İçtihad Nedir?

Tabiîn Devrinde İçtihat

Tabiîn devrinde, İslâm aleminin her tarfında birçok ulema ve muhaddis yetişmiş idi. Bunların çoğu müçtehit derecesindeydiler ve birbirlerini asla taklit etmezlerdi. Sahabe-i kiramın ittifak etmiş olduğu mes’eleleri aynen kabul ederlerdi. Tabiin zamanındaki bütün sohbetler, nübüvvet nurunun yakınlığı sebebiyle feyizli ve bereketli îdi. O sohbetleri yapan ulemanın imanları dağlardan daha rasih, çelikten daha kavi idi. Vicdanları saf, akıl­ları berrak idi. Ashab-ı Kiram Efendilerimiz İslâm dininin zahir ve batınını Nübüvvet Güneşi (asm)’nden nasıl istihraç etmişlerse, bunlarda aynı yolu takip etmişlerdi.

Lakin ashab arasındaki ihtilaflı mes’elelerde; hangisinin rey ve fikrini daha kuvvetli ve kendi içtihatlarına daha uygun bulurlarsa onu tercih eder­lerdi. Sahabe zamanında temeli atılan içtihat ilmi, tabiin devrinde kemal noktasına ulaştı. Ve müstakil bir ilim halini aldı.

O devir, müçtehitler sayesinde cidden bir ilim ve irfan asrı haline gelmiş­ti. O dönemin erbâb-ı irfanı bütün himmetlerini ilim ve marifetin terakki ve tealisine, bilhassa içtihat ilmine hasretmişlerdi. Zira onların nazarında en yüksek maksad insanların müşkillerini halletmek için Kur’an ve hadisler­den fer’i mes’eleleri istinbat ve istihraç etmekti.

O zamanda yetişen ulema Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hakiki ma­nada vârisiydiler. Onlar dünyaya ait servet, makam, şöhret ve ihtişam gibi fâni meziyetlere bedel fazileti tercih etmişlerdi. Bu zâtlar dünyanın şan ve şerefine iltifat etmediler, fakat şan ve şeref de bunların peşini bırakmadı. Bu bahtiyar insanların hayatları inceden inceye tedkik edildiğinde görülür ki, bunlar dünyaya zevk ve sefa için değil, sadece fazilet ve irfan için gel-mişlerdi. Fazilet, ilim ile ubudiyetin ittihadından hasıl olan ulvi bir seciye­dir. Bunun ruhu ve esası rızay-ı İlâhîdir ki, maddî-manevî hiçbir şeye hatta cennete bile vasıta edilemez. Evet, fazilet hissi dünyevi ve şehvanî zevkler­den çok daha mümtazdır. Tatmayan bilemez, zevk etmeyen anlayamaz.

İslâm tarihi bize gösteriyor ki, ilim ve irfanın en muhteşem ve en feyizli dönemi Asr-ı saadetten sonra, tabiin ve tebe-i tabiin dönemi olmuştur. O zamanda bütün Müslümanlar dine karşı derin bir hürmet, hakiki bir mu­habbet beslerlerdi. İman ve Kur’an sadece kalp ve vicdanlarında hükmet­mekle kalmıyor, hareketlerine de bütün haşmetiyle aksediyordu. İnsanla­rın büyük çoğunluğu, herşeyden ziyade ilim meclislerine rağbet ederlerdi. O meclislerde cereyan eden hâdiselerden ve sohbetlerden ders alırlardı. O asırda bütün ulemanın istidat ve kabiliyeti tamamen içtihada yönelmiş ve kısa bir zaman zarfında binlerce alim, içtihat aleminde pek parlak mevkiler ihraz eder hale gelmişlerdi.

İmam-ı Azam, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed Hazretle­ri gibi dahî alimler, nevvar dimağlar bu devirde zuhur eden ilim ve irfan meş’aleleridir. Risalet güneşinin en yakın vârisleri bunlardır. Bu zâtları, kendilerinden sonra gelen asırlardaki alimlerden mümtaz kılan meziyetler­de, bu yakınlığın payı çok büyüktür. Bundan dolayıdır ki daha sonra gelen fukahanın hiçbiri bu alimlere yetişememiştir. O devre arifane bir nazar ile bakılınca görülür ki, müçtehidin-i izam hazretleri dâima hikmet ve ma­rifetin teâlisiyle meşgul olmuşlardır. Hayatın en âli zevk ve sürürünü bu meşguliyetlerinde bulmuşlardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu