Ölüm Mümini Asıl Vatanına Kavuşturur

Ölüm Müslüman’a en büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, ölmemek üzere yeniden bir doğuştur. Evliyadan bir zat; “Ben Azrail aleyhisselamı Cebrail aleyhisselamdan daha çok seviyorum. Çünkü o beni Rabbime kavuşturacak” der.
Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:
“Bir gün bir duâda, ‘Ya Rabbi! Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil, Azrâil hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle.’ meâlinde duâyı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrâil nâmını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr ve sevimli bir hâlet hissettim. Elhamdülillâh dedim. Azrâil’i cidden sevmeğe başladım. Melâikeye îman rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’i meyvesine gayet kısa bir işâret ederiz.”
“B i r i s i: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenâdan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’i hissettim. Ve insanın amelini yazarın melekler hâtırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.”
“B i r i s i: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitâbet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennette bâkî meyveleri bulunsa, daha ziyâde merak eder. Kirâmen kâtibin insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiplerine daimî mükâfat kazandırmak o kadar bana şirin geldi ki, târif edemem.”[1]
Azrail aleyhisselam, Hz. İbrahim’den (a.s.) ruhunu almak için izin istediğinde, o: “Dost, dostun canını alır mı hiç?” der. Cenab-ı Hak Azrail’i (a.s) tekrar gönderir ve şöyle demesini emreder: “Hiç dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?” Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s) “Ya Rabbi, ruhumu hemen al!” diye dua eyler.
Kâmil iman ve salih amel sahipleri için göz görmemiş kıymettar nimetlere ve ebedi saadetlere nail olmanın yolu ölümden geçer. Kâmil iman sahibi olan bir mümin, ölümden asla korkmaz, onu gülerek karşılar ve ona şöyle seslenir:
“Selam sana ey mevt! Selam sana ey güzel ölüm! Ey münci-i semavi! Sen bana hiçbir zaman korkulu ve musibet engiz çehrenle görünmezsin. Ehl-i dalaletin sana isnat ettiği gibi senin dehşetli ve haşyetli olduğunu asla kabul edemem.”
“Senin yüzünde şefkat ve merhametten başka bir şey yoktur. O yüzde zulümden hiçbir nişane ve hıyanetten hiçbir eser göremiyorum. Çünkü sen, ehl-i dalaletin tevehhüm ettiği gibi, tahrip edici ve helak edici değil, bilakis ehl-i hidayetin dediği gibi halas edicidir.”
Ehl-i dalalet; “Bütün canlı mahlukat -insan olsun, hayvan olsun- kafile be-kafile büyük bir süratle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir.” olarak görür. Fakat iman nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibariyle saadetlerdir.”[2] olduğunu bilir.
Ey güzel ölüm! Gözüm dünya ziyasına karşı kapandığı zaman sen, bir Suphi saadette, kıyamet sabahında daha saf, daha ruşen büyük bir saadete vesile olursun. Orada da imdadıma yetişir, göz kapaklarımı açar ve ebedi nurlara gark edersin.
“Ölüm “Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ıstırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.”[3]
Ey mevt! Gel artık gel! Gel de beni usandığım bu dünyadan, ihtiyarlığın yükünden, hayatın ağır tekalifinden kurtar. Gel! Gel de kapanıp kaldığım bu hapishane-i dünyadan beni azat eyle!
Gel ey ölüm gel! Gel bana kanatlarını ver ki, bu fani dünyadan ebedi âleme ve asıl vatanıma uçayım. Daha niçin gecikiyorsun? Artık ben maşukum olan ezel ve ebed sultanına, maden-i menşe ve muradım olan cennet-i âlaya doğru uçmak için sabırsızlanıyorum. Ey nedim- ruh! Ben bu dünya hayatına gelmezden evvel acaba cilvegâhın hangi sema veya hangi yıldız idi. Nerede cevelan ediyordun? Hangi irade ve kudret seni oradan bu dünyaya atıverdi. Seni bu dünya hapishanesine kapayan nasıl bir el idi. Ne türlü bir münasebet-i hafiye seni bu cismimle birleştirdi. O el tekrar beni buradan ebedi saadetlere uçuracaktır. Artık ne zaman bu maddiyattan tecerrüt edip bu dünyadan göçeceksin. Dünyayı terk edip, o saadetli, selametli, nurlu ve ebedi âleme gideceksin. Ne zaman berzah âlemine göç edip yeniden sürurlu bir hayata mazhar olacaksın. Fani âlemin her türlü meşakkatinden, elem ve kederinden, boğucu ve sıkıcı ahvalinden kurtulup ebedi arzuların, daimi zevk ve sefaların mahalline ne zaman kavuşacaksın. Artık gel de beni dünyanın mihnetinden ve meşakkatlerinden kurtar!
“İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, i’dam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.”[4]
Beşerin elemlerini, ıstıraplarını, meşakkatlerini izale eden, yaralarına derman olan ölüm, iman-ı kâmil ve amel-i salih sahiplerini zindan-ı dünyadan daha nurani, daha latif, ebedi, sürurlu, kedersiz, saadetli ve selametli bir âleme, peygamberler diyarına, müminlerin asıl yurduna “göz görmemiş, kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş” olan: sonsuz nimetlere ve Cenab-ı Hakk’ın ebedi karargâhı olan cennet-i âlâya kavuşturmak için bir Rabb-i Rahim tarafından bir memur ve vazifedar bir buraktır. Evet;
“Mevt, idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”[5]
Dipnotlar:
[1] Nursî, B. S Asâ-yı Musa, On Birinci Mesele.
[2] Nursî, B.S Şuâlar, Yirmi Dokuzuncu Lem’a, İkinci Bâb.
[3] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[4] Nursî, B.S Sözler.
[5] Nursî, B.S Mektubat, Yirminci Mektup.