Van Seyahati
1952’de Van’a gitmek istedim. Zübeyir Ağabey bunu haber almış. Bana bir mektup göndererek:
“Üstadımız yaşadığı mekanlara, arkadaşane ve vefa hisleriyle bağlı idi. Ömrünün son deminde onlarla olan dostluklarını yenilemek belki de onlara veda etmek istiyordu. Bu maksatla bana:
“Zübeyr, benim bedelime yaşadığım yerleri, Van Kalesini, Erek Dağını… gez.”
demişti. Ama ben şimdi hastayım, oralara gidemem. Sen benim bedelime de oraları gez.”
diye ricada bulunmuştu.
Van’a daha önce hiç gitmemiştim. Sabah saatlerinde bir otobüse binip yola çıktım, şehre vardığımda gece yarısıydı.
Molla Hamid |
Molla Hamid Ağabey’in adresini almıştım. Dükkanını buldum. Camcıydı. İçeri girdiğim zamanki hâlini hiç unutmam. Etraf cam parçaları ile doluydu. Önündeki camı kesiyordu, kulağının üstünde bir kalem vardı. Tanıştık, kucaklaştık. Benimle çok ilgilendi. Misafir etti. Kendisinden Üstatla ilgili bazı hatıralar anlatmasını rica ettiğimde:
“Ben Üstad ile ilgili hatıraları Ali Çavuş kadar iyi bilmem. O hem Üstad ile beraber Cihan Harbine katıldı, hem de Üstad, esaretten dönüşte ona misafir oldu. Erek Dağında Üstad’a hizmet eden yine odur. Çerovanis köyünde oturuyor. Oraya gidelim. O sana Üstad ile ilgili hatıraları daha güzel anlatır.” dedi.
Yaya olarak Van’dan Çerovanis köyüne gittik. Ali Çavuş’u bulduk. Üstad’ın eski talebelerinin hepsi esasen hoca imiş. Ancak Üstad gönüllü milis alayı kurarak talebeleriyle beraber Cihan Harbine iştirak ettiğinde, talebelerinin her birine bir rütbe vermiş. Ali Çavuş’u da çavuş yapınca ismi Ali Çavuş kalmış. Bizi görünce çok sevindi. Üstad ile ilgili bazı hatıralar anlatmaasını istirham ettim. Kendisi şunları söyledi:
“Cihan Harbinde Pasinler’in dağlarında çarpışıyoruz. Bazen ekmek buluyor, su bulamıyoruz. Bazen de su buluyoruz, ekmek bulamıyoruz. Üstad çadıra geliyor:
“Kağıt bulun.” diyordu.
“Seyda! Biz can derdindeyiz, sen kağıt derdindesin. Bir bizim hâlimize bak bir de seninkine bak. Şimdi sana kağıdı nereden bulalım. Bırak artık şu yazma işini.”
diyorduk. İçimizde de ilim ve irfan noktasında en güzide Habib idi, yazısı da güzeldi. Üstad söylüyor, o yazıyordu. Biz ne kulak veriyor, ne de anlamaya çalışıyorduk.”
Ali Çavuş bunları anlatırken aklıma hocam Hacı Mustafa Efendi’nin sözleri geldi. Ali Çavuş’a:
“Hocam Hacı Mustafa Efendi bize bu İşaratü’l-icaz tefsirini göstermiş ve bu eserin Cihan Harbi esnasında Pasinlerin dağlarında yazıldığını söylemişti. Sizin sözünü ettiğiniz yazılar da bu tefsire ait olsa gerek.” dedim.
“Evet” dedi ve anlatmaya devam etti:
“Oradan Bitlis taraflarına geldik. Kış mevsimiydi. Öyle çok kar yağmıştı ki! Rus kumandanı da o sırada Bitlis’te oturuyordu. Üstad bize dedi ki,
“Ben bu kumandanı esir alacağım.” Biz sinirlendik,
“Kumandanı esir almak bize mi düştü? Bırak artık böyle şeyleri.” dedik.
Ama onu canımızdan çok sevdiğimiz için de peşinden ayrılmadık. Arkasından gittik. Giderken bir de baktık Üstad karın içinden kaydı düştü. Kar, köprünün seviyesine çıkmış ve bütün dereyi kaplamıştı. Üstad da köprüden geçmek niyetiyle ayağını attığında karlara gömülerek dereye düşmüştü. Hemen yanına indik. “Ne oldu?” diye sorduk.
“Ayağım kırıldı.” dedi. Elimizden bir şey gelmiyordu. Hepimiz köprünün altına çekildik. Üstad Hazretleri:
“Gelin teslim olalım.” dedi. Biz karşı çıktık:
“Sen bizi öldürteceksin.” dedik.
“Eğer teslim olursak bizi öldürmezler.” dedi. Çok halim ve selim konuşuyor, bizi iknaya çalışıyordu.
“Yok olmaz. Onlar bizi öldürürler.” dedik.
Yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Sadece tütün içiyorduk. Akşam yaklaştı. Baktık ki gece orada kalsak donup öleceğiz.
“Peki Üstadım.” dedik ve teslim olmayı kabul ettik. İki kişi gönderdik. Onlar gittikten sonra bir el silâh sesi duyduk. Endişeye kapılarak:
“İşte adamları öldürdüler.” diye Üstada sitem etmeye başladık.
“Yok yahu! Öldürmediler.” dediyse de dinlemiyorduk.
Biraz sonra etrafımızı Rus askerleri sardı.
“Teslim olun!” dediler. Silâhlarımızı aldılar. Bir sedye getirip Üstad’ı sedye ile götürdüler. Kumandanın oturduğu yere gittik. Büyük bir taş binaydı. Sobalarda taş kömürü yanıyordu. İçeriye girdiğimizde yüzümüze sıcak vurunca:
“Üstadım! Allah senden razı olsun.” dedik. Biraz sonra önümüze tavuk ve pilav getirdiler. Ama biz Şafii mezhebinde olduğumuz için Hristiyanların kestiğini yiyemezdik. Çok acıkmıştık. Tavuğun kokusu burnumuza gelince sanki aklımız çıkacaktı. Ne yapacağımızı şaşırdık. Üstadımız:
“Hanefi mezhebini taklit edin.” deyince hemen tavukları yemeye başladık. Daha sonra doktor getirdiler. Doktor, Üstadı muayene etti. Ayağı çok şiştiğinden çizmeyi bıçakla keserek ayağından çıkardı ve tedavisini yaptı. Orada bahara kadar 80 gün kaldık. O dönemde Üstad da iyileşti.
Üstad esaretten dönüşünde İstanbul’dan Van’a geldi. Geldiğinde kış mevsimiydi. Erek Dağı’na iki ay sonra çıktı. İçinde bulunduğumuz bu odada iki ay misafir kaldı.” dedi.
“O zamanlar bekardım. Ben Üstad’ın hizmetine bakıyordum. Annem de Üstad’ın yemeğini yapıyordu.”
diye devam etti.
Ali Çavuş’un hafızası çok kuvvetliydi. Üstad ile ilgili hatıraları hiç unutmamıştı. Orada Üstad Hazretlerinin kendisine anlattıklarını bize tek tek aktardı. Üstad, Ali Çavuş’a:
“İstanbul boş değil. Orada güzide âlimler var. İstanbul’a gittiğim zaman orada usul-ü fıkıh ile ilm-i kelamın daha itibarda olduğunu gördüm. Ben daha önce sadece Cemü’l-Cevami’yi ezberlemiştim. İstanbulda Molla Hüsrev’in Usul-ü Fıkha ait “Mir’at” adlı eseri ile ilm-i kelamdan Şerhü’l-Mevakıf ve Şerhü’l-Makasıd’ın daha çok itibar gördüğünü müşahade ettim. Mir’at’ı mütalaa ettim ve Şerhü’l-Mevakıf ve Şerhü’l-Makasıd’ın metinlerini ezberledim.”
demiş. İstanbul’un mekanlarını sevdiği gibi ahalisini de takdir eden Üstad, İstanbul hakkında sitayişlerde bulunmuş. Ali Çavuş bunları anlatırken ben hayretler içerisinde kaldım. Her biri ikişer cilt olan bu eserlerdeki bütün metinlerin ezberlenmesi benim için akıl almaz bir şeydi. Sonraki yıllarda Ali Çavuş’un söylediklerinin aynısını Eşref Edip Bey’den de dinledim.
Ali Çavuş, Üstad’ın şöyle söylediğini bize anlattı:
“İstanbul âlimleri beni baştacı ettiler. Hiç kıskançlık göstermediler. Layık olmadığım hâlde bana “Bediüzzaman” ismini verdiler. Benim “Muhakemat” kitabımı çok beğendiler, çok takdir ettiler.”
Ben sonraları, Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da yazdığı “El-Kavl ve’l-fasl” isimli eserinde Üstad’ın Muhakemat’ından senakârane bahsettiğini gördüm.
Üstad:
“İstanbul’dan çok memnun kaldım. Fakat orada daha fazla kalamam. Ömrümün geri kalan kısmını mağarada geçirmek istiyorum. En iyi yer de bu Erek Dağı’nın arkasıdır. Yazın oraya çıkacağım.” demiş.
Ali Çavuş o zamanlar Üstad ile senli-benli konuştuklarını söyledi:
“Üstadım, sen mağarada nasıl yaşayacaksın?..” demiş, ama dinletememiş.
Ben, Üstad’ın orada kaldığı sırada neleri okuduğunu sordum.
“Burada genellikle tefekkürle meşgul olurdu. Fazla kitap okumazdı. Sadece Kur’an ve Cevşen okurdu. Üstad’ın gençlik döneminde çok kitap okurdu. Öyle ki namazdan sonra dua eder etmez hemen kitap mütalaasıba başlardı. Selefin ve meşhur müelliflerin eserlerini gözden geçirir, tarardı. Yeni Said dönemde tabiatı ve tabiat olaylarını kendi ifadesiyle, mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk’ın esmasına ayine olmaları cihetiyle tahlil eder ve değerlendirir.”
“Hiçbir kitapta Allah’ı ispat hususunda, tabiat unsurları delil ve bürhan olarak Risale-i Nur’daki kadar kullanılmamıştır. Bu yönü ile bu eserler geçmiş yüzyılların eserlerinden ayrılırlar. Üstad, maddede ve tabiatta boğulanları, yine tabiat ve maddenin mahiyetini anlatarak kurtarır. 18. ve 19. yüzyıl felsefesi tabiatta boğulmuş, Bediüzzaman ise onları boğan tabiattan Kur’an’ın nuruyla Cenab-ı Hakk’ın varlığına deliller çıkarmıştır.”
Üstad bahar gelince Çavuşla birlikte Erek Dağı’na gitmiş. Ali Çavuş, Erek Dağındaki günleri şöyle anlattı:
“Orada bir mağaranın önüne kapı takarak oturulacak hâle getirdik. Üstad orada kalmaya başladı.”
“Üstad bazı yaz gecelerinde mağaranın yanındaki ceviz ağacının üstünde yatardı. Biz altında gecelerdik. Üstad geceleri Cevşen okurdu. Onun Cevşen okuyuşu bize o kadar tesir ederdi ki, uyumanın imkânı mı vardı?! Üstadı dinlerken ağlardık.”
Mevzu ile alâkasına binaen yıllar sonra Tahiri Ağabey’den dinlediklerimi bir hatıra olarak buraya kaydetmek isterim:
Tahiri Ağabeye “Üstad’ın en çok neyi hoşuna giderdi?” diye sorduğumda;
“Ahi (kardeş)” dedi, “Denizli hapishanesindeyken, ben, diğer arkadaşların uyumasını bekler ve gizlice Üstad’ın koğuşunun kapısına giderek, onun Kur’an ve Cevşen okuyuşunu dinlerdim. Onun o hazin sesi o kadar bana dokunurdu ki tarif edemem.”
Ali Çavuş sözlerine şöyle devam etti:
“Üstad’ın diğer talebeleri de yanına giderlerdi. Ama ekseriyetle ben yanında olurdum. Yemeğini evden getirirdim.”
“Günler böyle geçerken Şeyh Said hareketi ortaya çıktı. Kör Hüseyin Paşa başta olmak üzere, birçok aşiret reisi Üstad’ı defalarca ziyaret ederek Şeyh Said’i desteklemesini istediler.”
“Sonunda Üstadımız bir cuma günü Van’a inip Nurşin Camiine gitti. Van’ın bütün aşiret reislerini topladı. Cuma’dan sonra Şeyh Said’in hareketinin yanlış olduğunu anlattı. Bu olaydan sonra oradaki aşiret reisleri hareketten ellerini çektiler.”
Erek Dağı’na müderrisler, şeyhler akın akın gelip Üstad’a sorular soruyorlardı. Üstad hepsine cevap veriyordu. Bir gün:
“Üstadım hep bunlar sana soru soruyorlar. Bir de sen onlara soru sor. Bakalım ne yapacaklar?..” dedim. Üstad :
“Keçeli, keçeli! Benim onların ilminden şüphem yok ki onlara soru sorayım.” dedi.
Bir gün de Ali Çavuş, Molla Hamid ve Molla Münevver Ağabeyler ile eski Van’a gittik. Oradaki medreseyi bana gösterdiler. Taşları hâlâ duruyordu. Ali Çavuş orada bir yeri göstererek:
“Buraya silâhlarımızı koyardık. İkindiye kadar ders okurduk, ikindiden sonra talime giderdik. Silâhla atış talimi yapar, kol taşı atar, hendekten atlar, atlama yarışı yapardık. Bunlar bizim canımızı sıkardı. Ama yine de yaparken zevk alırdık.”
“Bir gün Molla Habib, atlama yaparken öyle uzun atladı ki, Üstad’ın atladığı noktaya biraz yaklaştı. Üstad celâl ile yerinden fırladı öyle atladı ki, Molla Habib’i çok gerilerde bıraktı.”
Bir gün Üstad bir yere misafir gitmişti. O yokken jandarma komuntanı gelip silâhlarımızı topladı, götürdü. Buna çok sevindik. Daha sonra Üstad geldi. Silâhları göremeyince ne olduğunu sordu. Biz olanları anlattık; çok kızdı ve hiddetle oradan ayrıldı. Biraz sonra, bir de baktık ki, Üstad silâhları geri alıp gelmiş.
Cihan Harbine yakın:
“Bir şeyler olacak. Ben bir şeyler hissediyorum.” dedi. Ara ara bu gibi şeyler söyler ve bizi hazırlardı. Medresesine gelen talebeleri şartla kabul ederdi.
“Sen buraya geldiğin andan itibaren ihtiyarın gitmiştir. Benim söylediğim her şeye razı olacaksın.”
derdi. Bazıları kabul eder kalır, bazıları giderdi. Cihan harbi çıkınca:
“Haydi silâhlarınızı alın.”
dedi. Silâhlarımızı aldık. Bize talim yaptırmasının hikmetini o zaman anladık.”