J. İnsan Ebed İçin Yaratılmıştır
Cenab-ı Hak bu dünyayı, insanın kulluğu için bir mektep ve bir tâlimgâh olarak yaratmıştır. Allah’a karşı kulluk vazifesini öğrenip salih amel işleyenler, ebedi cennet saraylarına girmeye liyakat kesbederken, kendi iradeleriyle isyan eden ve Allah’ın emirlerine karşı çıkanlar da müstehak oldukları cehenneme gireceklerdir.
Cenab-ı Hakk’ın insanın kalbine ve ruhuna koyduğu ebed arzusu, âhiretin en büyük delilidir. Bu bir kaidedir ki, insan olan bir şeye arzu ve istek duyar, olmayan bir şeyi arzu edip istemez. Eğer âhiret olmazsa insandaki bu arzu neticesiz kalırdı. Evet, “Vermek istemeydi, istemek vermezdi.” insanın üstünlüğünün ve nihayetsiz istidadının bir manası olmazdı. Çünkü kâinatın en mükemmel meyvesi, istidatça en camisi ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili muhatabı olan insan, ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir.
“İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!..’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.” 1
İnsanın ebedi hayata geçmesi için kıyametin kopması ve dünyanın harap olması şarttır. Kıyametin kopmasından sonra, Allah’ın takdir ettiği bir zamanda insanlar istirahat için dağılmış gayet muntazam bir ordunun yüksek sadalı bir boru sesiyle bir araya toplanmaları gibi, İsrafil’in (as.) borusuyla yeniden diriltilip, Arasat meydanında bir araya getirileceklerdir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle anlatılmaktadır:
“İşte bak, Allah’ın rahmet eserlerine, ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor? İşte bunları yapan kim ise ölüleri de O diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir.”2
Her bahar mevsiminde yer yüzünü bir anda dirilten ve toprağın altında çürüyen bir çekirdekten koca bir ağacı çıkaran ve basit tohumlardan binlerce sümbül verdiren bir Hafız-ı Zülcelal, bu kadar ehemmiyet verdiği ve en çok sevdiği mahlukunun toprak altında çürüyüp yok olmasına müsaade etmez. Onu toprak altında kısa bir süre durdurur ve sonra huzuruna alır.
Bağında veya bahçesinde her bir yaprağı bir trilyon lira değerinde güller yetiştiren bir kimyagerin, o bağ ve bahçesinin kapısını açık bırakmak suretiyle, yetiştirdiği gülleri, hayvanlara yedirmesi akla ve hakikate uygun olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da bu dünyanın en mükemmel bir meyvesi olan ve her bir azası trilyonlarla mukayese edilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanı toprağa atıp böceklere yedirmesini hiç akıl kabul eder mi?
Bir şeker fabrikasının sahibi, ürettiği şekerleri denize dökerek zayi etmesi, o fabrikanın kuruluş gayesine hiç uygun olur mu?
Cenab-ı Hakk’ın bütün kâinattan süzüp hassas mizanlarla yarattığı ve nihayetsiz nimetlerle beslediği en mükemmel meyveyi ve en sevgili mahluku toprağa gömüp yokluğa atarak onu zayi eder mi?
İnsanlar, en ince detayına kadar hesaba çekilmek üzere bütün insanlar mahşer yerinde toplatılacaklarını, şu ayetler ifade etmektedirler:
“Sonra o gün bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”3
“Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir.”4
Hasenatı ağır gelenler, Allah’ın lütfuyla ebedi cennete, kafirler kahrın tecelligahı olan sonsuz cehenneme ve günahları ağır gelen mü’minler ise, cehennemde geçici olarak kalıp cezalarını çektikten sonra tekrar cennete gireceklerdir. İnsanların dünyada yaptığı bütün iyilikler cennet, günahlar ise cehennem çekirdeği hükmünde olup, âhirette o çekirdekler ağaç olacak ve çeşitli meyveler verecektir.
“Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin ‘Elhamdülillah’ kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada ‘Elhamdülillah’ yersin.”5
Bütün peygamberler, yüzyirmidörtmilyon evliya ve bütün semavi kitaplar, kıyamet ve âhiretten kat’i haber verdikleri gibi, Kur’anın dörtte biri de haşir ve âhiretten bahseder; bin ayetiyle onun kesin bir gerçek olduğunu isbat eder ve haber verir. Peygamber Efendimiz de (sav) birçok Hadis-i Şeriflerle haşir ve âhiretten haber vermiştir.
Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri, ebedî olan âhiretin vücudunu iktiza ederler. Zalimlerin yaptıkları zulümler, mazlumların maruz kaldığı eza ve cefalar, Cenab-ı Hakk’ın âdil isminin tecellisini ister. Rahman, Rahim ve Hakim isimleri cenneti istediği gibi, Kahhar ve Cebbar isimler de cehennemin vücudunu ister. Zira birçok isimler dünyada tam tecelli etmiyor. Onun için bir Mahkeme-i Kübra ve sonsuz bir âlem lazımdır ki, Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri orada kemaliyle tecelli etsin.
Gündüz güneşi gösterdiği gibi, şu kainattaki esaslı nizam da âhiretin ve saadeti ebediyenin olacağını gösteriyor. Ahiret olmazsa idi insan ile hayvan, mü’min ile kâfir, iyi ile kötü aynı seviyede kalırdı. Demek ki, dünyanın ve insanın ehemmiyeti ancak âhiretin vücudu ile tahakkuk eder.
“Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!..”6
Cenab-ı Hak insanı ve kâinatı yüksek gayeler için yaratmıştır. Dünyada Allah’ın insana vermiş olduğu nihayetsiz nimetler, O’nun büyük keremini ve geniş merhametini göstermektedir.
“Bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan bilbedahe rahmettir.”7.
Dünya Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine tam ayna olamıyor. Çünkü rahmet nihayetsiz, insanların ömürleri kısa ve dünya fanîdir. Bunun için başka ebedi bir âlem lazımdır ki, rahmet devam etsin ve O’nun zenginliğinin aslı arada kemaliyle tezahür etsin. Çünkü dünyadaki bütün nimetler numune ve gölgedir, asıllar ise âhirettedir.
Dipnotlar:
1 Sözler, s. 522.
2 Rum suresi, 30/50.
3 Tekasür Suresi, 102/8.
4 Zilzal suresi, 99/7-8.
5 Sözler, s. 647.
6 Lem’alar, s. 98.
7 Lem’alar, s. 97.