Hayatı ve Hatıraları

Ruhumda Derin İzler Bırakan İki Maneviyat Sultanı

İlim ve irfan ile mümtaz kâmil insanların, hatıralarını yad etmek hepimiz için bir vazifedir. Zira; imanın, aşkın ve irfanın tükenmez kaynağı olan bu mürşit ve alimlere ait güzel meziyetler istikbaldeki yeni nesle ışık tutacak birer hidayet meşalesidir. Aynı zamanda bu manevi rehber ve mürşitlerin ubudiyet ve marifete ait yüksek seciyelerini zikretmek, rahmet-i İlâhiyenin nüzulüne de güzel bir vesiledir. Onların kemalat ve faziletlerine ait hakikatleri yazıp nazara vermek, hasta ruhlara ve yaralı kalplere şifa olur umudundayım.

“Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının ayinesi olduğu gibi, müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin ayinesidir.”1

Evet bugün ağaç olmuş ve semere vermiş bulunan şu medeniyetin tohumları tâ mazinin derinliklerinde atılmıştır.

Hacı Salih Efendi
Hacı Salih Efendi

Hacı Salih Efendi

Hacı Salih Efendi ile tanışmamız 1940’lı yıllara dayanmaktadır. O, salihler kervanının kâmil bir varisi ve Nakşibendi şeyhlerinin mümtaz şahsiyetlerinden, zühd ve takva sahibi bir iman abidesi idi. Sehavet, tevazu ve mahviyet gibi güzel ahlâklara sahipti. Hayatı boyunca çevresindekilere Allah sevgisini, iman aşkını ve ibadet zevkini tattıran bir abid idi.

Seciyesi temiz, nasiyesi parlak bir iffet ve edeb numunesiydi. Kur’an’ın sırlarına vakıftı. Bütün ahval ve hareketi sünnet-i seniyye dairesi içindeydi. Çoğu zaman medresemize gelir, Risale okumamızı ister, huşu içinde dinlerdi. En çok Lem’alardan okuturdu. Üstada meftun idi. Ona:

“Müceddid-i A’zam, Firdevs-i Aşiyan, Hz. Üstad Bediüzzaman” derdi.

Üstad’ın, kendisine zulmedenlere hakkını helâl etmesine taaccüp eder. “Bu nasıl sabır, bu nasıl merhamet!” derdi. Üstad’ın ömür boyu hapis ve sürgün hayatında bıkmadan, usanmadan, şekva etmeden Nur-u Kur’an’a çalışmasına içtenlikle hayret eder:

“Böyle bir kahramanı acep (acaba ) tarihler kaydetmiş midir?” derdi.

Salih Efendi, ehl-i insaf, taktir şinas bir zat idi. İbadetlerini huzu ve huşu içinde yapardı. Bu dünya-yı deniyye, ona kendisini sevdiremedi, onu esir edemedi. Geceleri uyumaz. Cenab-ı Hakk’ın dergahında daima niyazda bulunurdu. Herkese nasip olmayan 90 yıllık bereketli ömrünün her anını ibadet ve taatta ve hizmet-i Kur’an’da geçirdi.

“Bediüzzaman Hazretleri, bu derece azami züht ve takva derecesinde yaşayan bir zat olduğu hâlde ne diye mühim bir sünnet-i seniyye olan sakalı terketmiş?” diye soranlara Salih Efendi:

“O zat, velayet dürbünü ile istikbalde başına gelecek hadiseleri gördü. O sünnetin kesilip, hakarete uğramaması için öyle yaptı.” diye cevap verirdi.

Salih Efendi:

“Keramet iki kısımdır: Biri; keramet-i kevniye, diğeri de keramet-i ilmîyedir. Keramet-i kevniyede yanılmalar ve aldanmalar olabilir. Fakat keramet-i ilmiyede yanılma ve aldanma olmaz. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin kerameti keramet-i ilmiyedendir. Yani vehbîdir ve sünuhat kabilindendir.” derdi.

Salih Efendi yine bir gün, medresemize teşrif ettiler. Yorgun, terli ve heyecanlı idi. Bizden çay istedi ve hemen şunu anlattı:

“Yakın dostlarımdan birisi, beni ziyarete gelmişti. Onu evimde misafir etmiştim. Sonra onu memleketine yolcu ederken, bu sokaktan geçiyorduk. Ona:

“Nur Talebelerini bir ziyaret edelim.” dedim.

“Hocam ben onları sevmiyorum.” diyerek, teklifimi reddetti. Ben de sebebini sordum.

“Çünkü, onlar Risale-i Nur’dan başka bir şey okumuyorlar. Meselâ Kadı Beyzavî veyahut İhya-ı Ulumiddin gibi temel İslâmi eserleri okumuyorlar.” dedi.

Ben de kendisine:

“Pekâlâ Kadı Beyzavîci veya Gazzalîci bir cemaat var mı?” diye sordum. O da:

“Yok!..” dedi.

“Bak işte gördüğün gibi, Bediüzzaman Hazretleri bu ahir zamanda, bir cemaat tesis etmiş, gençleri Kur’an’a ve imana bağlamış. Hem keyfiyeten hem kemiyeten gelişip büyümekte olan bir cemaat teşekkül ettirmiş.” dedim ve kendisini yolcu ettim, dedi.

Muhammed Lütfü Efendi (Alvarlı Efe)
Muhammed Lütfü Efendi (Alvarlı Efe)

Muhammed Lütfi Efendi

Mahiyet itibariyle bütün insanlar aynıdır. Onları birbirlerinden ayırt eden meziyetleri, hususiyetleri, hedef ve gayeleridir. Bugün bir kısım insanların en büyük meseleleri dünya hayatıdır. Sadece dünyanın zevk ve saâdetini düşünürler. Şahsi çıkar ve menfaatleri haricinde hiçbir şeyi tasavvur ve mülahaza edemezler. Bütün dert ve gayeleri, dünyanın zevki ve saâdetidir.

Bazı vefadar, hamiyetperverler de vardır ki, onlar, saâdetlerini dünya zevk ve sefasında değil de, imanda, fazilette, irfanda ve muhabbetullahta ararlar. İnsanları dünya ve ahiret saâdetine kavuşturmaya çalışırlar. Bu uğurda, icap ederse, canlarını bile seve seve feda ederler.

Nakşibendi Tarikatı’nın büyük mürşitlerinden olan, Muhammed Lütfü Efendi de hamiyetperver zatlardan biri idi. Yalnız Erzurum’da değil, tüm şarkta şöhret kazanmış büyük bir mürşit idi. Fıtraten mümtaz olan bu zat, fıkıh, hadis, tefsir ve kelam gibi, şeriat ilimlerinde de fevkalade vukufiyete sahip idi.

Halk arasında “Efe Hazretleri” namıyla tanınırdı. Kendisiyle tanışmamız 1942 yıllarına dayanır. O tarihten beri zaman zaman sohbetlerinde bulunmuş ve çok istifade etmişimdir. Tekkesi hiçbir zaman boş kalmazdı. Dikkatimi çeken mühim bir meziyeti de onun cömertliği idi. O, eşe dosta, ihtiyaç sahiplerine ikram etmekten çok zevk alırdı. Herkesin isteklerini ve ihtiyaçlarını büyük bir sürur içersinde yerine getirmeye gayret eder, böylece gönüllere muhabbet ve uhuvvet tohumlarını ekerdi. Mesela; kendisine kimi insan “Öküzüm yok.”, kimisi “Tohumum yok.”, kimisi de “Borcum var.” diye ihtiyaçlarını arz ederlerdi. O’da elinden gelen yardımı katiyyen esirgemezdi.

Ekseriyetle sohbetlerinde marifetullah ve muhabbetullahtan, Allah’ı sevmekten bahsederdi. Bu bakımdan meclisinde bulunanlar onu zevk ve şevkle dinlerlerdi. Doğrusu onun sohbetinde başka bir haz, başka bir tat var idi. Bu ise Allah’ın ona bahşettiği bir lütuftu. O bütün hâl ve hareketini şeriatın koyduğu ölçüler üzerine bina etmişti. Peygamber Efendimizin edebi ile müeddep idi. Kerametlere pek ehemmiyet vermezdi.

“Keramete talip olmaktansa istikamet ve sünnet-i seniyyeye talip olmak daha faydalıdır. Çünkü istikameti isteyen Allah Teâlâ, kerameti isteyen nefs-i insanidir. İkisi birbirine hiç kıyas olunabilir mi? Kerametin zevkine aldanan zarar eder.” derdi.

Gençliğinden beri insanların iman ve ubudiyetleri için hizmet etmiş, bu yolda hapse atılmış, çeşitli musibet ve meşakkatlere düçar olmuştu.

Ağrı’nın Karkarık Köyünde Nadir Efendi isminde bir müderris vardı. Şarkın tanınmış itibarlı alimlerinden olan bu zat, Efe Hazretlerinin halifelerinden biriydi. Erzurum’daki hocam vefat edince Efe Hazretlerinin tavsiyesiyle dersimi tamamlamak için onun yanına gittim. O da bizi memnuniyetle talebeliğe kabul etti ve tedrisata başladık. İki seneden fazla kendisinden ders aldım. Gerçekten hem dini ilimlerde, hem de takva ve hüsn-ü ahlâkta mümtaz bir zattı. Hacı Faruk Efndiden sonra ikinci icazetimi Nadir Efendiden aldım.(1953) Kendisiyle senede birkaç defa Muhammet Lütfü Efendinin ziyaretine Erzurum’a gider, yanında birkaç gün kalırdık. Hoca Efendi bana:

Efe Hazretlerinin ziyaretinin bence çok ehemmiyeti var. Mantık, kelam, fıkıh ve hadis gibi ilimlere muhtaç olduğumuz gibi, kalb ve ruhumuzun tenevvür ve inkişafı için maneviyat sultanlarının sohbetlerine de muhtacız. Çünkü onların sözlerindeki tesir bambaşkadır. Dünyada her hastalığın bir şifası olduğu gibi, kalbi ve ruhi hastalıkların şifası da büyük mürşitlerin sohbetlerindedir. İşte Efe Hazretleri de bunlardan biridir.” derdi.

Yine bir ziyaretimizde, Efe Hazretleri tarikatın Alem-i İslâm da büyük evliyalar yetiştirdiğinden bahsetti. Molla Nadir Efendi:

“Efem, tarikata eskisi gibi itibar edilmiyor. Şimdiye kadar tarikat dersi almak için hiçbir kimse gelip kapımı çalmadı.” dedi.

Efe Hazretleri de:

“Ne yapalım, bu zamanın insanlarının gayeleri ahiretten ziyade dünyadır. Bu ise; büyük bir cehalettir. Bundan dolayı senin tedrisatın, talebe yetiştirmen tarikat ile yapacağın hizmetin çok fevkindedir. Çünkü cehalet tarikat ile değil ilim ile izale edilir. Onun için sen tarikattan ziyade bu tedrisata devam et.” dedi.

Efe Hazretleri ekseri sohbetlerinde şeriat ve sünnet-i seniyyenin ehemmiyetinden de bahseder:

“Tarikatsız şeriat olur, ama şeriatsız tarikat olmaz.”

derdi. Bir ziyaretimizde:

“Şayet bir veli, şeriat ve sünnete muhalif bir harekette bulunursa, velayet mertebesinden düşer. Zira, velinin velayeti şeriat ve sünnete itaatle meşruttur.” diyerek şu hikayeyi anlattı:

“Bir gün Bâyezid-i Bestami Hazretleri’inin yanında bir zatın maneviyat sahasıdaki mertebesinden ve kerametlerinden bahsetmişler. O da, ‘Bu zatı ziyaret etmek bize vacib oldu. Kalkın ziyaretine gidelim.’ demiş ve müritleri ile beraber onun köyüne vardıklarında, onun evinden çıkıp, mescide doğru giderken, Kıbleye doğru tükürdüğünü görmüşler. Bunun üzerine Bâyezid-i Bestamî Hazretleri:

“Bu zatı ziyaret etmeğe gerek kalmadı. Zira, nasıl olur da sünnet-i seniyyeye muhalefet eden birisi veli olabilir.”

demiş ve geri dönmüşler.

Üstadımızın Barla Lahikasındaki ifadelerinde nakletmeden geçemeyeceğim:

“Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkat gösteren, Hazreti Şeyh Muhammed Küfrevi (Kuddise Sirruhu) hulefasından Alvarlı Hoca Muhammed Efendi’ye ve İhvanlarına çok selam ve arz-ı hürmet ederim.”

***

Askerliğe kadar Nadir Efendinin yanında kaldım. Daha sonra askere gittim. Askerlik dönüşünde Erzurum müftüsü Solakzade lakabıyla maruf M. Sadık Efendiden2 ders almaya başladım. 1955-1960 yılları arasında 5 yıl kendsinden Mantık, İlm-i Kelam ve Usul-i Fıkıh dersleri aldım. Kendisi 1960 yılında ebedi aleme göç etti.

Dipnotlar:

1 Sözler s, 254.

2 Sadık Efendi Erzurum’un manevî sultanlarındandı. Kamil bir ilim ve irfan sahibiydi. Hem ulum-u akliye ve hem ulum-u nakliyede fevkalade bir maharete sahipti. Çok kibar, çok nazik ve efendi bir insandı. Bütün Erzurum’un sevgi ve saygısını kazanmıştı. Peygamber Efendimiz’e fevkalade aşıktı. Onun (asm.) isminin her zikredilişinde gözlerinden yaş akıyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu