım.”
derdi. Hatta bu duayı bana yazıp vermişti. Devamla:
“Üstad Hazretleri hayatını bu milletin imanı uğrunda harcamıştır. Bu ne ulvi bir şereftir! Hayatı boyunca, hapislerdeyken, sürgünlerdeyken kalemi elinden bırakmamış ve bu Külliyatı bize mâl etmiştir.” dedi.
Zübeyir Ağabey hayatının her anında ibadetine ve feraizine dikkat ederdi. Çok az istirahat ederdi. Ya namaz kılar ya Kur’an ya Cevşen veya Risale-i Nur okurdu veya okuturdu. Hastayken bile bu âdetini terk etmezdi. Riyadan çok korkardı. Güzel bir şey yaptığı zaman diğer Nur Talebelerine atfederdi. Bir meşakkat geldiği zaman da kendi üzerine alırdı. Üstad’ın “hizmette ileri ücrette geri” diye ifade buyurdukları hakikate tam masadak olmuştu..
Bir gün Ankara’da Zübeyir Ağabey ile birlikteydik. Gece polisler medreseyi bastılar. Orada teksir makinesi ve Risale-i Nurlar vardı. Bunların tamamının kendisine ait olduğunu söyledi ve polisler Zübeyir Ağabey’i alıp götürdüler.
İrfandan ve ubudiyetten aldığı sürur ve neşeyi cennetlere değişmezdi. Okumadan aldığı feyzi başka hiçbir şeyden almazdı. Gerçekten de okuduğu zamanlar çok neşeli olurdu. Bazen sağ elini kaldırır ve yüzümüze bakarak “Maşaallah! Bakın Üstad burada ne demiş!..” diyerek dikkatimizi çeker ve sözünü ettiği kısmı bize de dinletirdi.
Malayaniyattan ve gıybetten çok nefret ederdi. Yanında kimsenin gıybet etmesine müsaade etmezdi.
Bir defasında kendisinden şöyle bir hatıra dinledim:
“Bazı günler Üstad ile birlikte kıra giderdik. Üstad Hazretleri bizden ayrı bir kenara çekilir, o ihtiyar hâlinde bazen bir saatten fazla vecd ile dua ederdi. Dua ederken yer yer yüzü dizlerine değecek gibi olurdu. Kendine gelen meşakkatlerden ve ıstıraplardan kesinlikle şikayet etmezdi. Bir sıkıntıyla karşılaştığı zaman ‘Bunun altında bir Rahmet-i İlahiye vardır.’ derdi.”
Zübeyir Ağabey bir gün bana şunları söyledi:
“Bu Kur’an ve iman hizmeti bizim için farz-ı ayndır. Üstad’ı tanımayanlar ve hizmetini bilmeyenler bizim kadar mesul olmazlar.”
Yine bir sohbet sırasında Zübeyir Ağabey, bana: “Sen nasıl oldu da şimdiye kadar imam, vaiz yahut müftü olmadın?” diye sordu. Ben de ona macerayı hayatımı anlattım:
“Benim Hacı Faruk Bey adında bir hocam vardı. Bana yer yer: ‘Allah sana devlet maaşı nasip etmesin.’ diye dua ederdi. Ben de bu duadan hissen rahatsızlık duyuyordum. Kendisine de böyle dua etmesinin hikmetini soramazdım. Derken tahsilimi tamamladım. Müftü Solakzade Sadık Efendi bir gün beni çağırarak, ‘Senin murakıp olmanı teklif edeceğim.’ dedi. Bu teklife sevinmiştim. Ancak bazı kimseler Nur Talebesi olduğumu yüksek makamlara şikayet etmiş olacaklar ki, bu tayin gerçekleşmedi.”
“Bir zaman sonra Bayburt’un ileri gelenlerinden Şaban Efendi ile bir grup arkadaşı yanıma geldiler. Şaban Efendi bana, ‘Senin Bayburt’a müftü olmanı istiyoruz.’ dedi. Bu teklife müsbet cevap vermiştim, ama yine de ‘Babamdan izin almanız gerekir.’ dedim. Heyet olarak babamın yanına gidip durumu anlatmışlar. Tekrar yanıma geldiklerinde ‘Baban teklifimizi kesinlikle reddetti.’ dediler. Akşam eve gittiğimde babam kaşları çatık bir vaziyette oturuyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra sert ve sitemli bir eda ile ‘Hoca, dedi, sen bir sürü çoluk-çocuğunla aç ve susuz mu kaldın ki, hemen maaşlı bir işe heveslendin? Medresede yaptığın hizmetleri bırakıp da nasıl müftü olacaksın?'”
“Ben sadece sessiz kalmakla yetindim. Memuriyete atılmam da böylece noktalanmış oldu.”
Ben bunları anlatınca Zübeyir Ağabey, babamı çok takdir etti. Herkes evladının böyle resmî göreve tayinini şiddetle isterken babamın bu şekilde düşünmesinden çok memnun kaldı.
Zübeyir Ağabey “Tarikatçılarla aranız nasıl?” diye sordu. ”Birbirimizle tam bir muhabbet içindeyiz. Yer yer ziyaretlerine gideriz. Zikir faslından sonra bize ders yaptırırlar.” diye cevap verdim. Çok memnun kaldı ve “Bir kimse İslâmiyet’e bir saç teli kadar da hizmet etse, onu takdir etmemiz ve kucaklamamız gerekir.” dedi.
