Hacı Mustafa Efendi ve İlk Tahsil Yılları
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi’nin ilk hocası Mustafa Efendi |
Mustafa Efendi İstanbul’dan döndüğünde mevsim güz idi. Babamla birlikte Hoca Efendi’nin evine gittik. Evinin güzelliği sadeliğindeydi. Oturduğu odanın duvarlarını kitaplar ve levhalar süslemişti. Babam geliş sebebimizi anlatınca, Mustafa Efendi çok memnun oldu ve bize yakın ilgi gösterdi. Bana dönerek:
“Sen niçin okuyacaksın, biliyor musun?” dedi.
Sıkılganlıktan ne diyeceğimi bilemedim. Sadece sustum.
“Niyet çok önemlidir.” dedi. “Ben okuyayım da müftü olayım, imam olayım gibi şeyler düşünerek okursan, bu ilim sana fayda vermez. Peygamberimiz (asm)
“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”
buyurmuştur. Sen Allah rızası için okuyacaksın. Her şey bir şeydir, fakat cehalet hiçbir şeydir. Sen “Ben cehaletten kurtulacağım.” diye okuyacaksın, “Ben bu ümmet-i Muhammed’e ahlâkı, ibadeti, imana ait hakikatleri öğreteceğim.” diye okuyacaksın. Bir de şartlar ne kadar ağır olursa olsun, ilim tahsilinden vazgeçmeyeceksin. Ben ölsem bile gidip başka yerde ilim öğreneceksin. Gücünün yettiği kadar bu ilmi öğrenmeye gayret edeceksin. Büyüklerimizin güzel bir sözü var;
“Yarım hekim can, yarım molla din götürür.”
derler. Bazen yarım ilmin zararı çok büyük olur. Netice itibariyle hakiki saâdet yalnız ilimdedir. O ilim ise Kur’an ilmidir.” diyerek ilmin ehemmiyetini anlattıktan sonra:
“Önümüzdeki çarşamba günü kitabını al gel.” dedi.
Çarşamba günü gittik, ilk dersimizi aldık. Her gün sabah kalkınca, babam bize sabah namazını kıldırıyordu. Sabahın erken saatinde karlara bata-çıka faytonların izinden Mustafa Efendi’nin evine gidiyorduk. Mustafa Efendi’nin kardeşi Hüsnü Efendi, bizim geleceğimizi bildiği için kapının gerisinde bizi bekler ve kapıyı açardı.
O kadar erken saatte gitmemizin sebebi, polislerin bizi görmemesi idi. O zamanlar Kur’an ve dinî ilimleri okumak yasaktı, ezanlar da Türkçe okunuyordu. Polisler daha uyanmadan hocamızın evine giderdik, saat sekize, sekiz buçuğa kadar okurduk, sonra evimize dönerdik. Bu kadar tedbire rağmen yine de Hoca Efendi’den şüphelenerek defalarca geceleri evine baskın yaptılar.
Mustafa Efendi Erzurum halkının sevgisini ve hürmetini kazanmış, itibar sahibi bir insandı. Çok vakurdu, salih ve müttaki bir zattı. O zamanlar bekardı. Pazar günleri Erzurum eşrafı onun evinde toplanır, sohbetini dinlerlerdi. Hoca Efendi fakir bir insandı; ama çok cömert idi. Öğleyin annesinin hazırladığı yemekleri misafirlerine ikram ederdi. Bizi de onlarla birlikte yemeğe oturturdu.
Bütün medreseler ve camiler kapatılmıştı. Sadece Gürcü Kapı Camii, İhmal Camii, Lala Paşa Camii ve Murat Paşa Camii açıktı. Kurşunlu Camii hapishane yapılmıştı. Hoca Efendi’nin evindeki Pazar sohbetlerinde genellikle bunlar konuşulurdu. “Zaman ahir zamandır, iyi olacağını beklemek yanlıştır. Gittikçe daha da kötüleşecek.” diye ümitsizlik içinde dertleşilir gözyaşı dökülürdü.1
Aradan ne kadar zaman geçtiyse, bir gün Mustafa Efendi, Elmalılı Hamdi Efendi’nin tefsir sahasında çok dirayetli bir alim olduğundan söz etti ve onun Üstad Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki:
“Bediüzzaman berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zat idi. İstanbul’un âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir.”
sözlerini bize nakletti.
Daha sonra Mustafa Efendi “Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz ismindeki eserini daha önce okuduğunu söyledi ve ayağa kalkıp kütüphanesinden bu kitabı getirerek bize gösterdi. Kur’an’a ait bu tefsirin I. Cihan harbinde Pasinler’in dağlarında yazıldığını söyledi.
“Bundaki hakikatler, nükteler, meziyetler ne Kaşşaf’ta ne Beyzavî’de ne de başka bir tefsirde yok. Siz tefsir ilmini tahsile başladığınızda bunu size okutacağım.” dedi.
Böyle bir tefsirin harp esnasında dağ ve bayırlarda, kar ve kışta yazılmış olması beni hayretler içinde bıraktı. Bu tefsiri yazan Bediüzzaman Hazretlerine öyle bir muhabbetle bağlandım ki, “Keşke bu zatı görüp, elini öpsem ve duasını alsam.” niyazında bulundum. Hocam’a:
“Hocam, bu zatı nerede ikamet ediyor? Kendisini ziyaret mümkün mü?” diye sordum. Hocam da:
“1925’de Burdur’a nefyettiler. Şimdi Isparta’da. Görmek isteyenleri takip ediyorlar, tutukluyorlar. Gidecek olursanız başınız belâya girer.”
diye cevap verdi.
Üstadı ilk defa hocamın bu sohbetinde duydum ve gönlümde ona karşı fevkalade bir muhabbet meş’alesi tutuştu.
Artık gece yatarken bile Bediüzzaman’ı düşünüyordum. Keşke rüyamda görsem, diye arzu ediyordum.
1942-1943 yıllarıydı. Bir gün rüyada gördüm ki, bizim köye sınır olan Toprakkale köyünün kenarında bulunuyorum. Köyün dışında büyük bir kalabalık birikmiş; büyük bir zatın gökten inmesini bekleyerek göğe bakıyorlardı. Birden beyaz bulutlar yarıldı. İçinden çok muhteşem, mücessem bir çehre çıktı. Nur gibi parlıyordu. Yere inince oradakiler, “Bediüzzaman, Bediüzzaman!..” dediler. Heyecanımdan uyandım.
Sabah kalkınca çok sevindim. Üstadı görme ve eserlerini okuma iştiyakım kat kat arttı.
Mustafa Efendi bir gün dedi ki:
“Ben artık bu memlekette duramam. Gideceğim. Burada dinimizi gizli okutuyoruz, okutanlar tevkif ediliyor. Kur’an yasak, ezan yok, kamet yok.”
Ben kendisini çok sevdiğim için bu habere çok üzüldüm. Sohbetine gelen bütün cemaat, gitmesine karşı çıkıyordu. Neticede 1944 yılında beni Hacı Faruk Efendi’nin2 yanına, kardeşimi de Sakıp Efendi’nin yanına verdi ve Türkiye’den ayrılıp Peygamber Efendimizin (asm.) komşuluğunu tercih ederek Medine-i Münevvere’ye yerleşti.
***
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi’nin ikinci hocası Hacı Faruk Efendi |
Hacı Faruk Efendi’nin Erzincan Kapı’daki tarihî taş binanın üstünde bir evi vardı. Mevsim bahardı. Odanın pencereleri küçük bir bahçeye bakıyordu. Oda zarif olduğu kadar da sade idi. İpek perdeleri, antika halıları, iki sandalye ve geniş ve zengin kütüphane odanın dekorunu tamamlıyordu.
Yanına gittiğimizde kütüphanesine yaslanmış oturuyordu. Bembeyaz bir çehresi ve yine bembeyaz bir sakalı vardı. Yüzü elmas kadar saf, berrak ve sevimli idi. Kucağında da yine beyaz bir Van kedisi oturuyordu. Mekânla insan âdeta bütünleşmişti. Ben o hâlden büyük bir inşirah duydum. Duvardaki levhada “Edep Yâ Hû!” yazıyordu. O zaman Erzurum’un bir çok evinde bu levhayı görmüştüm. Bir gün hocama bu levhanın anlamını sordum. O da:
“Bir sehbanın üç ayak üzerinde durduğu gibi İslâmiyet üç rükün üzerinde durur, üç esas üzerine kuruludur: İtikad, ubudiyet ve ahlâk-ı hasene, yani güzel ahlâk. Ahlâk-ı hasene diğer ikisini korur. Yoksa diğerlerinin ruhu kalmaz. Bizim dinî kültürümüzün kaynağı bunlardır.” dedi.
Bir zaman sonra Şeyh Sadi’nin Gülistan’ında edebe ait bir bahis okudum. Edebin ehemmiyetini ziyadesiyle takdir ettim. Ve böylece “Edep Yâ Hû” sözünün tasavvur edilemeyecek kadar genişliğe sahip büyük bir hazine olduğunu anladım. Evet, iffet, haya, haysiyet, istikamet gibi ahlâk-ı haseneden mahrum olan bir insan, ilim ve irfan sahibi de olsa zarardan ve hüsrandan kurtulamaz. Terbiyei İlâhiye ile mümtaz olan Nebiyy-i Zişan Efendimiz Hazretleri (asm.) ahlâk-ı hasenenin ehemmiyetini ifade etmek için:
“Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.”3 buyurmuştur.
İyi düşünülürse, bütün ahlâk ve ulvî seciyelerin kaynağının edep olduğu görülür. Edep, güzel huyların ve seciyelerin bütün şubelerini içine alan şumüllü bir kelimedir. Bu şubelerden biri de haya ve iffettir. Haya imanın bir cüzüdür. Haya ve iffetten mahrum olan, hiçbir kemalattan nasibini alamaz. Edeb ile mümtaz olanlar hamiyet, mürüvvet, alicenablık gibi ali hasletlere sahip olurlar. Böyle birisi kendisine, ailesine, milletine, vatanına faydalı ve şerefli bir insan olur.
* * *
Hacı Faruk Efendi, Mustafa Efendi’nin bu memleketten ayrılıp gitmesini istememişti, fakat onu kararından vazgeçirememişti. Bu da Hacı Faruk Efendi’yi çok üzmüştü.
O sırada mevsim yazdı. Hacı Faruk Efendi’nin talebeleri köylerine gitmişlerdi. Artık her sabah onun evinde ders okumaya gidiyordum. Tâ sonbahara kadar böyle devam etti. Sonbahar gelince Hoca Efendi’nin talebeleri geldiler. Evinin yanında bir ahır sekisi vardı. Biz de o sekinin üstünde okumaya başladık. Yaklaşık iki yıl kadar okuduk. 1946 yılının Mart ayında bir gün Hacı Faruk Efendi’nin ziyaretine 40-45 yaşlarında bir misafir geldi. Hocamın elini öptükten sonra:
“Ben Isparta’dan geliyorum, Bediüzzaman Hazretleri’nin sana selâmı var.” dedi.
Hocam da hürmeten hemen ayağa kalktı ve selamı aldı. Hoş geldin faslından sonra misafire Bediüzzaman’ın hâl ve sıhhatinin nasıl olduğunu ve gözaltında olup olmadığını sual etti. Misafir gittikten sonra Hocam’a:
“Hocam, siz Bediüzzaman Hazretlerini tanıyor musun?” diye sordum.
“Ben Erzurum’da Bediüzzaman’a otuz beş gün hizmet etmişimdir.” dedi. Ve şunları anlattı:
“Cihan harbinden evvel Erzurum’a geldi. O zamanlar Bediüzzaman’a “Molla Said-i Meşhur” diyorlardı. Bu zat, Van Valisi Tahir Paşa’ya:
“Ben Dersaâdet’e gidip Padişaha, Şarkın bir Darü’l Fünuna ihtiyacı var, diyeceğim. Bu Darü’l Fünun için tahsisat alacağım.” demiş.
Tahir Paşa da:
“İstanbul’a gitmeden önce Erzurum’a git, Erzurum uleması ile görüş, onların da fikirlerini al. Orada Yetim Hoca namıyla maruf meşhur bir zat var. Benim hocamdır. Ona bir mektup yazayım seni misafir etsin ve ulema ile görüşmene vesile olsun. Ben gençliğimde kendisinden bir süre ilim tahsil etmiştim.” demiş.
Bediüzzaman Erzurum’da Yetim Hoca’nın Havuzlu Han’daki medresesine gelmiş.”
Yıllar sonra bu ihtişamlı gelişi Sakıp Efendi şöyle anlattı.
“Sabahın erken saatlerinde ders okuyorduk. Birden kapı açıldı. İçeriye elinde ince bir bastonla bir zat girdi. Deri ceketli, çizmeli, Pakistan papaklı, heybetli ve genç bir zattı. Yetim Hoca’ya bir mektup verdi. Hoca mektubu okudu ve “Sen o Said Efendi misin?” dedi. Hâl hatır faslından sonra, talebelerinden birini yanına çağırarak:
“Sen bunu Kurşunlu Müderrisi Süleyman Efendi’ye götür. Orada daha rahat eder.” dedi.”
Bundan sonrasını Hacı Faruk Efendide şöyle anlattı:
“Medresede ders okunurken Bediüzzaman Hazretleri içeri girmiş. Yetim Hoca’nın gönderdiği talebe Bediüzzaman’ı Süleyman Efendi’ye tanıtmış. Süleyman Efendi de hürmeten ayağa kalkarak:
“Molla Said-i Meşhur denilen genç sen misin?” demiş. Sonra Faruk Efendiye dönerek:
“Faruk! Sen beyzadesin, Said Efendi’yi en iyi sen ağırlarsın. Senin medresende misafir kalsın.” demiş. Hocam:
“Baş üstüne.” diyerek kabul etmiş.
Hocam o zamanları şöyle anlatırdı:
“Üç dört günde bir çamaşırını yıkardım. Sabah erkenden kahvaltısını yapar, akabinde pişirdiğim kahvesini içtikten sonra Kur’an okur ve kitap mütalaa ederdi. Ben O’nun en çok Kur’an okumasına meftun olurdum. O güzel sesiyle öyle bir Kur’an okuyuşu vardı ki, iliklerime işlerdi. Bahar ayları olduğu için Erzurum’un bütün çarşı ve yolları çamurdu. Biz çeşmeye gidip gelinceye kadar üstümüz başımız çamur olur, Molla Said’in o kadar gezmesine rağmen bırakın elbisesini çizmelerinde bile bir tek çamur lekesi olmaz, tertemiz pırıl pırıl dururdu.”
“Her akşam şehrin ileri gelen ağalarının evinde ziyafet verilir ve ardından da sohbet edilirdi. Bu sohbetler de ekseriya Bediüzzaman Hazretleri Erzurum Ülemasına Avrupa’nın ilim ve teknikte ilerlediğini, bizim ise sadece dinî ilimleri okumakla yetindiğimizi, bu yüzden Avrupa’ya yetişemeyeceğimizi anlatırdı. Dinî ilimlerin yanı sıra dünyevî ilimleri de okumak gerektiğini tavsiye ederdi. Şarkta kurulacak bir darü’l-fünuna bütün İslâm ülkelerinden talebeler geleceğini, böylece İslâm Birliğinin temelinin atılmış olacağını anlatırdı. Bize de sadece ulum-u nakliye ile değil, ulum-u akliye ile de meşgul olmamızı söylerdi. Sadece naklî ilimle meşgul bazı hocaların, ilmin ve fennin kabul ettiği birtakım hakikatlere karşı çıktıklarını, bunun da İslâm’a zarar verdiğini söylerdi. Bazı safdil medrese ehlinin hâlâ dünyanın sabit ve düz olduğunu iddia etmelerini üzülerek anlatır, bu ve benzeri yanlışlıklara düşülmemesi için medreselerde dinî ilimler yanında fennî ilimlerin de okutulması gerektiğini tekrarlardı.”
“Bazı medrese ehlinin ayet ve hadislerde geçen mecazî manaları hakikat telâkki ederek din düşmanlarının İslâm’a saldırmalarına zemin hazırladıklarını söylerdi.”
Bir defasında yine bu manayı anlatırken,
“Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikat telâkki edilir ve hurafata kapı açar.”
buyurmuştu. O’nun bu sözünü hayretle karşıladık ve doğrusu bu gencin fikirleri ve sohbetleri bizde derin izler bıraktı. O’nu takdir etmekten kendimizi alamadık.
Daha sonra ben “Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat”ı mütalaa ederken, Üstad’ın bu meselelere şöylece temas ettiğini gördüm ve meselenin ne kadar ciddi ve önemli olduğunu anladım.
“Maatteessüf benim ile şu zamanın kıtasında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten 13. asrın evladıdırlar. Fakat, fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustanın yadigarıdırlar. Hatta bu zamanın çok bediiyyatı onlarca mevhumat sayılır.”
Hocam Faruk Efendi Üstad’ın bu fikirlerinden etkilerenek fennî ilimler tahsil etmeye başladığını, hatta diploma alarak “Harf inkılabı”na kadar lisede o günkü adı ile idadide muallimlik yaptığını anlattı.
Hocam Faruk Efendi sözüne devamla:
“Ekser cuma namazlarını Esat Paşa Camiinde kılardı. Her gün ikindi namazına Gürcükapı Camiine giderlerdi. Eğer caminin sağ tarafına oturursa cemaat sağa döner, sol tarafa oturursa cemaat sola döner onu seyrederdi. Her şeyi garip ve bedi’ idi. Giyinmesi, yüzü, boyu, sesi kısaca her şeyi garipti. Erzurum’da Üstadı tanıyanlar onun gittiği camiye giderlerdi. Akşamları sohbete gittiği ev tıklım tıklım dolardı. İkindiden sonra Kurşunlu Camiinde oranın müderrisi Süleyman Efendinin verdiği tefsir derslerini kemali sükûtla dinledi.”
“Daha sonra bütün ulemanın ve de Erzurum halkının katıldığı büyük bir merasimle Bayburt’a uğurlandı. Oradan da Erzincan ve Trabzon üzerinden İstanbul’a gitti. Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gidince Ahmet Ramiz adında bir gazeteci
“Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ İstanbul afakında tülû etti.”
başlıklı bir yazı yazarak Bediüzzaman’ın İstanbul’a teşrifini haber verdi.”
Hocamdan Bediüzzaman’a ait bu hatıraları dinledikten sonra bende de Bediüzzaman’ı tanımak ve eserlerini okumak hususunda şiddetli bir merak uyandı. Yıl 1947 idi. Sonunda Üstada bir mektup yazarak kitaplarından istemeye karar verdim. Hüsrev Ağabey ile bize, elle yazılan risalelerden gönderdi. Onları okumaya başladık.
O sıralarda, askerlik şubesi müdürü Haydar Efendiyle tanıştık. Üstadı daha önceden duymuş, aramıza katılıyor ve Risale-i Nur derslerini dinliyordu. O zamanlar Risale-i Nur’u sadece ilim öğrenmek için okuyorduk. Hizmet diye bir şey bilmiyorduk.
Dipnotlar:
1 Yıllar sonra Üstad Bediüzzaman’ın aşağıdaki ifdelerini okuduğumda bu noktada Üstad’ın ne kadar geniş düşündüğünü ve en zor şartlara rağmen ümitsizliğe hiç düşmediğini hayretle müşahede ettim:
“Şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbekldeki insanlarla konuşacağım.”
“Ey üçyüz seneden sonraki asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybi ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmetler vesaireler..! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsınlar beni dinlemesinler.Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim; siz cennet asa bir baharda geleceksiniz Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” (Münazarat)
2 Hacı Faruk Efendi Erzurum’un Tifnik köyündendi. Ailesi Erzurm’un eşrafındandı. Kendisi büyük bir mütefekkirdi. Hem ulum-u aklîye hem de ulum-u nakliyede fevkalade selahiyet sahibi bir alimdi. Okuttuğu talebelerden fakir olanlarının maişetini bizzat kendisi temin ederdi. Gecelerin büyük bir kısmını namaz ve niyazla geçirirdi. 1952’de hakkın rahmetine kavuştu.
3 Lem’alar, s. 54.