Bu Millet İçtihaddan Ziyade İrşada ve İkaza Muhtaçtır
Bu dehşetli asırda gençlerimiz hariçten gelen menfi cereyanların, dalâlet ve sefâhetlerin tesiriyle, millî ve dini seciyelerinden her gün biraz daha koparak inkıraza doğru yuvarlanırken, bütün hamiyetperverlerin bu azim tehlikeyi görüp, bu gençlerin imdadına koşmaları gerekirken, bazı içtihad heveslilerinin bütün bu tehlikelere göz kapayarak, sanki milletimizin en büyük meselesi “içtihad” imiş gibi nazarları bu sahaya çekmeleri büyük bir basiretsizlik olsa gerektir.
Kur’an-ı Kerim’i okudukça mazide asi ve azgın kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu tedip ve tazip tokatları sık sık hatırlıyor ve bugünkü pespaye gidişe ‘dur’ demediğimiz takdirde bu halin Allah korusun, gadab-ı İlâhi’nin celbine vesile olacağından fevkalade endişe duyuyorum. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Enfal Suresi’nde bizleri ikaz sadedinde şöyle buyuruyor:
“Herhangi bir kavim kendi nefislerini (kendi seciyelerini) tağyir etmedikçe Allah Teâla onları (nimetlerini, afiyetlerini, huzur ve ahenklerini) değiştirmez.” 178
Yukarıdaki âyet-i kerimeyi teyid eden bir çok vak’alar tarihte zuhur etmiştir. Lut ve Salih (a.s.)’in kavimlerinin ve daha birçoklarının başına gelenler hep ahlâksızlığın, sefahatin, manen çöküşün neticesi olarak gelmiştir. Evet tarihin şehadetiyle tahakkuk etmiştir, ki sefahata maruz kalan millet ve kavimlerin kuvvet ve saltanatları zail olup gitmiştir. Her nevi saadet ve refahın varlığı ve devamı güzel ahlak ve âli seciyeler iledir. Fert ve cemaatin huzur ve ahengi, ittihâd ve ittifakı, intizâm ve adaleti bu meziyetler ile tecelli eder. Asayiş berkemâl olur, umumi nizam tahakkuk eder. Millet ve devletimiz inkıraz ve izmihlalden mahfuz olur. Güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi sefahata karşı dayanamamıştır. Sefahat bir kanser mikrobu gibidir. Bir cemiyete girdi mi, bünyeyi kısa zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir. Bunun, tarihte sayısız misalleri vardır. Meselâ, şevket ve saltanatlarıyla cihanı tahakkümü altına alan o azametli Roma İmparatorluğu acaba şimdi nerede?
Roma İmparatorluğu bir hukuk devletiydi. Kanun hakimiyeti fevkalâde güçlüydü. İnsanlar da bir o kadar şeref ve haysiyet sahibiydiler; fazilet ve iffetin, terbiye ve edebin mücessem bir numunesiydiler. Kalpleri vatan sevgisiyle dolu idi. Kadınları iffetliydi. İffet ve namusa o kadar itibar edilirdi ki, Roma’da fahişe, lakırdısı dahi işitilmezdi. Fakat ne zaman ki, iffetlerini yitirmeye başladılar, israf ve sefaletin kucağına düştüler. Edep ve hayayı terk ettiler, işte o zaman o koca imparatorluk inkıraz dönemine girdi. Rüşvet, bir salgın hastalık gibi devletin bünyesini sardı, kemirmeye başladı. Artık şeref ve haysiyet, namus ve iffet duygusu kalmadı. Ne hukuk hakimiyeti, ve ne de devlet kuvveti Roma’yı kurtaramadı. Sefahat ve sefaletlerde boğuldular, iktidar ve itibardan düştüler. Nihayet o yüz milyon nüfuslu muhteşem saltanat hak ile yeksan oldu. Kuvvet ve saltanatla, kanun hakimiyetiyle bu mikrobun karşısında duramadılar.
Yunan medeniyetine gelince, o akla ve fikre fevkalade itibar eden bir medeniyet idi. Öyle ki, herkes bir derece mütefekkir ve edipti. Biz bugün XX. asırda başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarından geri çevire duralım, Eflatun Milat’tan dört asır önce, akademisinin kapısına “Matematik bilmeyen buraya giremez.” levhasını koymuştu. Akla ve hakikate o kadar itibar edilmekteydi.
Nihayet, Epikür çıktı. Şehevî arzuları tervic ederek gençliği dejenere etti. Artık, millet süfli arzuların zevk ve neşesiyle sarhoş oldu. İdareyi elinde tutan bir takım cahil ve ehliyetsiz kimseler, fikir ve ilim erbâbını zindanlara tıktı, zehirledi, vatanlarından sürdüier. Sefahet, medeniyet diye takdim edildi. Şehvet, aklı esir etti ve ahlâkı çökertti. Şeytanları dahi şaşırtan cinâyetler sergilediler. İnsaniyetperver ve faziletli, âlicenap vicdanlara kilit vurdular.
Bunun bir başka misali de Endülüs’te yaşandı. İslâm’ın yaşanması ve hayata hakim kılınmasıyle, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstadlık eden Endülüs Emevî Devleti’nin de en önemli inkıraz sebebinin, yine ahlaksızlık ve sefahat olduğunu görüyoruz.
Emeviler, Avrupalıların desiselerine kapıldıktan sonra, fazilet ve ahlâklarını tedricen kaybetmeye başladılar, kuvve-i şeheviye haddini tecavüz etti; rezalet fazilete üstün geldi ve sekiz asır boyunca tealiden tekâmüle, tekamülden saadete ulaşan bu millet, işte bu sefahat mikrobu sebebiyle inhizamdan sefalete, sefaletten inkıraza yuvarlanıp gitti. Ve nihayet, o talihsiz akibet gelip çattı, tarihin solgun yaprakları arasına, bedbaht ellerle izmihlali yazıldı.
Evet, ruh ve ahlâk cihetiyle tefessüh etmiş ve çürümüş batı, bu necip milletin gençlerini de hayvani ve şehevî duyguların esiri edip dalâlet ve sefâhette boğmak için bütün gücü ile çalışırken, gençlerimizin iman ve ahlakını sarsacak bu dehşetli tehlikeye karşı âlicenap, âlim ve mütefekkirlerimizin gençlerimizde dini ve milli şuuru inkişaf ettirmek, onları ahlak ve fazilet ile mücehhez kılmak için çalışmaları en büyük vazifedir.
Malumdur ki, her zamanda olduğu gibi, hususan bu zamanda iman ve Kur’an’a hizmeti çok mühimdir. O hizmeti yapmak her şeyin başında gelir. Çünkü gençlerimizin kalpleri iman hakikatleri ile tenvir ve tahkim edilmezse, ahirette ebedi saadeti kaybedecekleri gibi dünyada da cemiyet hayatı için bir zehir hükmüne geçer. Evet imansızlık ve sefahet huzur ve refahı değil, anarşiyi tevlid eder. Ebnayı cinsine merhamet ve şefkati olan himmet ehli bu tehlikeye karşı çare aramayı her işin üstünde görür.
Hakikat bu iken iman hizmetini bırakıp, buna nispeten yüz derece aşağı olan meselelerle meşgul olmak ne derece doğrudur!?. Akıl sahiplerinin idrakine havale ederiz.
Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle ifade ediyor:
“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” 179
“Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.” 180
Bu gün, hariçten gelen menfi cerayanlar, sefahat ve dalaletler, alem-i İslâm’ı pek ziyade mütezarrır etmektedir. Her insan gücü nisbetinde bu tehlikeleri bertaraf etmek için gayret etmek mecburiyetindedir. Bu hem dinî, hem de insanî ve vicdanî bir mükellefiyettir. Bu mükellefiyeti deruhte edecek âlicenab insanlar semadan inmeyeceğine göre elbetteki bu milletin sinesinden doğacaktır. Yani bu vazife millet olarak hepimizindir.
Fertleri tenvir etmek, namus ve iffetlerini, haysiyet ve şereflerini maddîmanevî zararlardan muhafaza etmek, saadet ve selametlerine çalışmak vazifesi hükümetlerden ziyade bu milletin âlicenap, fedakâr, ğayyur ve hamiyetperver fertlerine ve bilhassa ilim adamlarına aittir.
Bu millet, bugün içtihadtan ziyade îrşad ve nasihate muhtaçtır, zâten irşat umumî bir ihtiyaçtır. İnsan, kusur ve hatadan beri olamaz. Evet, tebliğ ve halisane nasihatin ehemmiyeti pek büyüktür. Mü’min, İslâm kardeşliğinin lâzımı olarak kardeşinin eksik ve hatasını münasip bir lisanla tamir etmelidir. Aksi halde onu ikaz ve irşat etmezse, onu boynundaki akrepten haberdar etmezse, kardeşine hıyanet etmiş olur.
Ehl-i himmet, âlicenap ve fedakâr zâtlara düşen vazife ise, içtihad davasından ziyade, sefahat ve dalaletin içinde yuvarlanan milletin ve gençliğin elinden tutmak olmalıdır.
Akıl ve kalbi marifet nurlarıyla tenevvür etmiş fertlerden mürekkep bir millet, dâima tekemmüle doğru huzur ve temkin içinde adım atar. İrfan ve faziletten nasibi olmayan bir kavmin tarihi, şan ve şerefi ne olursa olsun hariçten gelen menfi cereyanlar ve sefahat rüzgarlarıyla yıkılır gider, yaşama hakkını kaybeder. Evet bir milleti teşkil eden fertlerin hayatlarının ahenktar bir surette tanzim edilmesiyle umumi saadet teminat altına alınabilir. Malumdur ki, hayatın esası, rüknü, menbaı ilimdir, irfan ve fazilettir.
Her millet kendine mahsus bir takım örf, âdet, anane ve seciyelere mâliktir ki, o milletin diğer milletlerden temayüzü, bekası, terakki ve teâlisi bunlara bağlıdır. İnkırazını da mezkur meziyetlerin bozulmasında aramak icap eder. Binaenaleyh bir millet yabancı kültür ve cereyanların tesirinde kaldığı müddetçe milli ruhundan, kültüründen, dininden, faziletinden ve necabet-i milliyesinden yavaş yavaş koparak, yıkılmaya mahkûm olur.
Bu asırda müslümanlar dalalet ve sefahetin ve bunların neticesi olan zillet ve sefaletin pençesinden kendilerini muhafaza etmek için bu gibi ehl-i himmet alimlere muhtaçtır. Bu ulvî hizmet için öyle kudsî himmet sahipleri lâzım ki, gençlerin kalblerini hakikatlere celbetsinler. Öyle ulvî dehalara ve fedakar mücahitlere ihtiyaç var ki, akılları teshir edip nefs-i emmarenin şehvani arzularından kurtarsınlar. Evet himmetini yüksek tutmak imanın en şanlı bir tecellisidir.
Evet, bu zamanın en büyük iki tehlikesi iman zafiyeti ve ahlaksızlıktır. Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Eyüb (a.s.) bahsinde, milletimizin maruz kaldığı bu büyük hastalığı şöyle tasvir ediyor:
“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.” 181
Eşref Edip ile yaptığı mülakatta bu endişesini,
“Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”
sözleriyle dile getirir. Bu büyük tehdit ve tehlike karşısında,
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum…”
182 diye feryat etmiş ve bütün ömrünü bu hastalığın tedavisine hasretmiştir.
İşte hepimize, bilhassa ilim adamlarına düşen vazife bu hastalığın tedavisine çalışmaktır. Zira bu mesele içtihad mes’elesinden binlerce defa ehemmiyetlidir. Her şuurlu insanın bunu idrak etmesi gerekir.
Gençlerimizin imansızlık ve sefahet belalarından kurtarılması, ancak ilim ve hikmet dairesinde yapılacak umumi bir irşad hareketiyle mümkündür. Evet insanları ikaz ve irşad etmek dinen vacip olduğu gibi, akıl nokta-i nazarından da lâzımdır. Zira, mârufu emr ve münkeri nehyetmek vazifesi hepimizin en büyük vazifemizdir. İman ve ahlâkı tahrip faaliyetleri organize olmuş komitelerce icra edildiğinden, bu tehlikeye karşı her müslümanın uyanık olması ve ıslah hususunda elinden gelen gayreti göstermesi gerekir. Ancak bu vazifeyi deruhte ederken, evvela emrettiği şeyleri kendisinin yaşaması, nehyettiği şeylerden de yine öncelikle kendisinin içtinap etmeleri gerekir ki, nasihatleri tesir etsin, insanlara faydalı olabilsin. Onların akıllarında hikmet, kalblerinde marifet uyandırmaya vesile olsunlar. Böyle olmadığı takdirde edilecek nasihat, söylenecek söz, hadd-i zâtında hikmete muvafık olsa bile te’siri mahdut kalır.
Şu da unutulmamalıdır ki, nasihatin ruhu hüsn-ü niyet, şartı da hüsn-ü tabirdir. Zira, güzel tabir hüsn-ü tesirin lâzımıdr. Halis bir niyet ile yapılan nasihat Allah’ın izniyle te’sirini gösterecektir.
İnsanların seviyesine uygun ve muvazeneli bir şekilde tatlı beyan ve güzel ifade ile edilen nasihatlar, herzaman te’sirini gösterir. Güzel bir fikir, tatlı bir ifade ile insana sihir gibi te’sir eder.
Son olarak şunu da ifade edelim ki, milletimizi manen çökertmeye çalışan dahili ve harici düşmanlar, gençlerimizin bir kısmını sefahetin kucağına atmışlarsa da imanlarını sarsamamışlardır. Çünkü bu milletin kalbinde ezelden beri Allah’a karşı bir muhabbet mevcuttur. Bunun izalesi mümkün değildir. Günah ve isyanlar ile zedelense bile, bir himmet ve gayret ile tedavisi mümkündür. İçtihâdî dedikodularla vakit geçirmek yerine, himmet ve gayretler bu noktaya hasredilmelidir.
Dipnnotlar:
178 Enfal Sûresi, 8/51.
179 Sözler.
180 Mektubât.
181 Lem’alar.
182 Tarihçe-i Hayat.