Hayatı ve Hatıraları

Yazıcılık Hadisesi ve Hüsrev Altınbaşak Ağabey ile Görüşme

Üstadımız dünyasını değiştikten sonra, Zübeyir Ağabey bir müddet Eskişehir’de kaldı. Sonra İstanbul’a geldi. 1961 yılının sonlarına doğru Zübeyir Ağabey beni İstanbul’a çağırdı. Gittiğimde, “Bekir Bey Erzurum’a geldiği zaman sana hiçbir şey söylemedi mi?” diye sordu. Ben de “Hayır söylemedi, fakat ben Rahmi Bey’den bir şeyler duydum. Husrev Ağabey Risale-i Nur’un yeni yazıyla yazılmasına karşı çıkıyor ve eski yazıyla yazılması gerektiğini söylüyormuş.” dedim.

“Hah” dedi, “İşte onu soruyorum. Hüsrev Ağabey maalesef böyle bir işe girişti.” “Risale-i Nur’un yeni harflerle basılması caiz değil, eski yazı ile çoğaltılacak. Yazıda da benim hattım takip edilecek.” diyor. Said Özdemir’e haber salmış, yeni harflerle basılan kitapları geri istemiş. Kitapların bundan sonra eski yazı ile basılmasını söylemiş. Ne hikmet ise gençlerin bir çoğu da ondan yana oluyorlar. Böyle bir aldanma içindeler. Şaşırdık kaldık. Ne düşünürsün.”

dedi. O sırada İstanbul’da Kirazlı Mescid’de kalıyorduk. Zübeyir Ağabey’e:

“Siz Hüsrev Ağabeyle görüşüp kendisine durumu anlatmadınız mı? Üstad hayatta iken eserlerin yeni yazıyla basıldığını hatırlatmadınız mı?” diye sordum.

“Görüşmeyi kaç defa denedik, ama hiç kimseyi kabul etmiyor. Beni hiç kabul etmiyor. Görüşmek mümkün değil.” dedi.

“O hâlde Hüsrev Ağabey’in yanına topluca gidelim. Eğer görüşmeyi kabul etmezse, ‘Biz görüşmek, elini öpmek için gittik, ama o bizi kabul etmedi.’ deriz.”

dedim. Bu fikir Zübeyir Ağabey’in aklına yattı. Ahmet Aytimur’a:

“Hemen Ankara’ya iki bilet al. Hocam ile Ankara’ya gideceğiz.” dedi.

Ankara’ya geldik. Zübeyir Ağabey durumu Said Özdemir’e anlattı. O da kabul etti. Zübeyir Ağabey:

“Kastamonu’da Mehmet Feyzi Ağabey ile Elazığ’da Hulusi Ağabey’in fikirlerini de alalım.” dedi. Ahmet Aytimur’u Hulusi Ağabey’in yanına gönderdi. Sungur Ağabey ile ben de Mehmet Feyzi Ağabey ile görüşmek üzere Kastamonu’ya gittik.

Mehmet Feyzi Ağabey ile on saate yakın sohbet ettik. Üstad ile beraber kaldıkları günleri, sekiz sene ona hizmet ettiğini, Denizli Hapishanesine beraber girdiklerini anlattı.

Şu hatırasını hiç unutmam:

“Kastamonu dağlık bir yerdir. Üstad ile birlikte kıra giderdik. Orada benim dersimi okuturdu. Pazar günleri o bölgeye şehrin gençleri gelir, ağaçların altında içki içerlerdi. Ben de Üstad’ın peşinden giderdim. Ben Üstad’ın onları öyle görmesini istemezdim. Fakat Üstad onların yanından geçerken onlara selâm verirdi. İçimden ‘Bu sarhoşlara selâm verilir mi?’ derdim. Sonradan gördük ki, Üstad kime selâm verdiyse onların hepsi sonradan camiye geldiler.”

dedi. Bu şekilde bir çok hatıra anlattı.

Biz kendisine Hüsrev Ağabey’in durumunu anlatınca:

“Olur mu öyle şey? O müellif değil ki! Üstad, hayatında bunları yeni yazıyla neşrettirdi. Söz Üstad’ın. Onun da benim de bu konuda hiçbir şey söylemeye hakkımız yok. Bizim vazifemiz sadece Risale-i Nurları neşretmektir. Ben yine eskimez yazı ile okurum, yazarım. Çünkü ben yeni yazıyı bilmiyorum. Fakat eski yazıyı bilmeyenler de yeni yazıyla okusunlar. Hüsrev Ağabey bu konuda farklı düşünüyor.”

dedi. Biz de Hüsrev Ağabey ile konuşmak istediğimizi söyledik.

“Münasip olur. Kabul ederse ne âlâ, kabul etmezse bu onun bileceği şey. Mücadeleye girmez, yolunuza devam edersiniz.” dedi.

Mehmet Feyzi Ağabey’den bu cevabı alınca tekrar Ankara’ya döndük. Tahsin Tola Ağabey’in evinde toplandık. Hulusi Ağabey’de aynı manada şeyler söylemiş. Bunu öğrenince çok sevindik. On altı kişi bir otobüse bindik ve Konya’ya doğru yola çıktık.

Yolda giderken ben Zübeyir Ağabey ile birlikte şoförün arkasındaki koltukta oturuyordum. Giderken yolun kenarında beyaz beyaz koyunlar gördük. “Hişşt!..” diye parmağını omuzuma sertçe bastırdı ve koyunları göstererek:

“Hocam, bunlar senin amcazadelerin.” dedi. Sonra “Üstad ile birlikte bir yolculuğumuzda Üstad cam kenarında oturuyordu, ben de senin oturduğun yerde idim. Tam buradan geçerken Üstadımız otlayan koyunları göstererek bana aynen bu şekilde hitap etti.” dedi.

Saat on sularında Isparta’ya indik. Salim Ağabeyin dükkanına gittik. Salim Ağabey, oğlu Nuri’yi Hüsrev Ağabey’in yanına göndererek: “Ağabeyler seni görmeye, elini öpmeye gelmişler.” diye haber vermesini söyledi.

Hüsrev Ağabeyi, her nedense heyet içinde benimle görüşmeyi kabul etmiş. “Molla Mehmet gelsin.” demiş.

Henüz çocuk olan Nuri ile birlikte Hüsrev Ağabey’in yanına gittim. Yanına girdiğimde başında sarığı vardı. Cevşeni yazıyordu. Tam manasıyla nuraniyet kesbetmişti. Ayağa kalktı bana doğru bir kaç adım geldi ve “Molla Mehmet hoş geldin.” dedi. Ben de elini öptüm ve “Hoş bulduk.” dedim. Sonra oturduk.

“Gördün mü?” dedi, “Bunların bana yaptıklarını? Zübeyir’in, Bayram’ın, Said’in yaptıklarını?..”

“Hayırdır Ağabey?..” dedim.

“Bunlar beni dinlemiyorlar. Ben de onları kendi alemimden attım.” dedi.

“Ağabey, sen böyle diyorsun ama Üstadımız, ‘Bana hapishanede yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.’ diyor. Sen senelerce Üstadımıza hizmet eden Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabey, Tahiri Ağabey gibi insanları dışlarsan ve aleminden atarsan nasıl olur?”

dedim. Fakat benim sözlerimi duymazlıktan gelerek, konuyu geçiştirdi. Yerinden kalktı, birkaç tane kalem ucunu kağıda sarıp ceketimin yaka cebine sokarak;

“Neyse!” dedi, “Sen Said Özdemir’in gönderdiği yeni harflerle yazılan eserleri bırak ve benim dediğim şekilde elle yazarak Risale-i Nurları neşret. Varsın onlar benim peşimden gelmesin.” dedi.

Ben de:

“Hüsrev Ağabey, ortalıkta bazı söylentiler dolaşıyor. Bunlardan haberin var mı? Bu söylentilere karşı ne cevap verebiliriz?” dedim.

“Neymiş o söylentiler?..” diye sordu.

“Şöyle diyorlar: ‘Bediüzzaman o eserlerin müellifi, kendi sağlığında yeni harflerle bastırdı. En son Tarihçe-i Hayat basıldı. Üstad, Tarihçe-i Hayat’ın basımından çok sonra vefat etti. Hüsrev Ağabey ise Risale-i Nur’un bir katibi, bir talebesidir. O, şer’an ve hukuken Risale-i Nurların sahibi değil ki, bu konularda böyle bir değişikliği yapabilsin, yeni yazıyla Risale uygun görmesin.’

Bana cevap olarak:

“Ben kendi başıma hareket etmiyorum. Hazret-i Ali’yi rüyamda gördüm, O bana böyle emretti.” dedi.

“Hüsrev Ağabey!” dedim, “Şer’an rüya ile amel edilmez. Hatta kerametle de amel edilmez. Rüya ilim nevinden sayılmıyor. Fıkıhta ve fetvada, rüya ve keramet delil olarak kabul edilmiyor.”

Hüsrev Ağabey ayağa kalktı elimden tutarak, beni ayağa kaldırdı ve kapıya doğru götürerek “Molla Mehmed, hoş geldin, safa geldin!” dedi ve uğurladı.

Ağabeylerin yanına geldiğimde neler olduğunu sordular, ben de olanları anlattım. Bu konuşmayı etrafa yaydık. Akşam medreseye geldik. Medrese Isparta cemaatiyle tıklım tıklım doldu. O cemaate de Hüsrev Ağabey ile konuştuklarımızı tek tek anlattım. Cemaatin ekserisi Hüsrev Ağabey’in düşüncesinde idi. Onlara Risale-i Nur’un tek katibinin Hüsrev Ağabey olmadığını, Üstad’a hizmet eden diğer bütün talebelerin onun bu fikrine katılmadıklarını anlattım. Elhamdülillah o seyahatimiz çok istifadeli geçti.

O olaydan sonra Zübeyir Ağabey ile birlikte Isparta havalisini gezdik. Ankara’ya döndük. Sonra ben Erzurum’a, Zübeyir Ağabey de İstanbul’a gitti.

Gelinen Son Nokta

Yazıcılar cemaati, kendilerinin çok dar bir daireye sıkışmalarını netice veren mazideki mutaassıp tavırlarını bugün büyük çapta bırakmış görünüyorlar. Yazmaya devam etmekle daha çok Hüsrev Ağabeyinin hattıyla yazılan Kur’an-ı Kerimi basmak ve yaymakla meşguldürler. Son olarak yeni harflerle bir Kur’an meali neşrettiler. Bu mealde Risale-i Nur’dan bazı pasajlarda koydular. Bu hâl, eski anlayışlarını tamamen mazide bıraktıklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu