Üniversiteye İlk Adım: 1958
M. Sadık Solakzâde Efendi |
Bir gün, Müftü Sadık Efendi’den ders okurken medreseye bir genç geldi. Dersten sonra Müftü Efendi’nin elini öptü ve,
“Hocam üniversitedeki birçok talebe kaderi inkar ediyor. ‘Bu kaderciler bizi hep geri bırakıyorlar. Kader, tevekkül diyerek bizi Avrupa’dan geri koydular.’ diyorlar. Ama ben annemden babamdan imanın altı esasından birinin de kadere iman olduğunu öğrenmiştim. Bu yüzden de onlara karşı çıktım ve:
‘Kaderin var olduğunu size ispat edeceğim’ diye söz verdim. Bunun için sizden bilgi almaya geldim.” dedi.
Müftü Efendi:
“Aferin evladım. Sen doğru söylemişsin. Kader imandandır. İman bir bütündür. Tecezzi kabul etmez. İmanın altı rüknünden birini inkâr ederseniz iman etmiş sayılmazsınız. Kader inancında üç mezhep var. Birisi Mutezile’dir. Bunlar kaderi inkâr ederler. ‘Allah insana akıl vermiştir. Herkes aklı ile hareket eder. Kader diye bir şey yoktur.’ derler. Birisi de Cebriye’dir. Bu fırkaya göre, ‘Fiillerde insan iradesinin hiçbir hükmü yoktur. İnsan rüzgârın önündeki saman çöpü gibidir. Allah insanın ne yapmasını isterse, insan onu yapar.’ Cebriyeciler insanın işlediği günahlardan dolayı mes’ul tutulmayacağını iddia ederler. Bunlardan biri ifrat, biri tefrittir. İkisinin ortası, sırat-ı müstakim olan Ehl-i Sünnettir. Bu inanca göre:
“İnsan bir fiile teşebbüs eder, buna kesb denir, Allah da bu teşebbüse göre fiili yaratır. Kisb insandan, yaratmak Allah’tandır.” dedi.
Bu şekilde kaderi uzun uzun anlattı. Arada ayetler, hadisler okudu. Daha sonra Müftü Efendi kalkıp gitti. Müftü Efendinin bu ilmi izahlarından genç talebenin fazla bir şey anlamadığı, yüz hatlarından açıkça okunuyordu.
Verilen cevaplardan tatmin olmamıştı. Nitekim, kendisine sorduğumda, hiçbir şey anlamadığını ifade etti. Orada bulunan bir talebeye.
“Sen bunu bizim medreseye götür.” dedim. Ardından da ben gittim. Genç ile bir süre konuştuk. Sözler’den Yirmi Altıncı Sözü alıp Zeki Efendi’ye verdim:
“Sen bunu oku.” dedim ve genç talebeye dönüp:
“Sen de şu kalemi al, ben ne dersem yaz!” dedim. Zeki Çiğdem Efendi okudu, ben izah ettim. Sohbetimiz saatlerce sürdü. Bütün açıklamalarımızı talebe kaydetti. Daha sonra iddiacıların tevekküle itirazları üzerinde durduk ve Yirmi Üçüncü Söz’den tevekkül bahsini okuduk; o hususta yaptığım açıklamaları da tek tek kaydetti.
Öğrenci, okuduğumuz derslerden ve yaptığımız izahlardan çok memnun kaldı. Sanki dünyalar onun oldu, sevinerek gitti.
O olaydan sonra bizim için üniversiteye bir kapı açıldı. Surda bir mukaddes gedik açmıştık, artık menfî rüzgârlar bizi engelleyemiyordu. Bu hadiseden sonra yanımıza üniversite gençleri gelmeye başladı. Bunlardan biri de Yusuf isminde bir gençti. Kendisi Vanlı idi. Ona da Risale-i Nur’u anlattık, okuduk. Zamanla bize ısındı. Her ikindiden sonra yanımıza geliyordu. Ve sonunda namaza başladı.
Yusuf, bizimle akşam namazını kılıyor, sonra köşeye çekilip dört rekat daha namaz kılıyordu. Bir gün kendisine:
“Yusuf bu kıldığın namaz ne namazı?” diye sordum.
“Hocam ikindiyi kaza ediyorum.” dedi.
Ben de:
“Vaktinde kılsan daha iyi olur.” dedim.
Biraz bekledi ve:
“Hocam ben orada namaz kılamam.” dedi.
“Niçin?” diye sordum.
“Ben orada namaz kılarsam bana tükürürler.” dedi.
Yusuf zamanla üniversiteden öğrenciler getirmeye başladı. Üniversite öğrencilerinin yanımıza gelmesi emniyetin dikkatini çekti ve bizi takibe başladılar. Artık emniyet tarafından tarassut altına alınan Murat Paşa medresesinde ders yapamayacağımızı anlamıştık. Bir çıkış yolu ararken Ağır Bakım’da çalışan Ahmet Gündaş Efendi bize şu teklifte bulundu:
“Benim evim şehrin kenar mahallesinde, onun bahçesi geniştir. Bir medrese yapalım. Üniversiteliler oraya gelsinler.”
Bu teklife çok sevindik ve evinin bahçesine bir medrese yaptık. Pazar günleri ders okumaya başladık. Bir defasında Yusuf bir grup öğrencinin gelip bize soru soracaklarını haber verdi. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen gelmediler. İki üç ay sonra nihayet bir Pazar günü on-on beş kişi geldiler.
“Bizim sorularımız var.” dediler. O sırada öğle ezanı okunmuştu. Ben de:
“Biz öğle namazını kılalım sonra görüşelim.” dedim. Namazı kıldıktan sonra:
“Bizim adetimizdir. Namazdan sonra bir ders okuruz. İsterseniz dersimizi okuyalım, dersten sonra çay içerken siz sorularınızı sorarsınız. Eğer biliyorsak cevap veririz.” dedim ve latife olarak, “Bilmemek ayıp değil ki. Siz bilmeyince ayıp olmuyor da biz bilmeyince niçin ayıp olsun?!” dedim.
Derste Mesnevî-i Nuriye’nin “Zerre” bahsinden şu kısmı okuttum:
“İ’lem Eyyühel-Aziz! Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vâhid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muhtar’ın ihtiyarıyla, bir Mürîd’in iradesi ile, bir Alîm’in ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahî nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da nazar ile, yani akıl ile görünmez.”
“İnsan nev’inde şu tehalüf ile beraber buğday, üzüm, arı, karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığı güneş gibi aşikârdır. Mademki kesretin böyle uzak, ince, geniş ahval ve etvarında da tesadüfün müdahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak bir Hakîm’in kasdı ve bir Muhtar’ın ihtiyarı ve Semi’, Basîr bir Mürîd’in iradesinin daire-i tasarrufundadır.”
“Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”1
Ben namaz kıldığımız cemaate hitap ederek iki saat boyunca geniş açıklamalarda bulundum. Kâinattaki her şeyin şuurla yapıldığını anlattım. Bunun için de nihayetsiz bir ilme, sonsuz bir kudrete, mutlak bir iradeye ve diğer ilahi sıfatlara ihtiyaç olduğunu açıkladım. Dersten sonra çaylar geldi. Ben de, “Haydi! Sorun sorularınızı” dedim. Bir türlü soru sormaya yanaşmadılar. Israr edince, “Bu okuduğunuz ders bizi soru sormaktan vazgeçirdi. Bütün sorularımız bu ders ile cevaplandırılmış oldu.” dediler.
Bu tarzı çok defa uyguladık ve Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle çoğu kimsenin hidayetine vesile olduk. Onların her gelişinde yeni bir soruyla karşılaşıyor ve gereken cevabı veriyorduk. Bu hâl senelerce devam etti.
Bir gün yine akşam namazını kıldıktan sonra 10-15 kişi geldiler. Etrafıma oturdular. Birisi biraz öne çıktı.
“Hocam bu nefs-i emmareyi bize Allah verdi öyle değil mi?” dedi. Ben de:
“Elbette Allah verdi.” dedim. “Allah hem veriyor hem de önünü kesip yasak ediyor. Bu nasıl iş? Ben nefsimi tatmin etmek isterim.” O soruyu soran genç sonradan Nur talebesi oldu. 2
Bir defasında bir doktor geldi.
“Ben doktorum. Bir türlü tekrar dirilmeye inanamıyorum. Ninem öldüğü zaman ben baş ucundaydım. İğne batırmak dahil ne yaptımsa hiçbir tepki göstermedi. Acaba bu öldükten sonra dirilme, Müslümanları cennet, cehennem diye korkutarak, milleti nizama sokmak için çıkarılmış olabilir mi?” dedi.
“Hayır öyle değil.” dedim. “Sen dirilmenin hep kendi kendine olacağını düşündüğün için bunu kabul edemiyorsun. Fakat sen sabah kendiliğinden uyanamıyorsun. Ahirette kendiliğinden nasıl dirileceksin? Bir zamanlar hiç yoktun, seni Allah var etti. Seni nasıl yoktan yarattıysa, ahirette de öyle yaratacak. Sen kendi kendine dirilmeyeceksin, Allah tarafından diriltileceksin.”
dedim. Bu minval üzere kendisiyle bir süre sohbet ettik. Ve Risale-i Nur’dan onuncu ve yirmi dokuzuncu sözlerden ilgili bahislerinden okuduk. Doktor şüphesinden kurtuldu, teşekkür ederek ayrıldı.
Hizmet hayatım boyunca, özellikle üniversite öğrencilerinin birçok sorularına muhatap oldum. Ama bu sorular 12 Eylül 1980 hareketinden sonra çok fazla artış gösterdi. 12 Eylül öncesinde her gün yaklaşık 20-30 kişi anarşistler tarafından öldürülüyor ve memlekette komünist inkılabına zemin hazırlanıyordu. Öyle ki, ihtilâl sonrası kimlerin kimler tarafından öldürülecekleri, evlerine, kapı numaralarına kadar tespit edilmişti.
Bu ihtilâl hazırlıkları 12 Eylül hareketiyle akim kalınca, komünistler taktik değiştirdiler ve öğrenci yurtlarında iman hakkında şüpheler doğurucu sualler yaymaya başladılar. O günlerde umumi sohbetlerden sonra çay faslında mutlaka bir gurup yanıma gelir ve bu soruların cevaplarını isterlerdi. Risale-i Nur’dan sorularla ilgili yerleri okur ve izah ederdik. Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle bu sorulara verdiğimiz cevaplar yurtlarda büyük hizmete vesile oldu.
Dipnotlar:
1 Mesnevî-i Nuriye, s. 181.
2 Soruya verdiğim cevap ikinci bölümde “NEFS-İ EMMAREYİ TATMİN ETMEK İSTEYENLER” başlıklı yazıdadır.