Mektuplar, Sohbetler, Sorular ve Cevaplar

Of’ta Başhekimle Sohbet

1968 yılında, Of’ta öğretmen Hayati Saral, yanında bulundurduğu Risale-i Nurlar yüzünden mahkemeye verilmişti. Bekir Berk bu mahkemeye katılmak için Of’a gidiyordu. Bizim de kendisine refakat etmemizi istedi. Böylece Bekir Bey, ben, Mustafa Polat ve Ağrı’lı Nazım Akkurt birlikte Of’a doğru yola çıktık.

Of’a vardığımızda bizi Hayati ve Of hastanesinde başhekim olan eniştesi Muzaffer Bey karşıladı. Muzaffer Bey’in Bekir Bey’e karşı büyük bir sevgi ve saygısı varmış. Bu yüzden bizi bir bayram havasında karşıladı ve misafir etti. Bekir Bey için bir çok hazırlık yapmış. Akşam yemeğine Ağır Ceza reisini, banka müdürünü ve bazı hukukçuları da çağırmış.

Yemekten önce Muzaffer Bey, Bekir Bey’e diğer misafirleri tanıttı. Bu arada Bekir Bey de bizi oradakilere tanıttı. Beni tanıtırken “Hocam” diye hitap ediyordu. Konuşmalar esnasında da bana “Hocam” diye hitap ediliyordu.

Biz sohbet ederken sofra hazırlanmaya başladı. Herkes sofranın başına oturunca Hayati yemekleri dağıtmak istedi. Fakat Muzaffer Bey, “Ben kendi elimle Bekir Bey’e hizmet etmeyi şeref sayarım.” dedi ve çorbaları dağıtmaya başladı. Muzaffer Bey tam benim çorbamı tasa koyarken, “Ben hocaları sevmem, hele bizim müftüyü hiç sevmem.” dedi. Bu sözü duyunca benim bütün iştahım kaçtı.

Nazım hemen bu söze karşılık vermek istedi. Bekir Bey onu susturdu. Muzaffer Bey konuşmaya devam ediyordu:

“Her gün ikindi namazından sonra müftü efendi camide vaaz ediyormuş. Ben de geçen gün, ‘Hem ikindi namazını kılayım, hem de biraz vaaz dinleyeyim.’ diye camiye gittim. Namazdan sonra müftü vaaz etmeye başladı. Vaazında, ‘Bir vakit namazı kılmamanın cezası seksen sene cehennemde yanmaktır.’ demez mi? Ben bu söze tahammül edemedim, hemen camiden ayrıldım. İnsanlara böyle akıl almaz şeyleri nasıl söylerler?”

Nazım iki üç kere ona karşılık vermek istediyse de Bekir Bey her seferinde, “Gerekirse hocam konuşur.” diyerek onu susturdu.

Ben de:

“Nazım Ağabey, sen doktor beye boşuna kızıyorsun. Doktor bey doğru söylüyor. O matematikten anlayan bir hesap adamı. Hesap edip öyle konuşuyor.” diye söze başladım ve şöyle devam ettim:

“Üstad Hazretleri Lem’alar’da,

“Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahud lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesabedilsin. Her gün yanması için -Kozmoğrafya’nın sözüne bakılsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün: onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelal’in haşmetine, hikmetine, kudretine Güneş’in zerreleri adedince ‘Sübhanallah, Mâşâallah, Bârekâllah’ de.”

demiyor mu? Bu güneş her gün benim için yanıyor. Güneşin yanması böyle bir gün değil, beş gün değil: her gün durmadan devam ediyor. Cenab-ı Hakk’ın insana yaptığı bu kadar masrafa karşılık bir adam namazını kılmazsa, bunun cezası seksen sene değil, seksen bin sene olmalıdır. Doktor Bey bunu söylemek istiyor.”

dedim. Bu sözüm üzerine orada bulunan herkes gülmeye başladı. Doktor Bey hiçbir şey söyleyemedi. Sohbetimiz yemekten sonra da devam etti. Sohbet sırasında ağır ceza mahkemesi reisi şunları söyledi:

“Ben Hayati Bey’e dua ediyorum. O yakalanmasaydı biz Risale-i Nur’u tanıyamayacaktık. Ben daha önce Nur Talebelerine karşıydım. Hayati’nin mahkemesi dolayısıyla önüme gelen “Hutbe-i Şamiye” eserini okudum ve hayran oldum. “Bu eserin sahibi nasıl tevkif edilir?”diye meslektaşlarıma için için kızdım.”

Ertesi gün yapılan muhakemede Hayati beraat etti.

Sonradan Hayati’nin anlattığına göre Muzaffer Bey o olaydan sonra namaza başlamış. Kaza namazlarını kılmış. Sakal da bırakmış. Namaza başladıktan yaklaşık iki sene sonra da vefat etmiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu