Makaleler

Tekfir


Lügat manasıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, ıstılahta ise, “Hiçbir zorlama olmaksızın kişinin kendi iradesiyle iman hakikatlerini veya onun bir cüzünü inkâr etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tah­kir etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” manasındadır. 


Bediüüzaman Hazretleri de küfrü şöyle tarif eder:


“Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i sani’ demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.” [1]


Bir mümini tekfir etmek son derece tehlikelidir. Bu konuda her müminin çok dikkatli olmasını gerektiren, tüyler ürpeten bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:


Kim kardeşine kâfir der­se, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değil­se, küfür itham edene döner.[2]


Öyle ise herhangi bir kimsenin İslam’a muhalif bir fiiline veya günahına bakıp da onu hemen tekfir etmek büyük bir tehlikedir ve hiç kimsenin buna hakkı yoktur.


Büyük müceddit İmam-ı Azam Hazretleri, zamanındaki İslam dinine muhalif fikir taşıyanlarla mücadele etmiş, onların batıl batıl görüşlerini ve itikatlarını akli ve nakli delillerle çürütmüştür.

Yine bir gün İmam-ı Azam Hazretleri yalnız başına mescitte ibadet ederken, Haricîlerden bir grup ellerinde kılıçlarla mescide geldiler. İmam-ı Azam’a;

“Sana iki sualimiz var, şayet cevap veremezsen seni öldüreceğiz.” dediler. İmam-ı Azam onlara;

“Önce kılıçlarınızı kınlarına koyunuz, kalbim onlarla meşgul olmasın, sonra suallerinizi sorunuz.” dedi.

 Kılıçlarını kınlarına koyan kişiler İmam-ı Azam’a: 

“Dışarıda iki cenaze var, birisi devamlı olarak içki içen ve tövbe etmeden ölen bir erkek, diğeri ise zina eden ve tövbe etmeden ölen bir kadındır. Şimdi bunlar Müslüman mıdır yoksa kâfir mi?” diye sual sordular.


Eğer İmam-ı Azam o ölen kimselere “mümin” dese onu öldürecekler, eğer kâfirdir dese yanlış fetva vermiş olacak. Çünkü İslâm dinine göre büyük günah işleyen bir kişi kâfir olmaz. Haricilere göre ise, büyük günahlardan birini irtikâp eden kişi, kâfir olarak ölür.[3]


 İmam-ı Azam Hazretleri gelen o gruba şöyle der; “Ölen o kişiler Hristiyan mı?” onlar;  “Hayır” derler.  İmam-ı Azam tekrar: “Onlar Mecusi mi?” diye sorar. Onlar yine;  “Hayır” cevabını verirler.  İmam-ı Azam; “Peki o vefat edenler putperest mi?” diye sorar. Onlar yine “Hayır” derler.  İmam-ı Azam; “Peki o hâlde, o vefat edenler kimler?” deyince, onlar hep bir ağızdan “Onlar Müslümanlardı.”  diye cevap verirler.


Bunun üzerine o büyük insan şöyle der:


“Vefat eden o kimselerin Müslüman olduğunu siz itiraf ettiniz. O hâlde sizin kendinizi öldürmeniz icap eder.”


Onlar bu kez: “O hâlde o vefat edenler, cennete mi yoksa cehenneme mi gidecekler?” diye sorarlar.


İmam-ı Azam Hazretleri: “Bu sualinize Hz. İbrahim’in (a.s) vermiş olduğu cevap ile cevap vermek isterim.” der ve şöyle buyurur:


“Hz. İbrahim’e (a.s) bunlardan daha şerli insanlar hakkında sual soruldu da o, şöyle cevap verdi:


“Rabbim! Çünkü onlar (putlar) insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa, o bendendir; kim bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.”[4]


Hz. İsa da ( a.s), asiler hakkında şöyle buyurdu:


“Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin.”[5]


Onlar, İmam-ı Azam Hazretlerinin bu cevabı karşısında yanlış düşündüklerini itiraf etmiş ve tövbe ederek ehl-i sünnet itikadını kabul etmişlerdir. 


Bediüzzaman Hazretleri de büyük günahları işleyenlerin durumunu şöyle ifade eder:


“Dinimize göre, günah-ı kebairi işleyen kâfir olmaz. Zaten bu mesele Ehl-i Sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sür­müştür. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen Cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük gü­nah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savunmuşlardır. Bu iki görüşte İslam düşüncesine zıttır ve şeriata muhaliftir.”[6]


Yahya bin Muaz’ın buyurduğu gibi: “Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl olu­yor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”


“Yine bazı kimselerin; Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse…[7] ayetini delil getirerek, Allah’ın emrettiği hükümler ile hükmetmeyenlerin dinden çıkacağını iddia etmeleri doğru bir yaklaşım değildir. Burada kastedilen hem kalbi hem de lisanîyle inkâr edenlerdir. Kal­biyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisaniyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu ayetin hükmüne dâhil olması gerekmez…”[8]


