Ankara Davası ve Bekir Berk
Avukat Bekir Berk |
1958 yılında Ankara’da bazı ağabeyler yargılanmak üzere tevkif edilmişlerdi. Avukat Bekir Berk de, onların savunmalarını yapmak için ağabeylerle görüşmüş. Mahkemede ağabeyleri harika bir şekilde savunmuş. O savunma neticesinde bütün Nur Talebeleri beraat ettiler. Daha sonra Üstad Hazretleri kendisine hem Ankara’da hem de İstanbul’da vekaletname verdi. Daha sonra o savunma metninin bir kopyası elimize geçti. Savunma aynen şöyle başlıyordu:
“Yüksek mahkemenin muhterem hâkimleri!..”
“Müvekkillerimiz, vicdan ve toplanma hürriyetinin korunması hakkındaki kanuna muhalefet ettikleri iddiasıyla, yüksek mahkemenize sevk edilmiş bulunmaktadırlar.”
“Bu dava, bidayeten iddia edildiği gibi dinin istismarı dâvası değildir. Ve aynı zamanda bu dâva, karşınızda maznun sandalyesinde oturan bu on kişinin davası da değildir. Haddi zatında onların şahsında, bir iman boğulmak istenmekte, bir kitaba karşı savaş açılmış bulunmaktadır. Bu savaş, iki zihniyetin mücadelesi, bu şahıslar onun vesilesi, bu salon da o muharebenin meydanıdır. Ve bu savaşın silâhı kılıç değil kalemdir. Hedefi beden değil, vicdandır.”
“Muhterem hâkimler!..”
“Bugün dünya iki kampa ayrılmıştır, iki cephe halinde saf bağlamıştır: İmansızlar ile Allah’a bağlananlar; kitapsızlarla kitaplılar; maddenin esirleriyle ruhun aşıkları; şeytanın uşaklarıyla hakkın müdafileri; zulmün emirberleriyle adaletin talipleri karşı karşıyadır.”
Bekir Berk Bey, bu uzun savunmasının sonunu da şöyle bağlamıştı:
“Muhterem Hâkimler!
“Yukarıda arz ettiğim esbaba binaen, yüksek mahkemenizden, imânın, ahlâkın, ilmin ve faziletin hizmetinde ve emrinde olan maznunları beraat ettirmenizi, şu ana kadar vermiş olduğunuz örneğe uygun hareketle Alman köylüsüne, Prusya Kralı Frederik’in karşısına dikilerek “Berlin’de hâkimler var.” dedirten hâkimlere bizi gıpta ettirmemenizi, meslek olarak hakimliği seçtiği takdirde oğluma, sizleri örnek göstermek imkanını bana bahşetmenizi ve nihayet “Adalet mülkün temelidir.” hakikatinin ışığı altında, mülkün temeline kuvvet verici olduğunuzu bir kere daha isbat etmenizi bilvekâle arz ve talep ederim.” 9. 9. 1958
Avukat Bekir Berk
Biz savunmayı okuyunca Bekir Berk Beyi görmek için içimizde büyük bir iştiyak uyandı. Aynı yıl Ağrı’ya Nazım Akkurt’un mahkemesine gitmek üzere Bekir Bey Erzurum’a uğradı. Bir gece misafirimiz oldu. 1958’den sonra avukatlığı devam ettiği sürece birçok beraberliğimiz oldu. İstanbul’a gittiğimde, beni bazen Çemberlitaş’taki yazıhanesinde misafir ederdi. Birlikte Risale-i Nur’dan birçok yeri okuduk. Hususan İşaratü’l-İcaz’a özel bir merakı vardı. İşaratü’l-İcaz’ı birlikte mütalaa ettik.
Beraber geçirdiğimiz zamanlarda Nurları tanımasını bana şöyle anlattı;
“Ben eskiden beri milliyetperver bir insandım. 1945’de Tan Matbaası basıldığında biz de o milliyetçi gençlerle birlikteydik. Sonraki yıllarda solcuların aldattığı Mareşal Fevzi Çakmak’ı bir konuşma ile ikaz edip uyardım. ‘Milliyetçiler Birliği ve Türk Kültür Ocağı’ başkanlıkları yaptım. ‘Komünizme Karşı Mücadele’ dergisini çıkardım ve yönettim. Osmanlı padişahlarını özellikle Fatih Sultan Mehmet’i, Yavuz Sultan Selim’i, Kanunî Sultan Süleyman’ı çok severdim. Fakat bu kuru kuruya bir sevgiydi. Bu vatanın ve milletin ancak kendi fikrimizle kurtulacağını zannederdim…”
“Meğer bizim fikir zannettiğimiz şeyler arzu ve hayalmiş. Milliyetperverliği, hamiyetperverliği ve atalarımızı sevmeyi Nur Talebelerini tanıdıktan sonra anladım. Bir gün Nur Talebelerinin yargılanacağını duydum. Bir Müslüman ülkesinde din ve vicdan hürriyetlerine bu derece baskı yapılması beni çok üzdü ve hamiyet duygularımı galeyana getirdi. Onları savunmaya karar verdim ve kendileriyle görüşmeye gittim. Onları Ankara hapishanesinde ziyaret ettim. Zübeyir Ağabey, Tahiri Ağabey ve diğer ağabeylerle görüştüm. Mahkemede neler yapacaklarını, nasıl ifade vermeleri gerektiğini anlattım. Sonunda:”
‘Siz benim dediklerimi yaparsanız sizi bu hapisten kurtarırım. Ben sizi mi kurtarmaya çalışayım yoksa davanızı mı savunayım?’ diye sorduğumda Bana:”
‘Bekir Bey, biz önemli değiliz, sen davamızı mahkûmiyetten kurtar o yeter!.. Davamızın beraat etmesi uğruna biz hapiste kalmaya razıyız.’
dediler. Fedakârlığın, alicenaplığın ne demek olduğunu o zaman anladım. Ve onlar gibi olmaya karar verdim. Yani Nurcu’luğum orada başladı.”
Bekir Bey, gençliğinden itibaren vatan, millet ve İslâmiyet için büyük hizmetlerde bulunmuştur. Fevkalade bir kuvvet ve metanet sahibi idi. Kalbinde hakikat, ruhunda fazilet, sözünde vefa ve sadakat vardı. Müdafaalarındaki hitabeleri yanardağdan fışkıran lavlara benzerdi. Mahkemeler onun için manevî bir cihat meydanıydı. Celalli ve heybetli idi.
Korkunun barınamadığı bir ruha sahipti. İradesi, mertliği, cesaret ve celadeti takdire şayandı. Dünya nimetlerini, servetlerini ve ikbale giden yolları kendisine kapayan bir kahramandı. Silâhı, askeri, muhafızı yoktu. Fakat iman davası için feragat ve fedakarlığı vardı. Yavuz Sultan Selim’i andıran bir cesaret ve şecaate sahipti.
Bekir Bey gerçekten mahkeme salonlarında hakikat ve adaletin diliydi. Zulme ve haksızlığa asla müsamaha göstermeyen bu insanı mahkemede susturmak mümkün değildi. O, haksızlık ve zulmün karşısında keskin bir kılıç gibiydi. Haksızlığa karşı hiçbir zaman başını eğmedi.
Dünya malını, makamını ve rahatlığını ayaklarının altına alan bir fedakarlık örneğiydi. Hiç yorulmadan, usanmadan, gece-gündüz demeden bir mahkemeden, bir diğer mahkemeye koşarak Risale-i Nur’u mahkum etmek isteyenlere karşı emsalsiz bir hukuk savaşı verdi. Risale-i Nurların ve Nur Talebelerinin savunmalarını hiçbir ücret talep etmeden üstlendi. Hiçbir hukukçuya nasip olmayan rabbani bir inayete mazhar olmuştu. Mahkemelerdeki celâldarane müdafaaları, başta hakimler olmak üzere herkesi hayrette bırakırdı. Hatta bir hakimin, “Neyine güveniyorsun Bekir Berk?” sualine karşı, çantasından kefenini çıkararak “Buna güveniyorum.” diye cevap vermiştir.
Artık Bekir Bey Risale-i Nur için yaşıyordu. Bediüzzaman’dan aldığı
“… Fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir…”
dersini bizzat yaşayan izzet ve şehamet sahibi bir mücahit idi.
Herhangi bir insana ait güzellikleri, meziyetleri itiraf etmek insafın gereğidir. Hayatın en tehlikeli anlarında itidalini muhafaza eden insanlara pek az rastlanır. Bekir Bey bunlardandı. Onun itidal ve metanetinin güzel bir numunesini kaydetmek isterim:
“1968 yılı Ramazan ayında, Oltu’daki bir Nur talebesini savunmak için Erzurum’a gelmişti. Kış mevsiminin ortalarıydı. Ertesi gün mahkemede bulunacağından o akşam Oltu’ya gitmemiz gerekiyordu. İftardan sonra Süleyman Arı Bey’in temin ettiği bir cip ile yola çıktık. Bekir Bey, şoför ve ben vardık. Süleyman Arı bizim için arabaya çok sayıda battaniye koymuştu.”
“Yola çıktığımızda hava açıktı. Erzurum’u çıktıktan sonra kar yavaş yavaş yağmaya başladı. Tortum yolunda bir tepeye geldik. Kar yağışı iyice artmıştı. Tepeyi aştıktan hemen sonra çok şiddetli bir fırtınayla karşılaştık. Fırtına o kadar şiddetli idi ki, bir anda cipin etrafı karla doldu. Artık ne yol ne de başka bir yer görünmez olmuştu. Cip olduğu yerde kalmıştı. Hiçbir yere gidemiyorduk.”
“O anda birden Bekir Bey, şehitliğin ehemmiyetinden bahsetmeye başladı. Şehitlikle ilgili ayetleri ve Üstad’ın şehitler hakkında söylediklerini güzel bir dil ile anlatmaya başladı. Bekir Bey, şehitliği o kadar güzel anlatıyordu ki, insanın ‘Hayırlısıyla bir şehid olsam.’ diyesi geliyordu.”
“Etrafta hiçbir şeyden eser görünmüyordu. Biz cipte yorganlara sarılmış oturuyorduk. Kar ve tipi birkaç saat devam etti. Çok zor durumda kalmıştık. Âdeta ölümü bekliyorduk. Derken önce bir ışık göründü, ardından greyderin gürültüsünü işittik. O zamanki halet-i ruhiyemizi ve sevincimizi anlatmak mümkün değildi. Bir de baktık ki, bir greyder yolları açarak geliyor. Şoför bizi yolda görünce çok şaşırmış. Hemen yanımıza geldi.”
“Ben şu an burada görevli değildim. Bir başka sebep için yola çıkmıştım. Şimdi anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak beni sizin imdadınıza göndermiş.” dedi.
“Biz hemen greyderin açtığı yoldan Oltu’ya doğru yola çıktık. Bekir Bey’in bu metanetine çok hayret ettim.”
Aktif bir fikir ve mücadele adamı olan Bekir Bey 1958 yılından 1973 yılına kadar on beş sene Anadolu’daki bütün Nurculuk davalarında Nur Talebelerinin avukatlığını yaptı. Binden fazla davanın beraatla sonuçlanmasına vesile oldu. Onu adalet tarihi ve mazlumlar ebediyyen yadedecektir. Yaratılıştan büyük adam edalı, heybetli, bakışları bile düşmanlarını korkutan, haşmetli adımlarla yürüyen, mahkeme salonlarında rüzgârı bile zulmü söndürmeye yeten, lahuti bir konuşma ile sanki varlık ötesinden haykıran emsalsiz bir kahraman ve bir dava adamıydı. Büyük davanın büyük adamıydı.
Avukatlığı bıraktıktan sonra on dört yıl Cidde radyosunda dinî, ahlâkî ve tarihî programlar yaptı.
Bekir Beyi en son, vefatından bir iki hafta önce Fatih’te bir hastanede ziyaret ettim. Vücutça çok zayıflamıştı. Uygulanan ışın tedavisi dolayısıyla sakalının tamamına yakını dökülmüştü. Sesi çok az çıkıyor, zorla nefes alabiliyordu. Buna rağmen gayet huzurlu bir ruh iklimi içerisindeydi.
Onu o hâlde görünce göz yaşlarıma hakim olamadım. Bunun üzerine:
“Mahzun ve mükedder olmayınız. Ben halimden çok memnunum kat’iyyen şikayetçi değilim. Benim bu hastalığım şeker hastalığı değil, şükür hastalığıdır.” dedi.
Kendi kendime:
“Aman Ya Rabbi! İman ne kadar güzel! Ölümü insana sevdiriyor. Demek ki insan öldükten sonra tekrar dirileceğini ve ebedi bir hayata kavuşacağını katiyetle bilince ölümü hüzün ile değil, sürur ile karşılıyor. Bu hakikatlerden haberdar olamayan insanlar ölümden fevkalade korktukları halde Onu severek ve hoş amedî ile karşılıyor. Bekir Bey ölümün yüzüne gülüyor.” dedim.
Artık bu iman ve fazilet abidesi ölüm ile yüz yüzeydi. Kendisi de bunun farkındaydı. Ölümü mertçe, kahramanca karşılıyordu. Hatta o temiz ve safvetli bakışlarıyla etrafındaki Nur Talebelerine ve ailesine metanet ve teselli veriyordu.
Hayatında iman ve Kur’an’a ettiği hizmetler, fedakârlıklar sanki tecessüm etmiş, nurlar hâlinde ruhuna zevkler veriyordu.
Mahkeme salonlarını çınlatan o celâlli insan, yatağında sakin bir halde yatıyordu. Bu hali bana On Yedinci Söz’deki şu hikmet derslerini hatırlattı:
“İnsana der ve isbat eder ki: Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.”
“Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet verme.”
“Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.”
“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.”
“Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki’ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.” gibi zahir hakikatlarla dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.” 1
O, bu yüksek hakikatlere kemaliyle mazhar olmanın safasını sürüyordu. Gülümsüyor ve yanından ayrılmamızı istemiyordu. Herkese hakkını helal ettiğini söyledi. Ebedî saâdete ve huzur-u İlahiyeye gitmek için acele ediyor gibiydi.
Ayrılacağım vakit yüzü her zamanki gibi mütebessim ve nurlu idi. Bekir Beyin vefatı başta Nur Talebeleri olmak üzere bir çok dostlarını da mükedder etmiştir.
O, kâinata hakim kader programının bu iman hizmetine tensib ettiği, dünya kahramanlar tarihinin en müstesnalarındandır. Onu tanıyan Nur talebelerinin kıyamete kadar ona minnet borcu vardır. Nurculuk gibi kalpler ve akıllar üzerine müesses bir Rabbani hareketin hürriyet bayrağı, onun nefesinin ihtişamlı rüzgârıyla dünya üzerinde dalgalanmış ve dalgalanmaktadır. Nur içinde yatsın.(Âmin)
1 Sözler, s. 204.