Zübeyir Ağabey konuşmasına Üstad’dan şu hatırayı naklederek devam etti:
“Üstad’ın yanında kaldığımızda bir gün kapı çalındı. Dışarı çıktığımızda İsmet Paşa taraftarı, gazeteci İlhami Soysal’ı gördük, ‘Ben Bediüzzaman’ı ziyarete geldim.’ dedi.”
“Biz kendi kendimize, ‘Üstad bunu kabul etmez.’ diyorduk.
“Üstadımıza haber verince, ‘Gelsin, buyursun.’ dedi. Biz bunu duyunca şaşırdık. İlhami Soysal’ı içeri aldık. Üstad onu ayakta karşıladı. İlhami Soysal da Üstadımızın elini öptü. Soysal daha konuşmaya başlamadan Üstadımız söze başladı ve iman ile ilgili birçok hakikati anlattı. İlhami Soysal hiç konuşamadan sadece dinledi. Sonunda yine Üstad’ın elini öperek ayrıldı.”
“Kendisinin naklettiğine göre İlhami Soysal Bediüzzaman’ı ziyarete gelirken İsmet Paşa’ya danışmış. O da gidebileceğini, fakat Bediüzzaman’ın çok tesirli biri olduğunu, onun etkisi altında kalmamaya dikkat etmesi gerektiğini söylemiş.”
“İlhami Bey gittikten sonra Üstad Hazretleri bizi yanına çağırdı ve şunları söyledi;
‘Bir insanın İslâmiyet’e düşmanlığı 100 ise onu 99’a indirmek hizmettir, hatta 101’e çıkartmamak dahi hizmettir.’”
Zübeyir Ağabey’den son bir hatıra daha anlatmak isterim: Ankara’da bir ameliyat geçirmiştim. O sırada Zübeyir Ağabey İstanbul’dan Ankara’ya telefon açmış ve Said Özdemir Ağabey’e: “Hocam hastahaneden çıkınca İstanbul’a getir.” demiş. Ben taburcu olunca Said Özdemir Ağabey beni İstanbul’a götürdü.
Zübeyir Ağabey, daha rahat edebileceğim düşüncesiyle beni Bekir Berk Ağabey’in Çemberlitaştaki Kiğılı Pasajında bulunan yazıhanesinde misafir etti. Kendisi Süleymaniye Camii yakınında bulunan Kirazlı Mescitteki medresesinde kalıyordu. Her gün yazıhaneye geliyordu. Bir gün Bekir Berk Ağabey, “Hocam, ben İşaratü’l-İcaz’ı çok merak ediyorum. Senin burada kaldığın sürede geceleri İşaratü’l-İ’caz’ı beraberce okuyabilir miyiz?” dedi. Ben de kabul ettim. Geceleri beraber okuyorduk. Ders bitince bana, “Sen yat. Ben okuduğumuz yeri bir daha gözden geçireyim.” diyordu.
Bir gün Mustafa Polat koltuğunda çantasıyla saat on civarı Avukat Bekir Berk’in yazıhanesine geldi. O zamanlar haftalık İttihat Gazetesini çıkarıyordu. Zübeyir Ağabey’in her gün yazıhaneye geldiğini bildiği için:
“Hocam, Zübeyir Ağabey geldi mi?” diye sordu. Henüz gelmediğini söyledim ve “Hayırdır?” dedim.
“Papa Türkiye’ye geliyor. Şevket Eygi Yeni İstiklal Gazetesinde Papa hakkında ağır sözler yazmış. Acaba biz, İttihad gazetesine bu konuda neler yazalım, diye sormaya geldim.” dedi.
“Şevket Eygi iyi yapmış, sende benzer şeyler yaz.” dedim. “Olmaz Hocam! Bu çok mühim bir mesele. Korkarım hata yaparız. Zübeyir Ağabeye danışmam lâzım.” dedi.
Biraz sonra Zübeyir Ağabey geldi. Mustafa Polat durumu anlatınca:
“Ne yazacaksın, elbette hoş amedî edeceksin. ‘Hoş geldin, sefa geldin!’ diye yazacaksın.” dedi ve ilave etti:
“Üstadımız da 1952’de İstanbul’a geldiğinde Büyük Ada’ya giderek Athenagouras’ı ziyaret etmişti.
“Eğer onun hakkında iyi şeyler yazmazsanız Fener Patriğinin yanına gider. Bu memleket aleyhinde menfi kararlar alırlar.” dedi.
Mustafa Polat da Papa hakkında güzel bir yazı kaleme aldı.
Bir zaman sonra bir maslahat gereği Bekir Bey ile birlikte Başbakan Süleyman Demirel’in ziyaretine gittik. Sohbetimiz sırasında bir ara şunları söyledi:
“Yahu bu bakanlarımızın çoğu sıhhatli düşünemiyorlar. Papa geldiğinde, ‘Sakın biz buna sahip olmayalım. Nereye giderse gitsin.’ dediler. Ben de, ‘Papayı, devlet olarak biz misafir edelim. Eğer biz ona sahip çıkmazsak Fener-Rum Patriğine gider. Orada memleket aleyhinde kararlar alırlar. Eğer onu biz misafir edersek, biz de onunla gideriz. Hiç olmazsa konuştuklarını dinleriz.” dedim. Fakat bunu kabul ettirmekte çok zorlandım.” dedi.
O bunları söylerken Zübeyir Ağabey’in sözleri aklıma geldi. Süleyman Bey bir politikacı ve devlet adamı olduğu için bunu bilmesi normaldi. Ama Zübeyir Ağabey’in bunu anlamasına çok hayret ettim.
Dipnotlar:
1 Münazarat, s. 90
212 Mektubat, s. 377