Buna göre, bir insan namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama bu emri kabul ettiği hâlde tembellik edip kılmazsa asla dinden çıkmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun İlahî bir nehiy olduğunu kabul eden bir insa­nın nefsine mağlup olarak bu haramı işlemesi onu günahkâr eder, ama onu dinden çıkarmaz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu harika ifadelerini böyle iddialarda bulunanların dikkatine sunmak istiyorum:


“Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etme­miş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereş­şuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.”[9]


Mesela; Peygamber Efendimiz (sav.) “Yalan söylemeyi, sözünde durmamayı ve emanete hıyanet etmeyi münafıklık alameti olarak[10] ifade etmiştir. Hâlbuki münafık kâfirden daha eşettir. Çünkü münafık inanmadığı halde, inanmış gibi görünen kişidir. O hâlde bu kötü fiilleri işleyen bir Müslüman’ı bir kâfirden daha adi olarak mı göreceğiz. Hz. Peygamber (sav.) bu hadis-i şerifleriyle bütün müminlerin çok dikkatli olmasını, bu fiillerin kâfirlerden bile daha alçak olan münafıkların sıfatları olduğunu, bütün Müslümanların bu gibi çirkin fiillerden son derece kaçınmalarını ihtar etmektedir. Yoksa bu fiilleri işleyen bir mümini münafıklıkla,  hatta tekfirle itham etmek gibi büyük bir cinayettir.


Bediüzzaman Hazretleri; “Bir müslimin her sıfatı müslim olmadığı gibi, bir kâfirin de her sıfatı kâfir olmak lazım değildir.” der.


Başka bir eserinde ise; “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de yine te’vile çalışır.”[11] buyurur.


Yine Bediüüzaman Hazretleri;  “Neden kâfir olana kâfir demiyeceğiz?” sualine karşı;


“Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var.”  buyurmaktadır.


İşte İslam dininin nezihliği. Kâfir dahi olsa madem insandır, onun da maddi ve manevi hukukuna riayet etmek lazımdır.


Şunu da ifade edelim ki, kişinin imanını muhafaza etmesi için, günahlardan kaçınıp emir dairesinde hareket etmesi gerekir.  Çünkü günah işleyen bir kimse iman dairesinden çıkmasa bile, küfre giden yola bir adım atmış olur. Onun için hemen tövbe ve istiğfar etmelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi;  “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.” [12]  


Bunun içindir ki, bir mümin küçük bir günahını dağlar kadar görür ve hemen tövbe istiğfar eder. Münafık ise dağlar kadar büyük olan günahlarını bir sineğin kanadı kadar hafif görür ve tövbe, istiğfar etmez.  Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur.         


Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri de şöyle buyurur: “Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsn-ü zan esastır.”    


Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “su-i zan”, yani kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğe­ri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi…
Gümüşhanevî Hazretleri devamla şöyle buyuruyor: “Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niye­ti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” [13]


Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurur:


“Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, Müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır.”


Başka bir hadis-i şeriflerinde ise; “En çok korktuğum şey, ayet-i kerimeleri Allahu Teâlâ’nın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır.” buyururlar.


Dipnotlar:

[1] Nursî, B. S., Münazarat. 
[2] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26.

[3] Hasan-ı Basrî Hazretlerinin, Vasıl İbn-i Atâ isimli bir talebesi vardı. Bir gün Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin huzuruna gelen bir zât, Haricîleri kastederek, “Zamanımızda bir cemaat ortaya çıktı ki, onlar günah-ı kebâiri işleyenlere kâfir hükmü veriyorlar.  Bu hususta kanaatiniz nedir?” diye sorduğunda, Hasan-ı Basrî Hazretleri cevap vermeye başlamadan, Vasıl İbn-i Atâ atılarak, “Bana göre günah-ı kebâiri işleyen ne mü’mindir, ne de kâfirdir. Çünkü mü’min olsa günah-ı kebâir işlemez. İman hakikatlerine inanan kimseye de kâfir denilmez” şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine, Hasan-ı Basrî Hazretleri, “Bu bizim itikadımızdan i’tizal etti (ayrıldı),” buyurdular. Bu olaydan sonra, Vasıl İbn-i Atâ’nın fikrinde olanlara, i’tizal edenler mânâsına Mûtezile lâkabı verildi.

[4] İbrahim Suresi, 14/36.
[5] Maide Suresi, 5/118.
[6] Nursî, B.S., Münazarat.
[7] Maide Suresi, 5/44.
[8] Razi, Tefsir-i Kebir, 9.cilt,s 86.
[9] Nursî, B. S., Sunuhat.
[10] Buharî, İman, 24.
[11] Nursî, B. S., Şualar.
[12] Nursî, B. S., Lem’alar.
[13] Gümüşhanevî, Ahmet Ziyaeddin, Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu