Edille-i Şer’îyye
Şer’i delillerin esası, Kitabullah ile sünneti Nebeviyedir. Dinimizin başlıca hükümleri bu iki menbadan iktibas olunmuştur. Peygamberimiz zamanında ahkâm-ı şeriyye bizzat Peygamberimizden alınır, talim edilirdi. Edille-i şeriyyenin birincisi olan âyet-i celileler nazil olduktan sonra bu âyetler bizzat Peygamber Efendimiz tarafından izah ve beyan olunurdu. Resûlullâh Efendimizin (a.s.m.) yaptığı bu izahlardan ve içtihatlardan şer’i delillerin ikincisi olan sünnet-i seniyye teşekkül etti. Peygamberimizin ahirete teşrifinden sonra meydana gelen yeni hadislerden dolayı icmâ ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç hasıl oldu. Evet zamanın teceddüdü ile vukuatın teceddüdü bu ihtiyacı zaruri kıldı. Nitekim bir hüküm eğer Kitap’ta sarahaten mevcud ise onunla amel olunur. Kitap’ta yoksa sünnete müracaat ediler. Orada da bulunmazsa icma ve kıyasa başvurulur.
1) Kur’an-ı Kerim:
Edille-i Şer’iyyenin birincisi Kur’an-ı Azimüşşandır. Kur’an-ı Kerim bütün beşeriyetin rehberi olan bir Kitab-ı İlâhî ve ebedî hidâyet kaynağıdır. İnsaniyetin ebedi saadet ve selameti bu kutsi kitabın hükümlerine, emir ve tavsiyelerine uymakla mümkündür. Çünkü İslâm dini, Kur’an ile kemal bulmuştur. İslâm şer’iatının esası ve temeli O’dur. Dine ait umum kaideler O’nda icmalen zikrolunmuştur. Zaman ve mekanın değîşmesiyle O’ndaki hükümler değişmez. Ezelden geldiği gibi ebede gidecektir.
Bediüzzaman Hazretlerinin güzel ifadeleriyle Kur’ân-ı Kerim:
“Hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi., ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi., ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası., ve zât ve sıfat ve esma ve şuun-u İlâhîyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-i katıı, tercüman-ı satıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi., ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ’ ve ziyası., ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hadîsi…” 76 dir.
Evet, Kur’an-ı Kerim aklın maverasında, zekânın fevkinde bir mürşid-i azamdır ki, âlem-i beşeri itidal ve istikamete davet eder ve sırat-i müstakim-i gösterir. Kur’an-ı Kerim bütün insaniyet âleminin yegane hikmet, hidâyet, feyz ve marifet kaynağıdır. O’nun her bir âyeti yüzlerce-binlerce hakikatleri ihtiva eder. İnsanları her vadide kemalatın şahikasına yükseltecek bütün prensipleri ihtiva etmektedir. Hayatın her safhasında muzaffer olmak için onun koyduğu yolu takip etmek gerekir. İhata ettiği metod ve prensipler nazara alınıp onlara temessük edilmezse muvaffakiyet mümkün değildir. Çünkü Kur’an beşere selamet yollarını gösteren bir kanunlar manzumesidir.
Beşerin mübtela olduğu bütün hastalıkları izale ve tedavi edecek yegane tabip Kitabullah’tır.
Bu kudsî kitabın bütün lafız, ibare, delâlet, işaret ve manaları ulvîdir, ilâhîdir ve birer hidâyet yıldızıdır. Onun kutsi ve ulvî meşalesi kıyamete kadar ziya verecektir. O, engin ve zengin bir belagat ve fesahet mucizesidir. Ondört asır evvel Hicaz kıtasında tulû eden bu manevi güneş kendine teveccüh eden akıl ve kalbleri tenvir eyledi ve ilelebed de edecektir.
Evet, Kur’an-ı Kerim âleme rehber olacak bir kitâb-ı celîldir. O’nun getirdiği ahkamı-ı âliyesine itaat edenler fert olsun, millet olsun veya devlet olsun, iki dünyanın saadetine nail olurlar. Zira Kur’an-ı Azimüşşan her vecihle hikmet ve maslahata muvafıktır. İhtiva etmiş olduğu hükümler fenni ve akli delillerle de teyid edilmiştir.
Fikr-i beşer terakki edip ilim ve fünun yükseldikçe Kur’an’ın ehemmiyet ve mertebesi daha iyi anlaşılacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle Kur’an-ı Kerim:
“İnsanlara hem bir kitab-i şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kîtabları tazammun eden tek, cami’ bir kitab-ı mukaddes…”77 tir.
Demek oluyor ki, Kur’an-ı Kerim sadece şeriat ve ahkam âyetlerine münhasır değildir. 6666 âyetin sadece 500 tanesi ahkama aittir. Bu âyetlerde kâide-i külliye halinde ve mücmel olarak zikredildiği için şer’i hükümlerin bütün teferruatını ve istikbâlde gelecek yeni hâdiseleri bu âyetlerde sarahaten bulmak mümkün değildir. Bu mücmel âyetlerin tafsil ile beyan edilmesi başta Sünnet-i Seniyye ve sonra icmâ ve kıyas ile gerçekleşmiştir.
2) Sünnet-i Seniyye:
İslâm dininin Kur’an-ı Kerim’den sonra en büyük temeli hadis-i şerifler ve sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i Seniyye kuvvetini Kur’an’dan alır ve O’nun birinci tefsiridir. Müçtehidîn-i kiram efendilerimiz Kur’an’dan ahkâm istinbat ettikleri gibi hadis-i şeriflerden de Şer’i hükümleri çıkarmışlardır. Buna binaen İslâm dininin Kur’an’dan sonra en büyük esas kaynağı Sünnet-i Seniyyedir.
Sünnet-i Seniyye’yi, ya gafletlerinden yahut ihanetlerinden dolayı şer’î delil kabul etmeyen bazı çevreler, Müslümanların zihinlerini fazlasıyla karıştırdıkları için, bu şer’î delil üzerinde biraz daha geniş olarak durmak zarureti hasıl olmuştur.
İslâm dini, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye namıyla iki şubeye istinat eder. Hâriciler, “Biz Kur’an’dan başkasına bakmayız. O bize yeter.” diyerek Peygamber’in sünnetini tanımamak istemişlerdir. Yalnız birincisini kabul edipte ikincisinden i’raz eden, yüz çevirenler ilk defa Hariciler olmuştur. Hariciler, bunu idraksizliklerinden yapmışlardı. Bir kısım mülhidler ve muarızlar da aynı fikri Müslümanları şek ve şüpheye düşürüp İslâmiyeti tahrip etmek niyetiyle yapıyorlar. Bunlar önce Kur’an’a dil uzattılar. Bunu başaramayınca yeni bir entrika çevirerek peygamberimizin şahsiyyetine çeşitli iftiralarda bulundular. O’nun hayatında güya çeşitli noksanlıklar ve ayıplar bulmaya çalıştılar. Bunda da muvaffak olamayınca son çare olarak, “Kur’an bize yeter”, diyerek sünnet-i seniyyenin önemini insanların nazarından düşürmeye gayret ettiler. Bu gibi insanlar,
“Kur an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” 78
âyetiyle Kur’an’ı ve onun tefsiri olan sünneti koruyacağından gafildirler.
Hadis-i şerifler ve onların ortaya koyduğu hükümler anlaşılmadan Kur’an’ı anlamak oldukça zordur. Kur’an’ın anlaşılmasında hadis ve sünnete ihtiyaç zaruridir. Çünkü Kur’an; şeriatın hüküm ve kanunlarının, prensip ve metodlarının metnidir. Sünnet ise; O’nun şerh ve izahı mesabesindedir. Bundan dolayı bir mes’elenin hükmünü istihraçta bir müctehid için tevessül olunacak yol; bu iki müstakim menbadan faydalanarak içtihat yapmaktır. Zira umumiyet ifade eden âyetlerin şamil oldukları hükümleri, mutlak olarak zikredilenlerin de kayıtları hadislerle beyan buyurulmuştur.
Kur’an’daki hükümlerin bir kısmı külli, bazıları mücmel hükümlerdir. Bunlarda cüz’iyata ve teferruata ait tafsilat yoktur. İşte Kur’an’dan külli yahut mücmel veyahut müşterek veya hafi olan bu âyetlerin manalarını Peygamber Efendimiz, sözleri ve işleri ile beyan buyurdu. Tefsir ve izah ederek bu suretle onlardan ne gibi manalar kasdedilmiş olduğunu anlattı. Kur’an’da sarahatle ifade edilmeyen hükümleri açıkladı. Çünkü Peygamberin vazifesinden biri de bu idi, Kur’an’ı beyan ve tefsir etmekti.
Ebu Hanife: “Sünnet olmasaydı kimse Kur’an’ı anlayamazdı.” demiştir. 79
Şatıbî, “Sünnet, kitabı tefsir eder, kim sünneti bilmeden kitaba sarılırsa, sünnetten uzaklaştığı gibi kitaptan da uzaklaşır.”der. 80
Ahmed Emin ise şu beyanda bulunur:
“Mücmel, mutlak, müşkil ve amm birçok âyetler vardır. Resûl’ün sözü ve ameli bunları beyan, takyid ve tahsis eder. Kur’an’ın mücmel olarak zikrettiği namazı, Nebi’nin fiili tafsil ettiği gibi, onun vakit ve keyfiyetini de açıklamıştır. Kur’an, şarabı haram kılmış, şaraptan muradı ve miktarını hadis beyan etmiştir.”
“Kur’an’ın lafız ve manaları Allah’dan vahiy suretiyle gelmiştir, sünnetin ise lafızları Resûle aittir. Sünnet ve hadisler birçok âyeti açıklamıştır.”81
tafsilat Kur’an-ı Kerim’de mevcut değildir. Bu tafsilatı şeriatın ikinci delili olan sünnet deruhte etmiştir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m) bir hadisi şeriflerinde
“Sallû Kema Raeytumuni usalli.”82 (Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öyle kılınız.)
buyurmuştur ki, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) namaz kılma şekli Kur’an’daki namaz kılma emrinin beyan ve tefsiri demektir.
İmran b. Husayn sünneti kabul etmeyen birisine: “Kur’an’da yatsıyı dört rekat akşamı üç rekat, sabahı iki rekat, öğleyi ve ikindiyi de dörder rekat olarak kılınacağını görebiliyor musun?” deyince adam “Hayır” dedi. İmran ise, “Bunları nereden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise onu Resûlullah’dan almadık mı? Kırk koyunda bir koyun zekat vermeyi Kur’an’da bulabiliyor musunuz?” deyince adam yine “Hayır” dedi. İmran yine “Bunları kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise Nebi’den almadık mı?” diyerek misalleri çoğalttı. Sonra da “Resûl size neyi verdiyse onu alınız, sizi nehyettiği şeyden de kaçınınız.” 83 âyetini okuyarak “Bilinmeyen birçok şeyi Resûlullah’dan aldık.” dedi. 84
Eğer sünnet, Kur’an’ı izah etmiş olmasaydı, Kur’an sadece nazari bir kitap olarak kalır ve herkesin keyfî yorumuna açık olurdu. Böylece ittihaddan ziyade ihtilaf ortaya çıkardı. Bu cihet, Kur’an-ı Kerim’de açıktır. İşte bundan dolayı Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından az değildir.
Demek ki, Kur’an da hadis de vahyin semeresidir. Ancak Kur’an vahyin en yüksek mertebesinde gelmiştir. Çünkü Kur’an’ın hem lafzı, hem manası Allah’dan olduğu için Kur’an birinci derecede ise de Kur’an’ı anlama ve hayata tatbik etme noktasında hadis ve sünnet-i şerif ön plana çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’ın getirdiği mücmel hakikatleri anlamak ancak sünnetle mümkündür. Binaenaleyh hadis ve sünnetin getirdiği hükümlere de sımsıkı sarılmak ve ferdî ve içtimaî hayata tatbik etmek zaruridir. Zira sünnet, kitabın tefsir ve beyanıdır.
Sünnet’i Terkedip; Yalnız Kur’an ile Amel Etmek İsteyenler
Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur’an-ı Kerim’in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, edille-i şeriyyenin diğer delilleri olan Sünnet, İcma ve Kıyas’ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur’an’ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm’ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu Müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna hakları da yoktur.
Malumdur ki, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp inkıyada memur oldukları gibi, hadislerle buyrulan şer’i hükümleri de kabullenmeye mecburdurlar.
Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve sair sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.
Evet, Kur’an-ı Azimüşşanın gölgesine sığınarak yanlış telkinatta bulunan bir kimse hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir Müslüman ne kadar âmi de olsa Kur’an’ı Azimüşşanın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm’ın ikinci bir delili ve nokta-i istinadı olduğunu yakinen bilir ve öyle de itikad eder.
Şu hâlde, “İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz.” diyerek, sünnet-i şerifi nazar-ı itibare almamak ona kıymet vermemek Peygamberimizin değerini ve vazifesini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
“Bana Kur’an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi.” 85
Başka bir hadis-i şerifte de
“Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da ‘Aramızda Allah’ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız.’ derse (bilsin ki) Resûllullah’ın haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” 86 buyurulmuştur.
Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur’anda aslı vardır. Sünnet, kitaba râcîdir. Onun mücmelini tafsil, müşkilini tavzih eder, muhtasar olanını da genişletir. 87
Şatıbî, Kur’an ile iktifa fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, “Bid’at ehlinden bir çoğu hadisi terkedip Allah’ın kitabını yanlış te’vil ederek hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” der. 88
“Muhakkak ki, O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz, şüphesiz O’nun hıfzedicisi de biziz.”89
âyeti ile bu iki esastan Kur’an-ı Azimüşşan’ın elfazı gibi manaların: da muhafaza etmeyi tekeffül etmiştir. İslâm uleması buradaki muhafazanın Kur’an’ı olduğu gibi sünneti de şamil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur’an’ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de yani
“Biz sana Kur’an’ı, insanlara indirilen ahkâmı beyan etmen için indirdik.”90
âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen “beyan” Kur’an’ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimizin sünnet ve hadisleri ile olur.
“Resûlullah’ın size getirdiklerine yapışınız. O’nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah’dan korkunuz. Çünkü Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” 91
Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir:
“Peygamber size her ne verdiyse onu ahzedin…, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah’dan korkun da Allah’ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının…” 92
Büyük müfessir Mehmed Vehbi Efendi de bu âyet-i kerime hakkında şöyle buyurur:
“Kur’an’da en ziyade mücmel ve müfid ve bilumum ahkâmı cami’ olan âyetlerden birisi de bu âyetdir. Çünkü bu âyet, kavice ve fiilen emir ve nehy-i Resule şâmil olduğu gibi bütün menhiyat ve me’mnrata da şamil olduğundan ahkâm-ı şer’iyeyi bu âyet tamamiyle cami’dir. Zira, dünyevî ve uhrevi, insanların ahvaline müteallik bir hüküm olsun da emir veya nehy-i Resulden hark olsun, olamaz. Binaenaleyh, elbette bunlardan birinin müştemilatından olacağı aşikardır. Çünkü, gerek Kur’an’da, gerek hadisde beyan ve oralardan istinbat olunan ahkâmın cümlesi bizlere Zât-ı Nebevilerinden geldiği için her biri O’nun emir ve nehyinde dahildir.” 93
Şu hale göre Kur’an sünnetsiz, sünnet de Kur’ansız tasavvur edilemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hasta-lıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur’an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez.
Evet, nasıl Cenâb-ı Hak, hafızlar ile Kur’an’ı hıfzetmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmişdir.
Sünnetin Ehemmiyeti
Müslim, sünnetin ehemmiyetini şu şekilde özetler:
“Resûlullah (a.s.m.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya yapmışsa, bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve attığı her adım; dalâlet ve kötülükten uzaktır. Bütün söz ve fiilleri, Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, onun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün insanlar Hazret-i Peygamber’in hayatının her anını kendilerine örnek almalıdırlar. O’nun (a.s.m.) hayatı, canlı bir Kur’an-ı Kerim ve İlâhî nizamnamedir.” 94
Kur’an ve hadis kitaplarında, “sünnet-i seniyyeye ittibâın, dinin vazgeçilmez bir esası” olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Ayetler:
“Ey îman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 95
Tefsir alimleri “onu Allah’a ve Resûlüne götürün” emrini, “Kur’an’a ve sünnete müracaat edin”, şeklinde tefsir etmişlerdir. Hamdi Efendi bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
“Ey ehl-i iman Allah’a itaat ve Resule itaat ediniz, sizden olan ulülemre de” – dikkat edilmek lazım gelirki Allah ve Resulü hakkında “itaat edin” diye itaat itlakı üzere tasrih edildiği hâlde ulülemr hakkında ayrıca “Peygambere ve sizden olan ulül emre itaat edin” buyurulmayıp; bunlara itaat Resûle atfen ve mahza itaati Resûle tebaan emrolunmuş ve bu suretle tâbi’ıyyet tahtında itaatin hem aynı kuvvetle mutlak olduğu gösterilmiş, hem de isyan mevki’leri hükümden hariç bırakılmıştır.”
“Şu halde âmirin her emri, me’muru mes’uliyyetten kurtarmağa kafi gelmez. Bil’farz bir me’mur âmirinin emrile rüşvet alsa veya sirkat yapsa mes’uliyyetten kurtulamaz. Bu ma’nâ “âmirin hilâf-ı kanun emri, me’muru mes’uliyyetten kurtaramaz” diye de ifade olunur.”
“Şayan-i dikkat olan kayıdlardan birisi de müminlere hitaben kaydıdır ki ma’nâsı vazıhdir. Mü’minlerden olmayan ulülemre itaat dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riâyet mevzubahs olacaktır. Fakat taatin adem-i vücubundan behemehal isyanın vücubunu anlamağa kalkışmamalıdır, itaatin adem-i vücub-u isyanın vücubunu müstelzim olmayacağından itaat mecburiyyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-ı mü’min bir muhitte bulunan mü’minlerin, şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaz’iyyetinde telakki edilmemeli ve belki mü’minlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resûlüne karşı ma’siyetten ictinab ve ayni zamanda kendilerinden olan ulülemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir.”96
“Binaenaleyh ey mü’minler -gerek suret-i umumiyyede biribirinizle ve gerek ulülemr ile beyninizde, gerekse ulülemr olanlar arasında- her hangi bir şeyde niza’ ederseniz onu Allah’a ve Resûlüne redd ü irca’ ediniz. Yani mücerred kendi keyf ü arzunuzla faalle kalkışmayınız. Müsademelere düşmeyiniz, başkalarına da gitmeyiniz de evvelâ Allah’ı, saniyen Resûlullah’ı kendinize merci’ biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda yegane hakem ve hâkim Allah ve Peygamberi tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi fikirlerinizi Allah’ın ayatına ve Resûlullah’ın beyanatına tatbik ve tevfik ederek tevhid ediniz ki Allah’a müracaat iman-ı tevhid de ihlâs ile âyâtullahı taharri ve tetkik, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ba’dehu sünnetine ve hulefasına arz-ı keyfıyyet ile olur.” 97
“Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 98
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” 99
“De ki, Ya Muhammed! Eğer Allah’ı seviyor idiyseniz bana tabi’ olunuz, öyle yaparsanız Allah sizi daha çok sever ve günahlarınızı bağışlar. Allah Gafur ve Rahimdir.” 100
Bediüzzaman Hazretleri bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle buyurur:
“Şu âyet diyor ki: Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten sîz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.” 101
Mevdûdî sünnete teslim olma konusunda şu ifadelere yer verir: Hazret-i Resûl’ün (a.s.m.) sünnetinden bir santim bile ayrılmak, Allah ve Resûlü tarafından daha az sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız teslimiyettir. Resûlullah’ı seven O’na tüm olarak teslim olmalı, itaat etmelidir. 102
Bu vesileyle Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sünnete ittiba ile ilgili bazı parçaları arzetmekte fayda görüyorum:
“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-î iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalalettir ve büyük hatadır. Âdât-ı seniyesi ve harekât-i müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu’cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.”103
“Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem’in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-mîskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.” 104
“Sünnet-i Seniye, edepdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenâb-ı Hakk, habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.” 105
“Allah’a ve Resûlüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddıklar, şehidler, sâlihler ve Allah’ın kendilerine in’am ve ihsanda bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır.” 106
“Her kim Resûle itaat ederse Allah’a itaat etmiştir.” 107
“Sizden Allah’ı ve âhiret gününü dileyen ve çokça Allah’ı hatırlayanlar için Resûlııllah’a tâbi’ olmakta güzel bir istikamet vardır.” 108
Allah-u Teâla Hazretleri, Peygamberimizin (a.s.m.) ve onun Sünnet-i şerifinin ehemmiyetini bu âyetler ile altından bir kordon gibi işlemiştir.
Sünnet-i seniye huzur ve saadetin menşei ise, Kur’an-ı Kerim de onun öz kaynağıdır. Bu cihetle aralarında sathi bir alakadan ziyade ruhun cesede, aslın ferine taalluku nisbetinde külli bir münasebet ve kuvvetli bir rabıta vardır. Buna binaen ferdî ve içtimaî huzur ve saadet bu ikisine uymakla tahakkuk eder. Necip hisler bu iki menbadan feyz alır, tekâmül eder. Şu halde her ikisine de her zaman ve her yerde tabi olmak vacibtir. Her ikisi de feyz-i Hüda’nın şualarıdır. Bunlardan tecelli eden feyz hangi kalbe konarsa o kalp marifet ve muhabbetullahın cilvegâhı olur. İkisini birbirinden ayıranlar, yani sünnetten müstağni kalarak, Kur’an bana kafi gelir diyenler, hem Kur’an’ın nurundan, hem de Peygamberimizin feyzinden mahrum kalırlar.
Resûlullah (a.s.m.)’ın Sünnetine İmtisali, Kur’an île Hadis Arasında Kopmaz Bir Bağ Olduğunu Bildiren Hadisleri:
Ebu Dâvud, Irbâd b. Sâriye’den rivayet etmiştir:
Resûlüllah (S.A.) bir gün bize namaz kıldırdı, sonra yüzünü bize çevirdi, öyle beliğ bir konuşma yaptı ki, kalbler ürperdi, gözler yaş döktü. Dinleyenlerden bir adam,
“Ya Resûlallah! Sanki bu veda eden birisinin konuşmasıdır. O halde bize ne gibi şeyleri vasiyet edersin?”, dedi. Resûlallah,
“Size Allah’ın azabından korkmayı, rahmetinden ümidvar olmayı, siyah bir köle de olsa büyüklerinizi dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Biliniz ki, aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman benim sünnetime ve doğru yolda giden râşid halifelerimin sünnetine sarılınız. Sadece bunlara yapışınız. Sakın başka yollara sapmayınız. Dinde yeni işler yapmaktan şiddetle sakınınız. Çünkü dinde yapılacak her yenilik bid’at, her bid’at ise sapıklıktır. Sapıklığın her çeşidi insanı ateşe iter.” buyurdular.
Müslim, Câbir (r.a.) den rivayet etmiştir:
Resûlullah (a.s.m.) konuştuğu zaman -sanki akşama sabaha düşmanın geleceğini ihtar eden bir kumandan gibi- gözleri kızarır, sesi yükselir, gazabı artardı. Bir defasında şehadet parmağı ile ortanca parmağını uzatarak şöyle dedi:
“Kıyametle aramda şu iki parmak arasındaki kadar mesafe kaldığı bir sırada ben gönderildim. Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabı, yolların en hayırlısı da Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötüsü, dinde yapılan mesnedsiz yeniliklerdir. Dinde yapılan her yenilik bid’attır ve her bid’at da sapıklıktır.”
Buhari ve Müslim, Enes (r.a.) den rivayet etmişlerdir:
Resûlullah (a.s.m.), “Sizden hiç biriniz -ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar- iman etmez.” buyurmuştur. 109
Hazret-i Peygamber: “Allah-u Teâla’nın rahmeti benim vekillerim üzerine olsun.” diye buyurmuş. “Vekilleriniz kimlerdir?” diye sorulunca, “Sünnetimi yaşatıp Allah Teâla’nın kullarına öğretenlerdir.”, cevabını vermişlerdir. 110
“Musa İbn-i İmran zamanımda bulunmuş olsaydı bana tabi olmaktan başka, bir şey yapamazdı.”
buyuran Seyyidi’l-Mürselin hem sünnetin ulviyeti ve kudsiyetini hem de kendine tabi olmanın vücubiyetini veciz bir ifade ile ortaya koymak tadır.
Demek oluyor ki, Hazret-i Musa gibi kitap sahibi bir peygamber için dahi bütün kamillerin en ekmeli olan Peygamber Efendimize (a.s.m.) tabi olmaktan başka bir çare olmadığı halde, bizim gibi ami ve günahkar ümmetin böyle bir Peygamber-i Alişan’ın sünnetine ittiba etmemiz, bizim için ne kadar büyük bir saadet ve bir bahtiyarlık olduğu anlaşılır.
“Nebinizin sünnetini terkederseniz, dalalete düşersiniz.” 111
“Bir kimse benim getirdiğime değil, hevasına tabi olursa gerçek mü’min olamaz.” 112
“Sünnetimi terkedene Allah ve ben lanet ederiz.” 113
“Sünnetimden yüz çeviren benim yolumu takibetmiş değildir.” 114
“Bizim yolumuza uymayan bir işi yapanın bu ameli merdudtur.” 115
Bunlar, bu konuda vârid olan âyet ve hadislerden bir nebzedir. Kur’an’da ve hadis kitaplarında sünnete sarlımanın, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Hal böyle olunca “yalnız Kur’an ile amel edelim” iddiası ciddiyetten uzaktır. Samimi müslümanlar bu tür iddialara kulak vermezler.
Sünneti İslâm’dan Tecrid Etmek İsteyen Gruplar
1. İslâm’ın amel ve uygulama boyutunu daraltıp, İslâm’ı tatbikî ve amelî sahadan tecrid ederek sadece fikrî ve kalbî rabıtalara bağlamaya ve “İslâm bir vicdan meselesidir.” diyerek avam-ı nası, İslâm’ın yaşanan ve uygulanan değerlerinden uzaklaştırmaya çalışan kasıtlı ihanet şebekeleri.
2. İslâm dininin, diğer semavi dinlere karşı gittikçe yayılmasını hazmedemeyen taassub sahibi bir kısım müsteşrikler.
3. Selef-i salihini, müçtehitleri ve mazideki İslâm ulemasını, akıllarınca küçük düşürerek, gurur-u ilmilerini, enaniyetlerini sergilemek isteyen, şan ve şeref, alkış ve şöhret hissi ile, sünnete karşı çıkarak efkar-ı ammede görünmek sevdasına kapılan şöhretperestler.
4. İlmi seviyesi, Sünnet-i seniyenin, dinin menbaı olduğunu idrak edemeyecek kadar nakıs olanlar….
5. Güya Kur’an’a tazim mülahazası ile sünnete ehemmiyet vermeyen sadık ahmaklar.
İslâm tarihinde ilk defa sünnet ve hadislere karşı çıkan Hariciler olmuştur. Hariciler, dinde mutaassıp muhakeme-i akliyede noksan insanlardır. İlk defa Müslümanlar arasında tefrika çıkararak İslâmiyet’e darbe vuranlar da yine bunlardır. Son asırlarda Havariç tıynetinde olan bazı kimseler de, Kur’an’dan başkasını tanımayız diyenler de ortaya yeni bir şey koymamışlardır. Günümüzde Peygamberin çizmiş olduğu sünneti tanımak istemiyenler ya Kur’an ve hadis hakkında hiçbir fikri olmayanlar, yahut içine daldıkları nimet kendilerine onu vereni unutturan, boğazına kadar zevk ve eğlenceye dalarak yalnız dünya hayatına razı olanlardır.
Hadislerin Sıhhati
Sual: Peygamberimizin (a.s.m.) söylemediği herhangi bir sözü, söylemiş gibi ona isnad edenler hakkında İslâm âlimleri ne hüküm vermiştir?
Cevap: İslâm fukahâsı, Peygamberimize (a.s.m.) isnad ederek kasden yalan söylemenin kat’i haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Resûlullah Efendimiz,
“Her kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buharî, İlm 38, Cenâiz 33, Enbiyâ 50, Edeb 109; Müslim Zühd 72)
buyurarak ümmetini böyle bir cürmden şiddetle nehyetmiştir.
Efendimizin (a.s.m.) söylemediği herhangi bir sözü hangi maksat ve ne suretle olursa olsun kasten ona isnad ederek uyduranların küfürden sonra en büyük bir günahı irtikab ettiklerine hükmetmişlerdir. Hatta Babanzâde Ahmed Nâim Efendi, Zehebi’nin “Cevahir” adlı eserinden şu nakli yapmaktadır:
“Hadis uyduranın küfrüne hükmolunmazsa da uydurulan bu hadisler eğer helal ve harama ait olursa, o zaman bilicma tekfir olunur (kafir olduğuna hükmedilir).”
Uydurma Hadisler
İslâm tarihi incelendiğinde “hadis uyduranların” dört gurup olduğu görülür:
1. Dini hafife alıp, Müslümanları dalalete götürmek gayesi güden zındıka cereyanları,
2. Kendi batıl mezheplerini takviye maksadı taşıyanlar,
3. Siyasi mülahaza ile taraftarlarını muhafaza etmek ve rakiplerinin etkilerini kırmak isteyenler,
4. Müminleri ibadete teşvik etmek, dine meyillerini ziyadeleştirmek gayesiyle cahilâne bir cüret gösterenler.
Hadis İlmi
Hadis ilmi, Resûlullah Efendimizin sözleri, fiilleri, takrirleri ve sıfatlarını bildiren ilimdir. Dine ait en mühim kanunları, prensipleri ihtiva eden, maddî ve manevî bir feyz ve bir tekemmül kaynağıdır. İtikad ve ibadete, ahlak ve içtimaiyata, marifet ve fazilete ait yüzbinlerce hadis-i şerif vardır. Hadis alimleri, fevkalade bir himmet ve gayret göstererek, şark ve garbe hicret eden sahabeleri arayıp bulmuşlar, bu hadisleri, tasavvurun fevkinde bir dikkat ve itina ile o zâtlardan almışlardır. Bu vefakâr ve fedakâr zâtlar, bir hadis-i şerifin ne suretle ve kimler vasıtasıyla Peygamberimiz’den nakledildiğini öğrenmek için şehir şehir, diyar diyar seyahat etmişlerdir. Böylece Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim gibi muteber hadis kitaplarını vücuda getirmişlerdir. Bu gibi gayretli ve hamiyetperver zâtların sayesindedir ki, İslâm aleminde hadis ilmi fevkalade bir inkişafa mazhar olmuştur.
Bütün hadis-i şerifler; daha birinci asırda sahih senetleriyle zapt ve ihata edilmiş, tafsilat ve teferruatına varıncaya kadar, gayet müdakkikane, derin tahkikatla bütün İslâm alemine neşr edilmiştir. İslâm’ın hususiyetlerinden olan ittisal senedi (senet zinciri) sayesinde, selef-i salihin zamanından beri bütün hadis-i şerifler tamamen mazbut bir halde yazılmış ve kitaplar haline getirilmiştir. Hatta, bir hadis-i şerifin ne kadar ravisi varsa hepsi bu kitaplarda yazılmıştır. Meselâ Sünen-i İbn-i Mâce’de,
“Sevap isteğiyle yedi sene müezzinlik yapan adam için cehennem ateşinden bir beraat (kurtuluş) yazılmış olur.” 117
hadis-i şerifinin on bir râvisinin de isimleri yazılmıştır. Bunlar Ebu Kureyb, Muhtar ibn-i Gassan, Hafs ibn-i Ömer, Câbir, İkrime, İbn-i Abbas, Ravh ibn-i Ferec, Ali ibn-i Hasan, Ebu Hamza, Cabir, İkrime ve İbn-i Abbas’dır. Bundaki hikmeti Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklıyor:
“An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-î hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senedde, o an’anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.” 118
Bu hiçbir peygambere nasip olmamış müstesna bir mazhariyettir.
Hadis ilmi ayrı bir meslek ve müstakil sahadır. O sahada, hüneri ve melekesi olmayanın söz söylemesi hikmet ve hakikata uygun olmaz. Selefi salihin hadislerin kısımlarını, sahihlerini ve zayıflarını, meşhur, mütevatir, müteşabih, nâsıh, mensûh gibi mertebelerini birbirinden ayırmak için birçok külli kaide tespit etmişlerdir. Bunların tümüne birden “Usul-ü Hadis” denilmiştir. Usul-ü Hadis, başlı başına bir ilimdir.
“Hadislerin zamanında gerekli değerlendirmeleri yapılmış; sahih olanlar olmayanlardan ayrılmış; kendileriyle amel meselesinde her nevi hadis için bir değer ölçüsü konulmuş; fakihler onlardan gerektiği şekilde hüküm istinbat etmişlerdir. Artık Müslümanlara düşen, fıkıh kitaplarında hazır hale getirilen malzeme ile amel etmekdir.” 119
Hadis ilminde mahir ve mütehassıs zâtlar, bitmez tükenmez gayretleriyle mevzu’ (sahih olmayan) hadisleri sahih hadislerden ayırmışlardır. Bu hususta müteaddit kitaplar yazmışlar ve hadis uydurma faaliyetinin kökünü kurutmuşlardır. Bilhassa Buharî, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban, Ebu Nuaym, Darekutnî, Suyutî gibi birçok mütebahhir alimler, büyük bir titizlikle sahih hadisleri seçerek kitaplar haline getirmişlerdir.120 Nitekim Darekutni, “Ben sağ iken hiç kimse Peygamberimize yalan söz isnat edemez.” buyurmuştur.121
Bir sözün hadis olup olmadığını anlamakta mütehassıs olan bu zâtlara “Ricalü’l-Hadis” (Muhaddis) denilir. Bunların hayatları inceden inceye tedkik edilmiş ve ortaya yeni bir ilim dalı çıkmıştır ki buna cerh ve ta’dil denir.
Ayrıca muhaddisler rivayet ilmine pek büyük ehemmiyet vermişler ve bunu en yüksek mertebeye çıkarmışlardır. Hem her hadisin müteselsil ve mevsuk senetlerini, ravilerini ve ravilerin ahvallerini gayet müdakkikane tespit etmişlerdir. Bu ise yeni bir ilim dalı haline gelmiştir.
Hadislerin sıhhati hakkında Üstad Bediüzzaman şu tespitlerde bulunmuştur:
“…Sahabelerin ellerinden, binler Tabiînin muhakkikleri el atıp almışlar; sağlam olarak ikinci asır müçtehitlerinin ellerine vermişler. Onlar da kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş.”
“Hem Asr-ı Saadette yazılan Kütüb-ü Ehadîseye sağlam olarak devredilip, tâ Buhari ve Müslim gibi ilm-i hadîsin dahî imamlarının eline geçmiş. Onlar da, kemal-i tahkik ile meratibini tefrik ederek, sıhhati şübhesiz olanları cem’ederek bize ders vermişler, takdim etmişler.”122
“Zâten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır. Hususan Buhari, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ı sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buhari’de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir.” 123
“İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdânların karıştırdıkları mevzu ehadîsi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celaleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadîs-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.”124
Tarihin şehadetiyle sabittir ki, mazide olduğu gibi Peygamberimize yalan isnad edenler, hadis uyduranlar bugün de, yarın da çıkabilir. Ancak usûl-ü hadis ilminin koyduğu kaideler birer miyar ve mihenk taşıdır ki, altını bakırdan, hakkı batıldan temyiz eder.
Peygamberimizin (a.s.m.) kelamı ile uydurma hadisler yanyana konulduğunda arada apaçık bir fark ortaya çıkar. Dünyaca meşhur bir ressamın çizdiği bir tablo ile ilkokul talebesinin çizdiği resim arasında ne derece büyük bir fark varsa, Peygamberimizin (a.s.m.) hadislerinin üslubu, camiiyyeti ve ihtiva ettiği ulvi hakikatler, engin ve zengin manalar, beyanındaki berraklık ve ifadelerindeki sadelik itibarı ile aralarındaki azim fark hemen ortaya çıkar.
Bu hal müdakkik ve mütebahhir alimler ve belağat üstatları tarafından müstakil risalelerle açıklanmıştır. Onlar hikmetin, faziletin ve ahlakın esaslarını cami olan hadis metinlerini akıl ve mantık ölçüleriyle, ortaya koymuşlardır.
Şu hususu da önemle belirtmek gerektir ki, Kur’an-ı Kerim’den sonra belağat ve fesahat noktasında en ileri olan kelam Peygamberimizin kelamıdır. Malumdur ki, edebiyatta meleke kazanmış bir alim için okuduğu bir eserin hangi edibe ait olduğunu anlamak pek kolaydır. Çünkü, üslub üzerinde pek derin, çok açık ve izalesi mümkün olmayan nişaneler vardır. Fakat bu nişaneleri hissedip zevketmek büyük san’atkarlara mahsusdur. Yoksa mümtaz bir fikir ve irfana mâlik olmayan ve zevk-i selimden mahrum olan herhangi bir kimsenin idrak edeceği bir şey değildir. Her edibin kendine has bir ifade tarzı, bir üslubu vardır ki, eserlerinde hissedilir ve o şahsın seciyesini taşır. Evet insanın seciyesi ile üslubu arasında gayet kuvvetli bir münasebet, bir rabıta mevcuddur. Onun üslub-u beyanı aynı ile o insandır. Evet insanların maddî simaları gibi, manevî simaları da birbirinden farklıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu konuda şöyle buyurur:
“Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden; mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizaç ve san’atını kelâmiyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun.” 125
Bir zamanda yaşamış iki şair nazar-ı itibâre alınırsa onların mizaç ve fıtratlarında büyük farklar görünür. İşte bu fark aynıyla eserlerine ve üslub-u beyanlarına intikal eder. Meselâ M. Akif ile Tevfik Fikret aynı asırda yaşamış iki şair oldukları halde, mizac ve fıtratlarının birbirine zıt olması sebebiyle üslupları da farklılık göstermiştir. Onlardan herhangi birinin bir şiirini okuyan bir ehl-i irfan, şiirin hangisine ait olduğunu derhal idrakte güçlük çekmez.
Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu’u görse, “Mevzu’dur” der. “Bu, hadîs olmaz ve Peygamber’in sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkîdde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu’ demişler. Fakat her mevzu’ şey’in manası yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.” 126
İbn-i Cevzi gibi katı bir münekkid bile, Buhari ve Müslim’deki hadislerden ancak birer tanesine ‘mevzu’ diyebilmiştir. Bu konu hakkında Tecrid-i Sarih Tercümesinde şu ifadeler yer alır:
“Zira müellif pek müşeddid (katı) olduğundan, teşdid i’tiyadına mağlub olarak mevzu’ olduklarına hiçbir delil bulunmayan birçok ehadis-i şerifeye hemen mevzu’ damgasını basmış ve acele ile ‘sünen’ kitaplarında olanlardan yüz yirmi kadar, hatta Buhârî ile Müslim’den birer hâdise mevzu’ deyivermiştir.”
Hal böyle iken hil’at-i nübüvvet ile muazzez ve müşerref, gayr-i mütenahi feyz ve inâyete mazhar, belağat ve fesahat meydanlarının bülbülü, Risalet semasının yekta bir güne şi olan bir zâtın sözü ile herhangi bir bedbahtın uydurması hiç bir biriyle iltibas edilebilir mi? O bülbül ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesi ile
“Bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin büîbül-ü zül-Kur’anı: Muhammed-i Ârabî’dir.” 127
Herhangi bir hadis-i şerife dakik bir nazar ile bakılır, tahkik ve tahlil edilirse Peygamberimize ait olup olmadığı hemen ortaya çıkar. Çünkü Peygamberimizin (a.s.m.) hadis-i şerifleri ne Kur’an’a, ne icma-i ümmete, ne kıyas-ı fukahaya ne de kamil bir akla kat’iyyen ters düşmez. İşte böyle bir hadis-i şerife mevzu demek mücerred bir iddiadır. Bu itibarla onların tenkit ve inkârlarına değer verilmez.
Peygamberimize izafeten bir hadis uydurmak ne kadar tehlikeli ise sahih hadislere mevzu’ demek de o derece zararlıdır. Hadis-i şerifler üzerinde ciddi ve hakiki bir tahlil yapan mütefekkirler bu hadislerin vahyin semeresi olduğunu anlamada pek güçlük çekmez ve şüpheye düşmezler. Fikren hasta ve ruhen sapık olanlar bahsimizden hariçtir.
Alem-i İslâm’ın her tarafında en çok okunan ve ulema arasında en ziyade itimada şayan olan hadis kitaplarının başında “Kütüb-ü Sitte” gelir. Bunlar içinde de ehemmiyet nokta-i nazarından birinci derecede Buhari ve Müslim gelmektedir. İmâm-ı Buhari sahih hadisleri tesbit için İslâm ilim merkezlerini dolaşmış, hadis âlimlerinden istifade etmiştir. Hıfzına aldığı 600.000 hadisten 7395 kadarını yani yüzde 1,2’sini kitabına almıştır. İmâm-ı Buhari’nin bu hali, hadisleri ayıklamada ne kadar hassas davrandığının delilidir. Buhari ve Müslim, fukaha ve müfessirin-i izamın ittifakiyle Kitabullah’tan sonra en yüksek dereceyi haizdirler. 128 Hadis-i şerifler Cenâb-ı Hakk’tan peygamberlerin en ekmeline, ümmetlerin en efdaline ihsan buyurulan bitmez, tükenmez bir irfan ve hikmet hazinesidir. Buhari ve Müslim gibi hadis kitapları da Kur’an’la beraber kıyamete kadar payidar olacaktır. Bu bakımdan İslâm âlimleri Kütüb-ü Sitte’de yer alan hadislere son derece itina göstermişler ve onlar için ciltler dolusu şerh ve haşiyeler yazmışlar. Bununla da kalmamışlar İslâm âleminin her köşe ve bucağında darü’l-hadisler (hadis medreseleri) açarak bu hadisleri okutmuşlardır. Bazı günlerde Buhari hadislerini hatmederlerdi.
Şu noktayı nazar-ı dikkate almak gerekir ki, bütün müçtehitler şeriata ait bir çok hükmü bu hadislerden istinbat etmiş ve kütüphaneler dolusu fıkıh kitapları yazmışlardır. İşte bunların her biri hadislerin Peygamberimize ait olduğunu gösteren bir mühürdür. Bu hadislere mevzu’ demek fıkıh ilminin tümünü ortadan kaldırmayı netice verir. Bu ise kimsenin haddi değildir.
İmkânlar elverdiği müddetçe sünnet-i seniyeye ait vazifeleri yerine getirmek imanın kemale ermesine büyük vesiledir.
Sünnete tabi olmak hikmet ve aklın muktezası olduğu gibi sünnete karşı olmak ve onun faziletini takdir etmemek de en büyük bir gaflettir.
Malumdur ki, sünneti seniye Kur’an-ı Azimüşşan’dan sonra dinimizin ikinci bir rükn-ü azimidir. Bir şeyin aslına hürmet ve riâyeti olmayan bir insandan fazilet ve kemalat nasıl beklenebilir. Ve böyle bir insan saadet ve selamete nasıl erebilir. Bu gibi insanlar, hangi kisveye bürünürse bürünsünler ferasetli müminler onları tanır. Büründükleri libaslar o keskin nazarlara perde çekemez.
3) İcmâ
İcmâ lügatte, toplama, ittifak etme manalarına gelir. Istılahta ise icma; ümmet-i Muhammed’den bir asırda gelen müçtehitlerin dinî bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir. Görülüyor ki tıpkı lügat manasında olduğu gibi icmanın ıstılah manasında da bir ittifak mevcuttur. Yanlız bu ittifaktan maksat müçtehitlerin ittifakıdır. Çünkü bunlar ilim ve irfan noktasında ümmet-i Muhamıned’in en a’zarcılarıdır. İcmanın şartı da, içtihada ehil olanların ittifakıdır. Artık müctehidlerin ittifak ettikleri şey şer’i bir hüküm olur. İcmanın tahakkuku bütün müçtehitlerin ittifakına vabestedir. Bu müçtehitlerden birisi dahi muhalefet etse, icma tahakkuk etmez. Zira, ihtimaldir ki hak,
o muhalefet eden müçtehidin elinde olsun. Bundan anlaşılıyor ki icmanın rükn-ü azamı ittifakdır.
Bir asırda bulunan müçtehitlerin bir hâdisede ittifakları ve bu ittifaktan Müslümanların haberdar olması aklen mümkin ve vakidir. Nitekim Ashab-ı Kiramın bazı mes’elelerde ittifak etmiş olması katiyyen sabit ve bize göre tevatüren mâlumdur. Ümmet-i Muhammed’in en kudretli mümessilleri olan müçtehidîn-i izamın bir mes’elede ittifak etmeleri bir hüccettir. Böyle bir ittifakın şer’an bir hüccet sayılması bu ümmete İlâhi bir ikramdır.
İcma-i ümmet için birçok deliller getirilmiştir. Bunların en meşhurları;
“Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir.”129
âyet-i kelimesiyle
“Ümmetim dalalet üzerine toplanmaz.” 130 hadis-i şerifleridir. Diğer bir hadis-i şerifte de
“Müslümanların güzel gördüğü şey Allah’ın indi manevisinde de güzel görülmüştür.” 131 buyurulmaktadır.
İcmanın hükmünde hata ihtimali yoktur. İcmanin tahakkukundan sonra ona muhalefet edilmez, çünkü cumhura muhalefet büyük bir hatadır.
4) Kıyas
Kıyas lügatta takdir, müsavat, bir şeyi diğer bir şey ile ölçmek mânasına gelir. Buna “mukayese” de denir. Istılahı manasını ise, usul alimleri muhtelif suretlerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerin ikisini takdim ediyorum:
Kıyas: Bir şer’i meselenin hükmünü esas alarak, o meseleye misil ve benzer diğer bir mesele hakkında hüküm izhar etmektir.
Kıyas; şer’i hükmü malûm olmayan bir hâdiseyi; hükm-ü şer’isi malum olan başka bir hâdiseye teşbihle hüküm vermektir. Şöyleki; iki hâdiseden birinin illeti gibi bir illet, diğerinde de bulunursa, onun hükmü gibi bir hüküm bu ikinci hâdise için de verilebilir. Fıkıh kitaplarımız, kıyas ile tespit edilen hükümler ile doludur. Şunu da ifade edelim ki, kıyas yapmak zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Şöyle ki, bir hükmün çeşitli illetlerinin bulunması halinde bunların hangisinin fetvada esas tutulacağına karar vermek ancak mütehassıs fukahanın işidir.
Kıyasın hüccet olması hem Kitap, hem sünnet hem de icma-i ümmet ile sabittir. Kur’an’daki delil “Ey akıl sahipleri ibret alın!..”132 âyet-i kerimesidir. Elmalılı Muhammed Hamdi Hazretleri bu âyetin tefsirinde, “İbret almak diye hulâsa ettiğimiz i’tibar, meşhud olan bir malûma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe intikal eylemek demek olur. Bu da usûl-ü fıkıhta kıyas denilen istinbat usûlünün ta kendisidir.
Onun için fukaha işbu فَا عْتَبٍرُوا emrinden kıyasın hücciyyetine istidlal eylemişlerdir.”133 buyurmuşlardır.
Sünnet-i seniyyedeki delili ise, Efendimizin (a.s.m.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken onunla yaptığı şu konuşmadır:
Fahr-i Kainat Efendimiz, ashabın fakih ve alimlerinden Muaz İbn-i Cebel Hz’lerini Yemen’e kadı olarak gönderdiğinde kendisini imtihana tabi tutarak şu sualleri sordular:
– Ya Muaz ne ile hükmedeceksin?
– Kitab ile hükmederim Yâ Resûlallah.
– Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin?
– Sünnet-i seniyye ile hükmederim.
– Onda da bulamazsan.
– Artık o zaman rey’im ile içtihat ederim ya Resûlallah, dedi.Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Hazret-i Muaz’ın bu cevaplarından çok memnun oldular ve
“Cenâb-ı Hakka hamdederim ki, Resûlünün elçisini, Resûlünün razı olacağı şeye muvaffak buyurmuştur.”dediler. 134
Sahabe-i kiram ve selef-i salihin bir çok meselede kıyas ile amel ettiler. Diğer sahabe ve müçtehidin-i izam da bunu gördükleri halde reddetmediler. Böylece kıyas hakkında bir icma vukua gelmiş oldu. Şu halde kıyasın hüccet olması icma ile de sabit oldu.
Fakat “asıl mes’ele” ile “kıyas edilecek mesele”yi birbirinden ayırmak, aralarındaki münasebet ve müşabeheti tespit etmek kolay bir iş değildir. Bunu tayin için bir çok kayıt ve şartlara ihtiyaç vardır. Bu şartlar, usul-ü fıkıh kitaplarında sayfalar dolusu bahs edilmiştir.
Dipnotlar:
78 Hicr Suresi (15), 9
79 Denizkuşları, Doç. Dr. Mahmut, Sünneti Terk, Kur’anla Amel Mes’elesi, s. 108
80 el-İ’tisam, I, 79
81 Ahmed Emin, Fecru’l- İslâm, s. 280.
82 Buhari Ezân 18, Edeb 27
83 Haşr Sûresi, (59), 7.
84 Suyuti, Miftahu’l-cenne, s. 21,22
85 Ebu Davud, es-Sünne, 5; İbnu Mace, d-Mukaddime, 61.
86 Tirmizi, el-ilim, 10; İbnu mace, el-mukaddime, 2; ed-Darimi, el-mukaddime, 48; el-Hakim, el-Müstedrek, I, 109; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 130.
87 Denizkuşları, s. 73
88 el-Muvafakat, IV, 17,18.
89 Hicr Sûresi (15), 9
90 Nahl Sûresi (16), 44
91 Haşr Sûresi (59), 7
92 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4836
93 Mehmed Vehbi, Hulasatu’l Beyan Fi Tefsirü’l Kur’an, Evkâf-ı İslamiye Matbaası,
Şehzâdebaşı, 1341-1343, c.14, s. 456
94 Müslim, el-Müsafirin, had. 139.
95 Nisa Sûresi (4), 59.
96 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 1374-1375
97 96 a.g.e. ,s. 1378
98 Nisa Sûresi (4), 65.
99 Nisa Sûresi (4), 115.
100 Âl-i İmrân Sûresi (3), 31
101 Lem’alar
102 Mevdûdî, Hazret-i Peygamber, 1, s. 224.
103 Nursi, Lem’alar, s. 59
104 Mesnevi-i Nuriye
105 Lem’alar
106 Nisa Sûresi (4), 69
107 Nisa Sûresi (4), 80
108 Ahzâb Sûresi (4), 21
109 Birgivi, et-Tarikat-ül-Muhammediye, s. 5-8.
110 İmâm-ı Gazali, İhyâu ‘ulûmi’d-din , Bedir yayınevi, cilt-1, s. 36,
111 Müslim, el-Mesacid, had. 257; en-Neseî, el-İmamet, 50.
112 Kasımi, Kavaidu’t-Tahdis, s. 53.
113 et-Tirmizi, el-Kader, 17.
114 el-Buhari, el-Kader, 17.
115 el-Buhari, el-İ’tisam, 20; Müslim, el-Akdiye, 17,18.
116 Feyzu’l-kadîr,c. 6, 234, 8993
117 İbn-u Mâce, Ezân 5, 727 117 Nursi, Mektubat
118 Denizkuşları, s. 49 118 Mektubat
119 Denizkuşları, s. 49
120 Tecrid-i sarih tercümesi, c. 1, s. 286
121 a.g.e.,c. 1,s. 276
122 Mektubat
123 Mektubat 121 a.g.e.,c. 1,s. 276
124 Mektubat
125 Muhakemat
126 Mektubat
127 Sözler
128 Ayrıca Buhari ve Müslim’in ittifak ettikleri hadisler de bir araya getirilmiştir ki, bu esere de “el-Lü’lüü ve’1-Mercân” adı verilmiştir.
129 Nisa Suresi (4), 115
130 İbn-u Mâce, Fiten 8
131 Müsned-ü Ahmed 1, 379; Keşfu’1-Hafa 2, 188; Sehâvi, Makâsıdu’l-Hasene s. 432
132 Haşr Sûresi (59), 2
133 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4816
134 Ebu Davud, Akdiye 11, 3592-3593