Hayatı ve Hatıraları

Necip Fazıl’ın Erzurum Seyahati

 

Necip Fazıl Kısakürek
Necip Fazıl Kısakürek

1961 yılında Necip Fazıl Bey birkaç arkadaşıyla birlikte Türkiye turuna çıkmıştı. Gayesi ihtilâl ile birlikte kapatılan Büyük Doğu Mecmuasını tekrar çıkartmaktı. Erzurum’a da geldi. Kendisi ehl-i imanın keskin kılıcıydı. 1946’dan bu yana gerek Büyük Doğu ile gerekse yazmış olduğu eserleriyle gençlerimize çok büyük hizmeti geçmişti.

Zamanı kokutanlar mürteci diyorlar bana,
Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana.”

gibi çok veciz sözlerle Müslümanlara gerici diyenlere hadlerini bildiriyordu.

O geldiğinde Mustafa Polat medreseye gelerek:

“Hocam, Necip Fazıl Bey gelmiş. Akşam Bahattin Balkaya’nın evinde bir sohbet yapacak. Beraber gidip dinleyelim.” dedi.

Hacı Süleyman Arı’yı da alarak Bahattin Bey’in evine gittik.

Gittiğimizde henüz yemekten kalkmamışlardı. Biz salona geçtik kimsenin dikkatini çekmemek için köşede bir yere oturdum. Necip Bey’de geldi, bana yakın bir yere oturdu. Oda tıklım tıklım doldu. Bir de Yüzbaşı Mehmet Bey vardı. Kendisi Nihal Atsız taraftarı şiddetli bir ırkçıydı. Aramız pek iyi değildi.

Necip Bey sohbetine ihtilâllerin tarihini anlatarak başladı. İhtilâllerin temelinin Tanzimat’a dayandığını söyledi. Mustafa Reşit Paşa’dan bahsetti. Tanzimat’ın menfî tesirlerini anlattı.

Tanzimatçıların yanlış politikaları yüzünden ülkemizde aynı dine, aynı ırka mensup insanlar arasında bile bir ittifak ve muhabbet kalmadığını anlattı. Büyük Doğu’yu bu memlekette ittihadı sağlamak için çıkardığını söyledi ve bu mecmuanın yeniden yayın hayatına sokulması için de oradaki cemaatin yardımcı olmasını talep etti.

Bunları anlatırken yer yer Büyük Doğu’nun ehemmiyetinden söz ediyor, yapılan bütün yanlışların Büyük Doğu ile düzeleceğini nazara veriyordu.

Sohbetin sonunda bir çay faslı verildi. Mehmet Bey Necip Fazıl’a, Mareşal Fevzi Çakmak, Ali Fuat Başgil gibi bazı ünlü kimseler hakkındaki kanaatini sordu. Necip Bey’de onların sadece kusurlarını ortaya döktü. Ben bundan çok rahatsız oldum. O zamana kadar Necip Bey’i şevk ile dinleyenler de bunddan rahatsız oldular.

Mehmet Bey “Ömer Nasuhi Bilmen nasıl birisidir?” diye sordu.

Necip Fazıl Bey şu cevabı verdi:

“Onun ilmihalini de okudum. Bazı yanlışlarını gördüm…”

Ben kendi kendime:

“Herhalde sıra Üstad’a gelecek.” diye düşündüm.

Mehmet Bey, Necip Bey’in bu cevabından tatmin olmadı ve:

“Nasıl yanlış yazmış?” diye sordu.

“Mesela şöyle diyor: ‘Bir insan yemin eder de bu yeminini bozarsa, o zaman kefaretini verir.’ Hiç öyle şey olur mu? Önce cinayeti işlettiriyor, sonra diyetini verdiriyor. Halbuki, evvela keffaretini verecek sonra ettiği yeminini bozacak.” dedi.

Sıra Üstad’a gelmeden Necip Bey’e müdahale etmeye karar verdim. Oturduğum köşeden ileri çıkarak;

“Necip Bey şimdi burada iki görüş ortaya çıktı. Biri sizin görüşünüz, diğeri de Ömer Nasuhî Bey’in görüşü. Bu cemaat ortada kaldı. Acaba sizinki mi doğru, yoksa onunki mi?” dedim.

Bana doğru bakarak:

“Sen İmam-ı Rabbani’yi biliyor musun?” dedi.

“Evet biliyorum.” dedim.

“İşte o böyle diyor.” dedi. Ben de;

“İmam-ı Rabbanî büyük bir mutasavvıftır. Tasavvuf ile fıkıh ayrı dallardır. Bu bir fıkıh prensibidir. Bu konuda söz fıkıh alimlerinindir. Siz bu hükmünüzü hangi fıkıh alimine dayandırıyorsunuz?”

O sırada elinde sigarası vardı. Bana;

“Şimdi ben sana bir şey soracağım. Bu sigara helâl midir, haram mıdır?” dedi.

“Necip Bey, ben sizi münazara ve münakaşa adabına riayet etmeye davet ediyorum. Size münakaşa ve münazara meydanından geriye katiyen adım attırmam. Evvela meselemizi hallederiz, daha sonra sigarayı sorarsınız.” dedim ve konuşmamı şöyle sürdürdüm:

“Siz deminden beri Tanzimatçıları suçladınız. ‘Hiç biri ittihad edemiyor, hiçbir münevver bir başka münevver ile bir meselede anlaşamıyor.’ dediniz. Şimdi Ömer Nasuhi Bey’in ve diğerlerinin hatalarını sayıp dökerek kendi kendinizle tezada düşmüş olmadınız mı?” dedim.

Sigarayı söndürüp elini omuzuma attı ve bana iltifatta bulundu. Böylece Üstad’a söz gelmeden tenkit zincirini kopardık.

Hem çay içiyor hem de sorulan sorulara cevaplar veriyordu. Namaza dair bir şey sordular. Yanlış cevap verdi. Sonra bana döndü;

“Sen ne dersin?” dedi.

Ben de bana söz geldiği için:

“Sen bir fikir ve dava adamısın, büyük bir edebiyatçısın. Fikirlerini dinledik istifade ettik. Ama fetva sahasına girmen bence doğru değil.” dedim.

Sohbetten sonra,

“Temelli Palasta misafirim. Sabah namazından sonra seni orada bekliyorum. Gel ikili sohbet edelim.” dedi.

Sabahleyin Kurşunlu Camii imamı İnam Hoca Efendi’yi yanıma alarak otele gittim. Elbisesini giymiş, bizi bekliyordu. Bize kahve ısmarladı. Büyük Doğu’nun ehemmiyetini anlattı. “Bu derginin her evde her gencin cebinde olması lâzım.” dedi. Ben de eskiden Hocam Hacı Faruk Efendi sayesinde Büyük Doğu’yu çokça okuduğumu söyledim. Sohbetimiz bir hayli sürdü. Bir ara kendisine,

Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız,
Ruhuma derin temel çivisini çaktınız.”

mısralarıyla kimi kastettiğini sordum. Sorumdan çok memnun olmuştu. Şunları anlattı:

“Ben Fransa’dan döndüğümde manen bir boşluk içindeydim. Bir gün vapurla Üsküdar’dan İstanbul’a gidiyordum. Yanıma Abidin (Dino) Bey geldi. Kendisine:

“Abidin Bey, dedim, İçim yığın yığın istifhamlarla dolu, ruhumu kemiriyorlar. Bu kâinatın bir mana ifade ettiğini biliyorum. Fakat o manayı tam yakalayamıyorum. Sen buna ne dersin?”

O zamanlar Abidin Bey abdestli namazlıydı.

“İstersen gel seni âlim bir hocanın yanına götüreyim. O sana bunları anlatır.” dedi.

“Şimdiye kadar görüştüğüm hiçbir hoca beni tatmin edemedi.” dedim.

“Denemesi bedava. Bir gidelim.” dedi.

Ben de Abidin Bey’i kırmadım, teklifini kabul ettim. Bir gün ikindi vaktinde sözünü ettiği hocanın camisine gittik. Namaz bitmişti. İmamın önünde bir rahle vardı. Yüksekçe bir yere oturmuş, etrafını çeviren cemaate nasihat ediyordu. Ben biraz geride oturup dinlemeye başladım. Baktım ki, imam benim şüphelerim üzerinde duruyor, şüphelerimi lif lif tahlil ediyordu. Vaazdan sonra Abidin Bey kalkıp yanına gitti. Daha önceden tanıştıkları için elini öptü ve beni tanıştırdı. İmamla göz göze geldik. İşte o iki mısra bu bakışmanın ifadesidir, dedi ve ilâve etti:

İşte o imam, “Abdülhakim Arvasi Hazretleri” idi.

Konuşmamız çok tatlı bir havada sürüp gidiyordu. Faydalı şeyler anlattı. Sözünü bitirdiğinde kendisine şunları söyledim;

“Biz daha önce sizi konferanslarınızda dinledik, Büyük Doğu’da yazılarınızı okuduk. Bir kere de siz bizi dinlerseniz çok memnun kalırız. Bazen büyük dağların eteklerinde bazı şifalı bitkiler bulunabilir.”

“Bizleri Büyük Doğu’ya bağlamaya çalışıyorsunuz, ama geçenlerde “Yola çıksam yarım otobüs dolduramam.” diye yazmıştınız. Bir de Bediüzzaman Hazretlerine bakınız. Bediüzzaman yazdığı eserleriyle dünyada büyük bir cemaat tesis etti. Her yerde nice talebeleri var. Onun bu iman ve irfan hizmetine nazar etseniz çok iyi olur.”

dedim ve Üstad’ın 6.000 sayfalık eser yazdığını, bu eserleri yediden yetmişe, âlimden cahile, köylüden kentliye herkesin okuyabildiğini, onlardan istifade ettiğini anlattım.

“Ben Bediüzzaman’ı ziyaret ettim.” dedi ve banaSeni kırk yıllık talebem olarak kabul ediyorum.dedi.” diye ekledi.

Derken saat dokuz, dokuz buçuk oldu.

Bizden ayrıldıktan sonra Bahattin Bey’e “Böyle bir adama ilk defa rastladım.” demiş. Ertesi gün ben Kümbet’te otururken, onunla beraber gelen Kadir Mısırlıoğlu ve beraberinde birkaç kişi geldiler. Orada onlara “Nur Aleminin Bir Anahtarı”nı okuyup ders yaptık. Dersten çok memnun kaldılar. Ders bitikten sonra çay içerken “Dünkü münazaradan çok memnun kaldık.” dediler.

Yıllar sonra Kadir Mısırlıoğlu ile Fatih Cami avlusunda kitap fuarında tekrar karşılaştık. Yanına yaklaştım ve “Beni tanıdınız mı?” diye sordum. Derhal hatırladı ve ayağa kalkarak, “Siz Mehmet Kırkıncı Hoca Efendisiniz.” dedi ve ekledi “Hocam 35 yıl evvel Kümbet dershanesinde Bediüzzaman Hazretlerine ait “Nur Aleminin Bir Anahtarı” adlı eserinden bize okumuştunuz. O sohbetin ve dersin keyfini ve lezetini hala hissetmekteyim.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu