Yeni Asya Gazetesinin Çıkarılmaya Başlanması
Bir gün Zübeyir Ağabey:
“Hocam, Nur Talebeleri hapse girince bütün gazeteler manşetten veriyorlar. Fakat beraat kararı çıkınca hiç kimse bir şey yazmıyor. Maksadımızı anlatıp, sesimizi duyurabilmemiz için bize bir neşir organı lâzım. Haftalık bir mecmua çıkaralım. İdaresini de Mustafa Polat deruhte etsin.”
dedi. Böylece haftalık İttihad Gazetesini çıkarmaya başladık. Aradan bir müddet geçince başta Bekir Berk olmak üzere bazı Nur Talebeleri günlük bir gazete çıkarılması hususunda Zübeyir Ağabey’i ikna etmişler. Böylece “Yeni Asya Gazetesi” çıkarılmaya başlandı. Mustafa Polat yine gazetenin idarecisiydi. Zübeyir Ağabey o sıralarda medresede kalan Mehmet Kutlular’ı gazetede görevlendirdi.
Mustafa Polat kaza geçirip şehit olunca, gazetenin yönetimi tamamen Mehmet Kutlular’ın eline geçti.
Orhan İnalöz Bey de Yeni Asya Gazetesiyle yakinen ilgileniyor, hem gazetenin inkişafı hem de gazetede çalışan yazar ve yönetici kadrosunun mesleklerinde en ileri seviyeye gelmeleri için büyük gayret gösteriyordu. İstanbul’a her gidişimde onun gazete personeliyle yaptığı sohbetleri dinler ve kendisini fevkalade takdir ederdim. Mehmet Kutlular başta olmak üzere gazete de çalışanların hepsi Orhan Beyi sevip sayıyorlar ve birçok işlerini ona danışıyorlardı. El ele, gönül gönüle, birlik ve beraberlik içinde hareket ediyorlardı.
Orhan Bey ile o günden bugüne irtibatımız muhabbet ve samimiyet içinde devam etmektedir. Daha sonraki yıllarda hizmete ait meseleleri görüştüğümüz bütün müşaverelerimizde bulunmuş ve faydalı görüşleriyle büyük hizmetlere vesile olmuştur. Fikrinin ihatası, hizmete ait meseleleri çok güzel hazmetmiş olması ve düşüncelerini bir ahenk ve insicam ile beyan etmesi doğrusu takdire şayandır. Mümkün olduğu kadar delilli konuşur, mesleğinden örnekler vererek muhataplarını ikna eder. Çevresinde dürüst ve prensip sahibi bir kişi olarak tanınmışdı. Ayrıca ibadet ve taatına azami derecede itina gösteren bir Nur talebesidir.
Bu vesileyle Orhan Beyle ilgili bir hatıramı anlatak isterim:
“Birlikte bulunduğumuz bütün meclislerde Üstadımızın hizmetinde bulunan Bayram Ağabey, Sungur Ağabey, Tahirî Ağabey gibi zatlara fevkalade hürmet göstermem, Orhan Beyin nazar-ı dikkatini çekmiş. Bir defasında benim hocalık sıfatımla beraber ağabeylere gösterdiğim aşırı hürmetten duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ben de:
“Bu ağabeyler fevkalade hürmet ve muhabbete layık insanlardır.” diyerek şöyle bir misal verdim:
“Üstadımızı binler batman meyve veren bir ağaç gibi tasavvur edersek, bu bahtiyar zatlar o ağaca saksılık vazifesini hakkıyla ifa etmişlerdir. Ayrıca Üstadımızın iman ve Kur’an hakikatlerini neşretmesinde büyük hisseleri vardır. Bu nokta-i nazardan bu ağabeylerin dereceleri çok yüksektir.” dedim. Orhan Bey ağabeyler hakkındaki bu fikrimi tasvip etti. Ben de Bayram Ağabeyin Üstada bir su getirmesinin sevabıyla, bütün sevaplarımı değişebileceğimi ifade ettim. Bu izahımdan daha da memnun oldu.
Yıllar sonra bir grup Nur talebesiyle aynı konuda yaptığımız bir sohbeti zikretmek isterim:
Gruptan birisi bana bir soru sordu:
“Hocam, derece bakımından Üstadımızın birinci talebesi Hulusi Ağabey midir?”
Kendilerine şu cevabı verdim:
“Hulusi Ağabey, ilim ve irfan sahibi, büyük bir zattır. Kendisinin evliyadan olduğuna hiçbir şüphem yoktur. İhlası ve sadakati harikuladedir. Üstadımız bir çok mektubun yazılmasında onu muhatap almıştır. Nitekim kendisine: “Bu çeşit mesailde en birinci muhatap” diyerek iltifatta bulunmuştur. Bununla beraber Üstad’ın bizzat yanında bulunanların hizmetleri, Üstad’ın hayatıyla alakadar olduğu için onların derecesine yetişilmez. Ben Hulusi Ağabeyi bir ziyaretimde bu ölçüyü kendisinden öğrendim. Bana:
“Hoca Efendi, sen bazı Nur talebelerinin bana fazla teveccüh göstermelerine bakma. Çünkü Üstadımızın yanında bulunan Zübeyir, Bayram, Sungur gibi talebelerin dereceleri başkadır. Onlar Üstadımızın hayatını muhafaza bakımından canları pahasına, ömürleri boyunca fedakârlık etmişlerdir.” dedi.
Bu suali soran kardeşlerin iyice tatmin olmaları için Üstadımızın Mehmet Feyzi Ağabeye yazmış olduğu mektubu okudum. Üstat Hazretleri bu mektubunda şöyle buyuruyordu:
“Feyzi Kardeşim,
“Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın… Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutup, Gavs-ı Âzam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” 1
Bu hatıralardan sonra yeniden mevzumuza dönelim. Gazetenin sürekli maddî yardıma ihtiyacı oluyordu. Bu yüzden de Türkiye’nin her yerinden sürekli para isteniyordu. Gazetenin çıkarılabilmesi için baskı makinesine ihtiyaç olmuştu. Bunun için bütün illerden para toplandı ve matbaa alındı.
Gazetede bazen Risale-i Nur’un meşrebine uymayan; siyaset ağırlıklı yazılar çıkıyor, şahısların methinde de zemminde de istikamet muhafaza edilemiyor, ifrat veya tefrite düşülüyordu. Bu yazılar bazı insanlar için kırıcı oluyordu. Ağabeyler hem sürekli para toplanmasına bir son vermek hem de gazetede çıkan bu menfî yazılar için gazete idarecilerini uyarmak maksadıyla bir meşveret yapmaya karar verdiler. Gazeteciler de daha fazla para toplanmasına yardım edeceği fikriyle bu meşverete taraftar oldular. Sonunda 23 kişilik bir müşavere heyeti kuruldu.
Meşveret heyeti bir toplantısında gazete için para toplanmamasına karar verdi. Yine de gazeteyi çıkaranlar para toplamakta ısrar ettiler. Biz ise meşveret kararına uyarak para gönderme işini kestik. Ayrıca ağabeyler de gazetede çıkan yazılara yer yer müdahale ediyor, fakat bir netice alamıyorlardı. Gazeteciler bu müdahalelerden çok rahatsız oluyorlardı.
Gelinen Son Nokta
Bütün bu gelişmelerden sonra gazete cemaatiyle hizmet yollarımız ayrıldı. Bir süre bunlar da “Yeni Asya Cemaati ” ve “Nesil Gurubu” olmak üzere ikiye ayrıldılar. Birinci gurubun başında Mehmet Kutlular, diğerlerinin başında ise Mehmet Birinci ve Mehmet Fırıncı bulunmaktaydı. Her iki gurup da kendi sistemleri ve kendi ekipleriyle Risale-i Nur hizmetine devam etmekteler. Nesil Gurubu, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumları düzenlemekte, Nesil Yayıncılık adı altında kitapçılık hizmetleri yürütmekte, ayrıca Moral FM ile radyo sahasında hizmetler vermektedir. Mehmet Kutlular da bir taraftan Yeni Asya Gazetesini çıkarmakta, bunun yanında Nur hizmetiyle de iştigal etmektedir.
Şükranla ifade edeyim ki, başta meşveret cemaati olmak üzere, birbirinden şu veya bu sebeple ayrılan bütün bu guruplar, şimdi maziyi unutmuş, her biri diğerinin hizmetini takdir ederek kendi kadrosuyla istikbale doğru yürümektedirler.
Meşveretten Bahaneyle Ayrılma
12 Eylül hareketinden sonra askerî yetkililer Süleyman Demirel ve diğer parti liderlerini bir süre Hamzaköy’de göz altına aldılar. Daha sonra herkesin evine dönmesine müsaade ettiler. O sıralarda Ankara’ya gitmiştim. Osman Demirci Hoca, “Süleyman Demirel Hamzaköy’den gelmiş. Mazide defalarca birlikte oturduk kalktık. Hiç olmazsa bir geçmiş olsun ziyaretine gidelim.” dedi. Süleyman Bey’in evine gittik. Ev, kapatılan Adalet Partisi’nin mebusları ile doluydu. Sürekli olarak ihtilâl aleyhinde konuşuyorlardı. Onların konuşmalarından çok huzursuz olduk. Ben bu yersiz konuşmalara nasıl müdahale edeceğimi düşünürken, içeriye tanımadığım bir zat girdi. Selam verdikten sonra beni görünce:
“Hocam siz de burada mısınız? Uzun zamandır sizi görmek istiyordum. Bir kere sizin dersinizi dinledim. Çok istifade ettim. ‘Hikmet Pırıltıları’ adlı kitabınızı da okudum. Çok beğendim.”
dedi. Patavatsız bir adamdı. Süleyman Bey’e bazen “Süleyman Bey”, bazen “Süleyman Ağabey” diyordu. Sonradan öğrendiğime göre bu adam Süleyman Bey’in hemşehrisi bir tüccarmış. Benimle konuştuktan sonra Süleyman Bey’e:
“Süleyman Ağabey, sen Hocamın o kitabını okudun mu?” dedi. Süleyman Bey:
“Sen otur yerine.” dedi. Adam oturdu. Sonra ihtilâl aleyhindeki konuşmalara devam edildi.
Fakat biraz önce gelen adam: “Süleyman Ağabey, ‘Bu ihtilâller, muhtıralar hep onun başvekil olduğu zamanlarda oluyor.’ diyorlar.” dedi. Süleyman Bey cevaben,
“Ne yapalım Amerikan başkanlarından birinin dediği gibi, ‘Fırtına ve dalgalar gemiye hakim olunca kaptanın iradesi elden gider.’ Hem Hz. Ali gibi bir aslan fitneye karşı ne yapabildi ki?” dedi.
Bu sözler üzerine aradığım fırsatı bulmuştum. “Süleyman Bey, bu zata ben cevap vereyim.” dedim ve onu muhatap alarak şunları anlattım;
“Hepimiz çok iyi biliyoruz ki; ihtilâlden önce görmediniz mi? Anarşi ve terör hükümeti aciz bırakmış ve devleti ele geçirme noktasına yaklaşmıştı. Süleyman Bey’in ifadesi de beni tasdik ediyor. Demek ki hükümetin eli ayağı bağlanmıştı. Süleyman Bey tek başına buna karşı ne yapabilirdi? İşin doğrusu bir Süleyman Bey değil, yüz Süleyman Bey de olsa bu işe bir çare bulamayacaklardı ve mağlup olacaklardı. Ülkenin durumunun düzelmesi için ciddî bir cerrahî müdahale gerekiyordu. Bunu da ancak ordu yapabilirdi.”
Sonra oradaki mebuslardan İsmail Hakkı Köylüoğlu’nu muhatap alarak, “Siz şimdiye kadar anarşi ve terörü ortadan kaldırmak için ne gibi tedbirler aldınız? Acaba siz tedbir aldınız da ordu size müdahale mi etti?” dedim. Bunları söyledikten sonra kalktım. Gitmek için izin istedim. Yarın gideceğimi söyleyince Süleyman Bey Pazartesi’ye kadar kalmamı istedi. “Osman Hoca ile beraber gelin, görüşelim. Daha sonra gidersiniz.” dedi.
Pazartesi günü Osman Demirci hocayla Süleyman Bey’in evine gittik. Bizi çok iyi karşıladı. Çok kısa bir sohbetten sonra, “Hocam, senin söylediklerin doğru olsa da ben tarihe ihtilâl taraftarı bir adam olarak geçemem.” dedi.
Ben de “Hiç olmazsa bîtaraf kalın ve bekleyin. Ordumuz aleyhinde konuşmak doğru olmaz. İlerde mutlaka size müracaat eder, tecrübelerinizden faydalanmaya çalışırlar.” dedim.
Gerçekten de kısa bir süre sonra Kenan Evren Paşa yeni kuracakları partiye Adalet Partililerin de iştirak etmelerini istemiş. Bu teklifi Süleyman Bey, “Ben tapulu mülkümde kimseye gece kondu yaptırmam!” diyerek reddetmiş.
Gazete Cemaatinin Tepkisi
Ağabeyler ihtiyaç duydukça bazı meseleleri konuşmak için meşveret heyetini toplarlardı. Böyle bir meşverette Erzurum’da yapılacaktı. Ancak gazeteciler Süleyman Bey ile aramızda geçenleri bahane ederek, bu meşverete gelmediler ve böylece meşveret cemaatinden ayrılmış oldular.
Daha sonra bu cemaatin bazı fertleri hakkımda bir çok asılsız haberler yaydılar, çeşitli iftiralarda bulundular.
1980 ihtilâlinden sonra Isparta’da bir meşveret için toplanacaktık. Isparta’dan önce İstanbul’a giderek gazetecileri ikaz etmek ve onları da Isparta’daki meşverete götürmek istedim. Bu maksatla İstanbul’a gittim. Bu fikrimi Sungur Ağabeye arz ettim. Sungur Ağabey:
“Sana atılan bunca iftiradan sonra, senin ayakların gazete binasının merdivenlerinden nasıl çıkacak?” dedi.
“Sungur Ağabey, benim nazarımda hizmetin hatırından daha büyük hiçbir şey yoktur. Onun için bütün iftiraları bir tarafa bırakıyorum. Biz yine de gidelim, onlarla konuşalım.” dedim.
Sungur Ağabey ile birlikte Mehmet Kutlular’ın yanına gittik. Gazetede çalışanlar bizi görünce her biri bir tarafa dağıldı. Biz doğrudan Kutlular’ın odasına girdik. İçeri girdiğimizde kimse yoktu. Biraz sonra M. Kutlular ve M. Birinci yanımıza geldiler. Onlara birlik ve beraberliğin önemini anlattım ve birlikte Isparta meşveretine gitmeyi teklif ettim.
Mehmet Kutlular, “Artık biz sizinle birlikte olmayacağız. Müstakil hareket edeceğiz.” dedi. Bu sözlerinden, bütün Nur Talebelerinin kendi tarafında olduğunu zannetiği anlaşılıyordu. Israr etmekten vazgeçtik:
“Pekiyi, siz kendi hizmetinizi devam ettirin. Fakat bunu yaparken birbirimizin aleyhinde bulunmayalım.” dedim. Kutlular:
“Hayır,” dedi, “Ben hiç kimsenin kusurunu saklayamam. Doğru bildiğimi söylerim.”
Artık yapılacak bir şey kalmadığını anlayınca ayrıldık.
Dipnotlar:
1 Kastamonu Lahikası, s.83-84.