İçtihad Nedir?

Sahabe Devrinde İçtihat

Ashab-ı Kiram efendilerimizin fazilet ve meziyetlerini, ömür boyu yaz­sak bitiremeyiz. Bu bir hakikattir. Sahabelerin kudsiyyet ve ulviyetlerini, kadir ve kıymetlerini takdir etmeyen hiçbir şuurlu müslüman bulunmaz.

Dünya ashab-ı kiram efendilerimizin sayesinde huzura kavuşmuştu. Ci­hanın yegane medar-ı iftiharı onlar idi. Fazilet, kemalat ve adaletin yegane mümessilleriydiler. Hikmetin, marifetin nurunu alemin en uzak köşelerine kadar götüren onlardı. Onların himmet ve gayretleri, cesaret ve fedakarlık­ları ile nice küffar ülkeleri İslâm diyarı haline geldi.

Onlar, bütün beşeriyetin hidâyet, selamet ve saadetini hayatlarının en büyük gayesi ve hedefi bilirlerdi. Devr-i saadet bir gayret, bir faaliyet devri idi. Bir sahabi yüz kişiye bedel idi. Azim ve metanet, iman ve irfan; sıdk ve sadakat onlarda adeta tecessüm etmiş idi. Az bir zaman zarfında çölleri geçtiler, dağ ve deryaları aştılar, İslâmiyeti Afrika’nın, Asya’nın sahralarına kadar götürdüler. Maddî manevî fütuhatlara nail oldular. Bir taraftan zulüm ve cehaletin izalesine gayret ederken, diğer taraftan ilim ve irfanın hudutla­rını genişletmeye devamı ettiler.

İşte bu azim gayret ve fedakarlığın neticesi olarak İslâmiyet bütün ciha­na yayıldı. Artık onlara ebedî saadet ve huzur refakat etmektedir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.) kendisi içtihatta bulunduğu gibi, ashâb-ı kiramı da içtihat yapmaya teşvik ederdi.

Efendimizin ahirete teşriflerinden sonra zuhur eden meselelerde Ashab-ı Güzin Hazretleri, aynı tarzda hareket etmişlerdi. Birçok misallerinden birisi şudur ki:

Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), ashabın fakih ve alimlerinden Muaz îbn-i Cebel Hazretlerini Yemen’e kadı gönderdiğinde kendisini imtihana tabi tutarak şu sualleri sordular:

– Ya Muaz ne ile hükmedeceksin? 
– Kitab ile hükmederim Yâ Resûlallah.
– Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin?
– Sünnet-i seniyye ile hükmederim.
– Onda da bulamazsan?..
– Artık o zaman rey’im ile içtihat ederim ya Resûlallah,

dedi. Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Muaz’in bu cevaplarından çok memnun oldular ve “Cenâb-ı Hakka hamdederim ki, Resûlünün elçisini, Resûlünün razı olacağı şeye muvaffak buyurmuştur.” dediler. 29

Diğer bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kitabullah’tan her hangi bir hükmü alıp onun ile amel etmek cümlenize vaciptir. Eğer aradığınız hükmü Kur’an-ı Kerim’de bulamazsanız benim sünnetime tabi olunuz. Eğer onda da bulamazsanız, ashabımın akvaline (sözlerine) te­messük ediniz (onların içtihatlarına uyunuz). Zira: Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Her hangi birinin sözünü tutsanız hidâyeti bulursunuz.”30

Resûlullah Efendimiz (a.s.m.) sahabeler arasında meydana gelen fikir ayrılıklarından dolayı hiçbir sahabeyi muaheze etmemiştir. Ebubekir (r.a.) Hazretleri de, “Sahabelerde ortaya gelen ihtilaflar diğer mü’minler hakkın­da ayn-ı rahmettir.” diye buyurmuşlardır. Ömer İbn-i Abdülaziz Hazretleri de, “Sahabe-i Kiramın farklı içtihatlarda bulunmalarından duyduğum sü­rür; bütün arabın meşhur develerine sahip olmaktan alacağım sürurdan daha ziyadedir.” demiştir.

İmam-ı Hanbeli de “sahabeler arasında geçmiş olan ihtilafın ümmet-i Muhammed için geniş bir rahmet olduğunu” ifade etmiştir. 31

Sahabe-i Kiram Hazretleri Peygamberimizin (a.s.m.) medresesinden ders aldılar, O’nun terbiyesi ile tekemmül ettiler. O’nun getirdiği şeriat ile akıllarını ikmal, kalblerini tenvir ettiler. O Resûl-ü Azamın (a.s.m.) irşadı ve talimiyle Kur’an-ı Azimüşşan’ın en derin sırlarını idrake muvaffak oldular.

Efendimiz zamanında açılan içtihat kapısı, Ashab-ı Kiram’ zamanın­da daha ziyade ihtiyaç kesbetmişti. Zira o devirde bir çok memleketlerin fethedilmesiyle İslâm aleminin hudutları fevkalade genişlemişti. Kur’an-ı Azimüşşan, dünyanın en uzak köşelerine kadar nurunu yaymıştı. Ayrı ayrı milletlerden İslâmiyete giren insan sayısı had safhaya ulaşmıştı. Binaena­leyh bunların ahval ve muamelelerine ait yeni yeni mes’eleler, hadiseler ardarda zuhur ediyordu. İşte bunların hepsine, hem şeriata ve hem de mas­lahata uygun cevaplar vermek icap ediyordu. Yani Kur’an ve Sünnet-i Se­niyyenin ruhuna muvafık bir tarzda, müslümanların müşkillerini halletmek lazım geliyordu. Bu ise sahabe-i kiramın alimlerine ve fakihlerine düşen en mühim vazifelerdendi.

Sahabeler şer’î hükümlerin bütün hakikatlerini ve esaslarını doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) talim etmişler, asr-ı saadette şer’i ahkâmın tahakkukuna vesile olan bütün hâdiselere bizzat şahit olmuşlar­dır. Bunun için şeriatın hikmetini, Peygamberimiz’in maksadını, âyet ve hadislerin serahat ve delaletlerini, işaret ve imâlarını, hakikat ve mecazını, umum ve hususunu bilmek onlarda meleke haline’ gelmişti. Kitap ve sün­netin; nasih ve mensuhunu hadislerin sahih ve gayr-i sahihini herkesten ziyade bilirlerdi.

İçtihada ait kaideleri evvela Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurlarında sahabe-i kiram efendilerimizin fakihleri tesbit ettiler. Bir hâdisenin şer’i hükmünde birinci derecede Kitab’a, ikinci derecede Sünnete müracaat eder­lerdi. O mesele hakkında kitab ve sünnette sarahat bulunduğunda rey ve kıyasa asla itibar etmezlerdi. Mümkün olduğu kadar hükümleri, âyet ve hadislerin delalet ve işaretinden istihraç ederlerdi. Allah Resûlü (a.s.m.) hayatındayken, O’nun yanında ve yakınında bulunan ashabı, meseleleri bizzat kendisinden sorarladı. Uzakta bulunanlar ise âyet ve hadisten bula­madıkları hükümlerde içtihada müracaat ederlerdi.

Hanbeli ulemasından meşhur İbn-i Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkiîn adlı ki­tabında sahabe-i Kiramın fakihlerinin sayısının 130 olduğunu beyan edi­yor. Fakat bunlar içinde içtihatla en ziyade maruf ve meşhur olanları, dört halife, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer, Ebu Musa-el-Eş’ârî, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b ve Zeyd bin Sâbit Hazret­leridir.

Hazret-i Ömer bir mes’ele hakkında hüküm vereceği zaman hiç acele etmez, uzun süre düşünür, pek ziyade itina ederdi. Sahabenin fakihlerini toplar, her birinin reylerini alırdı. Tam kanaat edinceye kadar müzakerlerde bulunur, sonra hükmederdi. Hazret-i Ömer icraatında ne kadar şedid ise, şer’î mes’elelerin hallinde o derece halim ve mülayim idi. İstişaresiz hiçbir zaman hüküm vermezdi. Ebu Musa el-Eş’âri’ye kitab ve sünnet-i Nebevî’de sarahaten bulamadığı hususlarda içtihada müracaat etmesini emretmişti.
Hazret-i Ömer bir gün minberde şöyle der:

“Ey insanlar! Rey (görüş, içtihat) ancak peygamberden isabetli olur. Çünkü Allah Ona gerçeği göstermiştir. Bizden sa­dır olan rey ise, bir zan ve tekellüftür.”

Efendimizden (a.s.m.) sonra kendilerine uyulmaya layık olanlar, ancak bu güzide insanlardır. Ümmet-i Muhammed’in içerisinde onların imtiyazı, hadis-i şeriflerin sarahatiyle, yıldızlar gibidir. Onlara, fedakarlık, ubudiyet, takva, ilim ve irfanda olduğu gibi içtihat noktasında da kimsenin yetişeme­yeceğinde ehl-i Sünnet ittifak etmiştir.

O asrın insanları hayır ve fazilette en üstün mertebelere nail oldular. Nitekim Peygamberimizden sual etmişler: “İnsanların hangisi daha hayır­lıdır?” Efendimiz: bir hadis-i şeriflerinde

“Güzel hayatı, saadet ve selametle yaşamanın en âlâsı beni görene ve beni göreni görene ve o göreni görene .. (ila ahir)”32

buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerife göre en yüksek makam ve şeref sahabelerindir. Bunların fevkinde bir makam ve şeref tasavvur edi­lemez. Zira bunlar nübüvvet medresesinin talebesi, Risalet semasının yıl­dızlarıdır. Bunlardan sonra tabiin ve tebe-i tabiinin dereceleri gelir; içtihat noktasında cadde-i kübra bunlarındır. İbn Hacer Hazretleri de bu hadis-i şerifi izah sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Resûlulllahın bu hadis-i şeriften muradı, o asırlarda ilim ehli ve içtihat sahiplerine ilim ve fazilet noktasında, sonradan gelenlerin yetinemeyeceği­dir.”

Evet, Efendimizin (a.s.m.) hüsn-ü teveccühüne mazhar olan bu müm­taz insanlara tabi olmaları ümmet-i Muhammed hakkında bir zarurettir. Zira Allah, İslâm’ın binasını onlarla tesis etmiş ve onları Nebiyy-i Zişan’ın (a.s.m.) huzur ve nazarıyla taltif eylemiştir.

Onlardaki, kalb temizliği, gönül zenginliği, ilmî ihata, ince nazar, ciddi­yet ve sadakat onları hidâyetin zirvesine çıkarmıştır. Senelerce Fahr-i Ka­inat Efendimizin (a.s.m.) sohbetinde bulunarak o nur-u Nübüvveti kana kana içen sahabeler içinde yetişen alim ve fakihlerin yaptıkları içtihatlar, sonraki asırlarda gelen müçtehitlere ve fakihlere rehber olmuştur.

İslâmiyeti yayma uğrunda gösterdikleri gayret ve fedakarlıkta olduğu gibi Kur’an’dan hüküm çıkarma dirayetinde de sahabe-i kirama kimse ye­tişemez. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle dile getirmek­tedir:

“İçtihatta, yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünkü o zamandaki o büyük înkılab-ı İlahî, Marziyat-ı Rab­baniyeyi ve Ahkâm-i İlâhîyeyi anlamak üzere dönerdi. Bü­tün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan edi­yordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku bu­luyordu. İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders vere­cek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihat ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve İçtihadı, o sa­habenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müte­veccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddîye akla körlük verdiğinden; be­şerin muhiti içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihat hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihat bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvazenesinde isbat et­mişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.”33

Dipnotlar:

29 Tirmizî, Ahkâm 3, 1327-1328 30 Keşfü’l Hafa, 1/64. 
30 Keşfü’l-Hafa, 1/64. 
31 Mer’i, Dr. Hasan Ahmet, El-içtihat Fi’ş-şeri’at-il İslâmiye, Riyad, 1984-1404, sh. 8
32 Bu hadis Camiüssağir’de Ebû Saîd el-Hudrî’den rivayet edilmiştir.
33 Sözler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu