İçtihad Nedir?

Din ve Akıl

Akıl ile Hak Din arasında hiçbir tezat yoktur. Fakat her marifetin keşfin­de sadece akıl kâfi değildir. Evet aklın müstakillen idrak ettiği hakikatler de yok değildir. Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme istidadına sahip olduğu gibi Allah-u Teâla’nın varlığını, birliği­ni, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlaya­bilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşf edemediği noktalarda çoktur. Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile herşeyin mahiyet ve ha­kikatini anlamak muhaldir. “Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin. 59

İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir.

Kendi mahi­yetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır. Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeler ile çok güzel bir şekilde ortaya koyar:

“Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir, İmanın nuriy­le bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir.” 60

İslâmiyetin umde olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıl­dır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir.

Kur’an’ın üslûb-u hakîmaııesine yemin ederim ki: Nasara’yi ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı az ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan te­essüs ve burhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdir. Acaba görül­müyor: Ayâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’-i beşeri vic­
dana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. 61

M. Seyyid aklın İslâm dinindeki yerini şöyle dile getirir: Kitap sünnet nasıl bir hüccet, bir delil ise akılda öyle bir delîl-i şer’idir. Binenaleyh akim suret-i kafiyede iptal ettiği şeyi şeriat tecviz etmez. Şeriatın tecviz ettiği şeyi de akıl iptal eylemez.Bunun içindir ki aklen muhal olan şer’an müm­kün olamaz. 62 Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki, bu ifadelerde sözü edilen akıldan maksad ilm-i yakîni ifade eden yani nübüvvet mektebinden tam ders alan kamillerin aklıdır. İşte mezhep imamları bu kamil akıldan azami derecede nasiplerini almışlardır. 
Dinin telkin ettiği hükümler akıl ile teyid edilmezse kalp ve vicdan tat­min olmaz. İslâm dininde mitoloji, hurafe ve hayale itibar edilmez. İşte bu yönüyle de İslâm mezhepleri, Hristiyanlıktaki mezheplerle mukayese edi­lemezler.

Hristiyan aleminde ruhanî reislerin akıl ve hikmetle bağdaşmayan itikat ve iddialarda bulunmaları akıl ve fikrî muhakemeden engellemeleri ve ilim erbâbına zulmedip onları öldürmeleri bir takım felsefecileri Hristiyanlık di-nine ve onun şahsında bütün dinlere cephe almaya sevketti. Bunlar vahye tamamen gözlerini kapayarak sırf akıl ile hareket etme yolunu tuttular.

Ruhbanların, aklı tamamen azledip, hesaba katmayarak tefrite düşme­lerine karşı, felsefeciler de aklı tek rehber ittihaz ettiklerinden dolayı ifrat ederek, metafizik mevzularda hakikati yakalayamamışlardır. Yıldız böceği olan akıllarına güvenip, nübüvvet güneşinin altına giremediklerinden dola­yı, o yıldızlı gecelerin derin sükutu içinde o nur-efşan cirmleri temaşa edip, kudret-i İlâhinin daimî şahidi olan o yıldızları dinleyip, lisanlarını anlaya­mamışlardır.

Evet, akıl deneme ve tecrübeye dayanan fizikî sahada birşeyler söyleye­bilse bile, manevî ve metafizik sahada kifayetsiz kalır. Bu filozoflar ancak ilahî vahiyle aydınlanabilecek meseleleri mücerred akıl ile halletmeye kal­kıştıklarından hataya düştüler.

Hâlbuki, metafizik hakikatlerde (Allah, ruh, yaradılışın sırrı, ölüm ve ölüm ötesi gibi) nübüvvet mektebini de dikkate almaları gerekirdi. Bu in­sanlar nereden geliyor ve nereye gidiyorlar? Bu dünyadaki vazifeleri nelerdir? Sorularını o mektepte aramalıydılar. Bunu yapmadıkları içindir ki, feylesofların metafizik sahasında ileri sürdükleri fikirler, ortaya attıkları iddialar kat’iyyet damgasını haiz olamamıştır. Şöhretleri ne olursa olsun bu hatalar bağışlanamaz.

Tecrübeye ait metodlar ile maneviyata ait meseleler halledilmez. Dinî mes’eleler ve İlâhî hakikatlerde akıl yalnız başına senet olamamıştır. Bu İlâhî hakikatler his, tecrübe, akıl ve mantığın fevkindedir, maverasında­dır. İşte felsefeciler bu farkı anlayamadılar. Kendi sahalarına dahil olmayan hakikatları da izaha kalkıştılar ve sırat-ı müstakimden saptı ve saptırdılar. Tabiat üstü hakikatlere iğne deliği kadar dar bir pencereden baktılar ve göremedikleri hakikatleri inkâr ettiler. Gaflet ve gurur ile yalnız kendi fikir­lerine itibar ettikleri için de hatadan kurtulamadılar.

Netice olarak özetlersek, ilim ve fennin tekâmülünde tecrübe ve akıl ne ise maneviyat sahasında da Kur’an odur. Yani söz ve hüküm onundur. Ha­yatın maddî ihtiyaçları fen ve tekniğe istinad ettiği gibi manevî ihtiyaçları da semavi kitaplara müsteniddir.İlim sahasında akla, tecrübeye ne derece itibar edilirse, maneviyat sahasında da peygamberlere ve semavî kitaplara öylece itimad etmek zaruridir. İkisinin de sahaları başka başkadır.

İslâmiyet hem aklın düsturlarını hem de vahyin kanunlarını nazara alır, ikisine de itibar eder. Yani aklî deliller ile isbat ettiği o yüksek hakikatleri, naklî deliller ile de teyid eder. Hem de İslâmiyet, felsefenin bahsetmediği ve edemeyeceği bir çok hakikatleri tahkik ve tedkik ile ortaya koyar.

Şu bir gerçektir ki metafiziğe ait mes’elelerde rehber ve önder ancak peygamberlerdir. Hocasız bir insan ne kadar kabiliyetli olursa olsun talebe olmaktan ileri geçemez. Bu bakımdan peygamberleri hoca kabul edip, onla­rı dinleyen İmâm-ı Gazalî gibi alimler, insanlara ilim ve irfanları ile faydalı olmuşlardır.

İnsan için en kutsi gaye marifetullah, muhabbetullah ve rıza-i Bâri’dir. Bunlar ise ancak nebilerin eliyle insanlara gelmiştir.

“Bil ki: Nev’-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihriste­sidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nü­büvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalalet, şerr ve hasaret; onun muhalifindedir.” 63

Önce gelen peygamberler sonra gelen peygamberleri müjdelemişlerdir. Sonra gelenler ise evvelkileri tasdik ve teyid etmişlerdir. Çünkü enbiyanın feyz aldığı menba vahiydir. Vahiy ise vehmin şaibesinden münezzehidir. Çünkü ilm-i İlâhîye’ye istinad eder.

Vahyin yolu daha metin, daha umumi, daha nafizdir. Her yönüyle in­sanın aklını tatmin, ruhunu memnun, vicdanını mesrur eder. İnsan ancak vahiy yoluyla, enbiyaya tabi olmakla dünyevi ve uhrevi izdırap ve buhran­lardan halas olabilir.

Hulasa; İslâm dinindeki mezheplerle Hristiyan mezheplerinin ayrıldık­ları en önemli noktalar şunlardır: 

1. İslâmî mezheplerde akıl önemli bir esastır. Hristiyanlıkta ise ruh­banların saltanat ve tahakkümleri söz konusudur. Halkın inançla­rını ruhbanlar tayin ve tespit ederler. Onlara şuursuzca tabî olanlar taklid zincirini boyunlarından çıkarıp kıramamışlardır. Ruhbanları delilsiz olarak taklid etmişler ve onların tahakkümü altında yürü­müşlerdir. Hiçbir fert inancında hür değildir. Kilisenin vaftiziyle Hı­ristiyan olur, afarozu ile de dinden çıkar. Ancak İslâmiyette ruhani bir tahakküm, bir saltanat yoktur. Hiçbir alim veya bir mürşidin başka birinin itikad ve inancı üzerinde tahakkümde bulunmaya sa­lahiyeti yoktur.

2. Hristiyanlıkta ruhanî reislerin helal dedikleri helal, haram dedikleri de haram olur. Reisler neye karar verirse, (Hâşa) Allah’da o karara uyar. İşte onların bu tahakkümlerini ve hurafelerini, İslâmiyet kö­künden yıktı ve mahvetti.

İslâmiyet’te yalnız Allah’ın haram kıldığı haram, helal dediği helal olur. Allah’dan başka hiçbir fert haramı helal, helali haram ede­mez. Hiçbir alim ve müçtehidin emriyle başka birisi dinden çıka­maz. Bir alim, derecesi ve rütbesi ne kadar büyük olursa olsun in­sanlara karşı nasihat ve irşaddan başka bir hakka Mâlik değildir. Çünkü İslâmiyette Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Alimler de peygamberin vârisidirler. Hristiyanlıkta ise Peygambere uluhiyet isnad edilir. Papazlar ise böyle bir peygam­berin vekili olmakla günahları affetme, helale haram, harama helal deme selahiyetini kendilerinde buluyorlar.

3. Hristiyanlıktaki mezhepler birbirini tekfir ederler. Herbiri müstakil bir din gibidir. İslâmiyetteki mezheplerin ise tamamı bir tek fırka olup ehl-i sünnet olarak yad edilir.

4. İslâmiyetteki mezheplerin müstakil mâbedleri yoktur. Hepsi aynı camide namaz kılar ve birbirlerinin imamlarına uyarlar.

5. Bir Müslüman istediği mezhebe girebilir. Meselâ Şâfiî iken Hanefi, Hanefî iken Şâfiî olabilir. Hiçbir mezhep imamı bunu engelleyici bir hüküm getirmemiştir.

Ehemmiyetli Bir Nokta 

Bazı insanlar, müçtehitlere uyan ulemayı “mukallid” diye tezyif etmekte ve mü’minlerin bu muhterem zevata karşı hürmet ve takdir hislerini kır­maya çalışmaktadırlar. Bu ise en büyük bir küfran-ı nimet ve bir insafsız­lıktır.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, taklidi mutlak olarak reddetmek ilmi ve fikri bir hareket değildir. Zira taklit etmek beşerin fıtratının icabıdır. Faydalı cihetleri olduğu gibi zararlı cihetleri de vardır. Taklit bir yerde haram, bir başka yerde vacib bir yerde de caiz olabilir.

Taklidi tenkit edenler, ihtisasa karşı çıkmış oluyorlar. Hâlbuki bir dok­torun hendesede bir mühendise, mühendisin de tıp sahasında doktora tâbi olması bir ihtiyaçtır.

Diğer taraftan, şeriat sadece fıkıhtan ibaret değildir. Onun bir de iman ve ahlâk sahası vardır. Taklit câiz değilse bu sahalarda da caiz olmamalıdır. Buna göre itikat sahasında yazılmış bütün eserleri kütüphanelerden çıkar­mak lâzım geliyor.

Öte yandan, nefsin terbiyesini ahlâkın yücelmesini ders veren ve bunun yollarını gösteren bütün kitapları da rafa kaldırmak gerekir. Ne Gazali’nin “İhya”sını, ne Mevlana’nın “Mesnevi”sini, ne Sadi’nin “Gülistan”ını oku­mak gerekmez, herkes bu büyük insanları taklid edeceğine İslâm ahlâkını âyet ve hadislerden doğrudan alır ve ona göre kendi ruh alemini şekillen­dirmeye çalışır. Bu ise terakki ve teâlinin en büyük engelidir.

Taklidi genel olarak altı noktada ele alabiliriz: 

1. Müşriklerin putperest babalarını taklit etmeleridir. Bu taklit haramdır ve küfürdür.

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kur’ân-ı Kerim’e) ve Resûl’e gelin’ dendiği zaman (onlar): ‘Babalarımızı üzerinde buldu­ğumuz (yol) bize yeter!’ derler.” 64

Bir kısım mezhepsizler bu ve benzeri âyet-i kerimeleri yanlış yorum­layarak, müminlerin mezhep imamlarını taklit etmelerini müşriklerin, ba­balarını taklit etmelerine benzetiyorlar. Böyle bir kıyas azim bir hatadır ve büyük bir cinâyettir.

Şimdi bu mezhebsizlere sormak lazımdır ki acaba asırlar boyu gelip ge­çen ecdadları mezhebsiz mi yaşamışlar? Şayet ecdadları bu dört mezhebe uyup onları taklit etmişlerse onların durumu ne oluyor acaba?

Ayrıca bir Müslümana kâfir diyen kâfir olduğuna göre,65 mezhep imam­larına uyan bütün Müslümanları âyet-i kerimelerde geçen müşriklerin yeri­ne koyan kimselerin durumu acaba ne olur?

Evet bütün müminler bu mezheb imamlarını severler. Fakat onların bu sevgisi Allah rızası için olduğundan Allah sevgisine delildir. Yoksa günah ve şirk değildir. Bu sevgi, Hristiyanların Hz. İsa’yı, putperestlerin putları sevmeleri gibi değildir ki bu âyet-i kerimeler mü’minlere teşmil edilebilsin.

2. Müslümanların şuursuz olarak kendi örf ve ananelerini bırakıp ecne­bilerin zararlı âdetlerini taklit etmeleridir. Bu ise ferdî ve içtimaî hayatımızı tehlikeye mâruz bırakır. Malumdur ki, şuursuz ve iradesiz ferd veya toplu­mun nereye gideceği bilinmez. Körü körüne karanlık bir istikamete hareket etmek, elbette ki Müslümanların ferdî ve içtimaî hayatlarını felakete sevk eder. Hiç bir fikre mâlik olmayan bir gençlik milli mânevi benliğini kaybe­der.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuya şu güzel ifadeleriyle açıklık getir­mektedir:

Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten son­ra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba  değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i’dam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında ya­lancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..” 66

Evet, her şeyin ifrat ve tefriti zararlıdır. Avrupa’nın taklit ve takdir edile­cek cihetleri olduğu gibi, nefret edilecek ve kin duyulacak yönleri de vardır. Onların sefahet, dalalet, dinsizlik gibi bazı halleri vardır ki işte bunlardan Avrupa’nın ilim, irfan sahibi mütefekkirleri de nefret eder. Şu halde Garb’ın nefret ettiği, vicdanen ızdırap duyduğu bir Avrupa’yı taklit etmemiz elbette ki doğru değildir. Çünkü Hak dinden uzaklaşmış sefahet ve dalalete dalmış, nefs-i emmarelerinin mahkumu ve esiri olmuş, hürmet, merhamet, şefkat­ten soğumuş bir Avrupa’yı taklit etmek maddi terakkimize engel olduğu gibi milli benliğimizi ve haysiyetimizi de zir-ü zeber eder.

Ancak, Garb’ın sanatından, ulûm ve fünûnundan istifade edip bu nok­tada onları taklit etmek akıl ve hikmetin gereğidir.

Dini ilimlerde ehil olmayan, delillere istinad etmeden kendi heva ve he­vesleriyle fetva verenleri taklit etmektir. Bu taklid son derece tehlikelidir. İnsanı dalalete götürebilir.

Avam müminlerin delil ve hüccete istinat etmeden anne, baba ve çev­resini taklit ederek Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete ve diğer iman ha­kikatlerine inanmalarıdır. Bu müminlerin imanı makbul olmakla beraber her zaman tehlikeye mâruzdur. Çünkü imanın zerreden güneşe kadar çok mertebeleri vardır. Meselâ, mum bir ışıktır, fakat sonunda yana yana biter. Bir elektrik lambası da ışıktır, ancak onunda sigortası atıp bizi karanlık­ta bırakabilir. Tahkiki iman ise güneşe benzer ki yanmakla bitmez. İnsan, Hâlık-ı Hakîm’in icat ve san’atında tecelli eden hikmet ve esrarını okumak­la marifet-i İlâhiyede terakki ederek imanını taklidden tahkike geçirebilir.

Kur’an ve hadislerde açık hüküm bulunmayan feri meselelerde avâm-ı nasın müçtehidîn-i izam ve ulemâ-i kiramı taklitleridir. Herkes müctehit olmayacağına göre bu taklit vaciptir, zarurettir, rahmettir ve hikmete uy­gundur.

İçtihat ehlinden olmayan Fahrettin-i Razi, Seyyid Şerif Cürcani, İbni Kemal, Ebus’Suûd, Molla Hüsrev gibi ulemânın müçtehitleri taklitleridir. 
 
Kendi mesleklerinde mütehassıs bu büyük alimlerin dört büyük imama uy­maları, onları içtihat sahasında salahiyetli görüp üstad kabul etmelerinden dolayıdır. Şimdi böyle sayısız ulemânın ihtisasa hürmet esasına dayanan bu taklidlerini hata kabul edip tenkid mi edeceğiz?

Hâlbuki, müçtehitlerden sonra gelen ulemanın her biri bu ümmet-i Mu-hammed için birer hidâyet vesilesi, birer saadet rehberi olmuşlardır. Bu dinin hükümlerini şark ve garba yaymışlar, telif ettikleri kitaplarla dala­let fırkalarından gelecek zararları gidermişler ve bu dinin kıyamete kadar bekasını teminat altına almışlardır. Bunların bu himmet ve hamiyeti bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir. Bu ali zevatın hizmetlerini takdir etmemek mümkün değildir. Hatta İslâm dinine mensup olmayan bir takım insaflı ilim adamları bile onların ilimlerinden istifade ile kendilerini takdir etmişlerdir. Evet bu bizim için üstün bir şeref ve büyük bir nimetidir.

Müctehit derecesinde olmayan ulemayı mukallid diyerek tezyif edip kü­çük düşürmek haksızlıktır ve büyük bir cinâyettir.

Asırlardan bu yana, bin senedir, ümmetin imanına, dinine hizmet et­miş ulemayı takdir etmek dinî bir vecibe olduğu gibi akıl ve vicdanın da gereğidir. Evet, bu zâtlar her ne kadar müctehit derecesinde olmasalar bile netice itibariyle, hizmetleri güneş gibi İslâm aleminin her tarafını sarmış­tır. Meselâ; bu âlicenab zâtlar her tarafda feyz menbaları olan medreseleri açmakla hem insanlık âlemine hem de İslâm alemine maddî ve manevî hiz­metler yapmışlardır. Bunu takdir etmemek, insaftan uzaklaşmak demektir.

Onlar,

“Alimler Peygamberlerin vârisidirler.”67

hadis-i şerifine hakkıyla layık olmuşlardır. Yetiştirdikleri talebeleriyle dini ve millî hayatımız üzerin­de derin tesirler icra etmişler ve silinmez izler bırakmışlardır.

Onlar sayesinde fıkıh ilmi tamamlandı ve ikmal edildi. Peygamberimizin hadis-i şeriflerini onlar cem etdiler. Bir hadis-i şerif için aylarca seyahat ederek hadisleri toplayıp kitab haline getirdiler.

İşte bu zâtlar İslâm’ın nurunu Endülüs, Kurtuba, İstanbul, Buhara, Bağ­dat gibi dünyanın değişik yerlerinde tesbit ve neşr etmişlerdir. “Şehadet vukuat ile sabittir” kaidesine binaen o zâtların yaptıkları hizmetleri görme­mek, cehaletten başka bir şey değildir.

Bunların hizmetlerini değil yeryüzündeki insanlar, belki melekler bile tebcil ediyorlar. Bugün ehl-i sünnet dairesindeki sayısı milyarları aşan in­sanların iman ve İslâmiyette payidar olmaları onların eseridir.

Bu zâtlar, yalnız ilim ve irfanın değil, takva ve amel-i salihin, ihlas ve sadakatin de zirvesindeydiler. Onlar pek yüksek ve umumî hizmetler ifa ettikleri halde kendileri gururdan, kibirden ve şöhretperestlikten son derece uzaktırlar.

Bunların bizlere ve kıyamete kadar gelecek nesillere kazandırdıkları iman, irfan ve fazileti takdir etmeyenler bu ümmet-i Muhammedi kendi serab-misal şahsiyetlerine bağlamak istiyorlarsa bunun hara hayalden başka bir şey olmadığı açıktır.

Molla Hüsrev, İbn-i Kemal, Ebu-s Suud, Taftazani, Seyyid-i Şerif Cürca­ni gibi bir çok ilimlerde mütehassıs büyük alimlerin, müçtehitleri taklidleri, ami mü’minlerin taklidleri gibi değildir, ilim ve fikre müsteniddir.

Tarih dikkatle okunursa görülür ki, İslâm’ın zuhur ve galebesi öncelikle Resûlullah (a.s.m.) ve ashabı zamanında Arabistanda başlamış daha sonra bu ulema-ı izamın büyük gayretleri sayesinde şarktan garba kadar bütün âleme yayılmıştır. İşte Nebiyy-i Zişân Efendimizin “Ümmetimden bir taife hak üzere olup gâlibâne devam edeceklerdir” 68 hadis-i şerifiyle müjdelediği bahtiyar zümre, o fedakâr ve âlicenap alimler cemaatidir.

Bu zâtlar, asırlardan beri kütüphaneleri dolduran tefsir, hadis, fıkıh, ilm-i kelam ve sair ulum ve fünuna ait milyonlarca eser telif ederek bütün insanlığın istifadesine sunmuşlardır.

Bu ulemanın, ümmet-i Muhammed’e alicenabane, şefkat-perverâne hiz­metlerini, gözle görünen fedakarlıklarını ittiham etmek, takdir etmemek, tezyif etmek, “mukallittir” diye o gibi insanların fikirlerinden istifade et­memek, yüz çevirmek en büyük bir kusur ve azim bir hatadır. Onlara karşı vazifemiz, ancak şükran ve takdirdir.

Evet, bu alimler müçtehit derecesinde olmamakla birlikte, fıkıh, kelâm, hadis gibi ilimleri fevkalade ihata etmişlerdir. Meselâ sarf, nahiv, mantık, beyan, bedf, meânî gibi ilimlerde meleke kazanmışlar; fıkıh, tefsir, kelâm, hadis ve tasavvuf gibi şeriat ilimlerini de kamilen ihata edip asırlardan beri bu Ümmet-i Muhammedin itikad ve imanını muhafaza etmişler, onlara sıra­tı müstakimi göstermişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dairesinde kemal-i ciddiyetle gayret gösterip İslâmiyeti dünyanın her tarafına kahramanca neş­retmişlerdir. Buna rağmen hiç biri müçtehitlik davasında bulunmamıştır. Çünkü, onlar içtihat ve ehl-i içtihadın ne demek olduğunun şuurundaydılar. Evet, içtihat öyle zannedildiği kadar kolay bir şey değildir. Sadece kesble, gayretle elde edilebilecek bir şey de değildir, bir mevhibe-i İlâhîyedir.

Ramazan el-Buti, İbn-i Haldun’dan şu güzel tespiti nakleder.

“Sahabe-i Kiramın fetva ve içtihada ehil olanları sınırlı ve aralarında temayüz etmiş birkaç kişi olduğuna ve geri kalan­ları bu seviyenin altında kaldıklarına göre, fetva ve içtihat ehli birkaç sahabe dışında kalan diğer sahabeler, dinlerini kimden alıyorlardı? Şüphe yok ki onlar da dinlerini, içlerinden içtihat ve istinbad kudretiyle temayüz etmiş olan bu sayılı sahabe­lerden alıyorlardı. İçtihat yapma kudretine sahip olmayan bu sahabelerin bu davranışları taklid değil de nedir?” 69

Ulemanın, müçtehitleri taklid etmelerine karşı çıkan insanlar Sahabe-i Kiramın bu taklitlerine ne mana verecekler? Onları da mukallid diye tezyi­fini edecekler?

Üçüncü asırdan sonra gelen İslâm alimleri müçtehitlerin yaptıkları iç­tihatlarda bir noksan bulamadılar ki, onu ikmal için yeni bir gayrette bu­lunsunlar. Belki dine ait emirleri ikmal edilmiş gördüklerinden içtihat hu­susunda kendilerine bir vazife terettüb etmedi. O yüksek asırlarda istihraç olunan hüküm ve meseleleri delilleriyle takrir ve beyan vazifesini üzerle­rine aldılar.

Dine hizmet eden her alim ve mütefekkir, ilimde derecesi ne olursa ol­sun, hangi makamda bulunursa bulunsun bizim nazarımızda pek aziz ve pek muhteremdir. Onları kemal-i hürmetle yad etmemiz dinî ve vicdanî bor­cumuzdur.

Farz edelim ki, bunlar içtihat seviyesinde değiller; fakat o günün med­reselerinde müderrisler, alimler yetiştirip, bu ümmetin dinini, itikadını, ah­lakını, muhafaza etme hususundaki o kıymetli hizmetleri ne ile perdelene­bilir!

Onlar berzah aleminde iken de bizim için birer fazilet ve irfan abideleri­dir. Bugün mukallid diyerek onları tezyif etmeye çalışanlar da, ilim ve irfan­larını onlardan almadılar mı, o halde kendileri de mukailidlerin mukallidi olmuş olmuyorlar mı?

İslâmiyetin bu derece inkişafı ve teali etmesi; müçtehit derecesinde ol­mayan, fakat müçtehidîn-i izamı başlarına tac eden ulemanın sayesinde olmuştur.

Bu zâtlar, kendilerini İslâm dininin hizmetine vakf ve hasretmişlerdir. Kimi tedris ile, bir başkası te’lif ile kimi de va’z-u nasihat ve irşat ile insan­lık alemini tenvir etmişlerdir.

Bu zâtların hizmetlerindeki muvaffakiyetleri; altın harflerle yazılacak kadar kıymetlidirler. Evet ilmin hiçbir sahası yoktur ki; onda bu İslâm âlimlerinin derin izleri görülmemiş olsun.

Müçtehitlerden sonra gelen İslâm alimleri, ilim ve irfan hareketini Nil vadilerinden Kafkas eteklerine; Maveraünnehirden Atlas Okyanusu kıyıla­rına kadar ulaştırdılar. O ülkelerde yaşayan ahalinin ruhlarına, vicdanları­na ilmen ve ahlâken hakim oldular.

İslâm ulemasının bu ilim ve irfan hareketi sadece bu yerlere münhasır kalmadı. Meselâ; Avrupa’ya ayak basan ulema ve mütefekkirler, mutlak cehalet içinde buldukları İspanyayı kısa zamanda rengarenk ilim, irfan ve medeniyet çiçekleriyle tanıştırdılar. Oradaki insanlara imanın, irfanın zev­kini tattırdılar. Böylece hicri IV. asır; İslâm medeniyetinin ve fenni ilimlerin İspanya’da şaşaa ile hükmettiği bir devir oldu.

İşte Endülüsün bu pek par­lak şerefe mazhar olması; oradaki ulema-i kiramın himmet ve gayretinin neticesidir. Endülüs, medeniyetin zirvesindeyken diğer Avrupa ülkeleri ce­halet ve vahşet içerisinde kıvranıyorlardı. İslâm dini ve medeniyeti Avrupa ufuklarında parlayan bir güneş gibi tulü’ etti. Bu sayede, Avrupa vahşetten bir derece kurtulup, medeni bir hal aldı. Bu vesile ile şu hakikati de ifade edelim:

Avrupa sanayide ve teknikte bu derece inkişaf etmesini Endülüs ulemâsına borçludur. Hristiyanlık aleminin bu hakikati unutması veya bi­lerek perdelemesi bir nankörlüktür. Bu nankörlük ve bu haksızlık elbetteki devam edemez. Hristiyan alemi bu hakikati bir gün itiraf edecektir. Çünkü bu izleri silmek mümkün değildir.

İslâm Uleması, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi içinde de dine ve ilme sayısız hizmetler de bulundular. Başta İstanbul olmak üzere İmparatorlu­ğun her yerinde dar-ül fünun mahiyetinde medreseler tesis ederek zamanın ihtiyaçları ile ahenkdâr bir surette hizmet ettiler. Memleketi tealiden, te­rakkiye, zaferden zafere koşturan dahi kahramanlar, sultanlar yetiştirdiler. Fatih, Kanuni, Selim, Süleyman gibi sultanlar gayret ve cevvaliyetlerini, temkin ve tedbirlerini o ulemaya borçludurlar. Evet hükümdarlara bu ruhu veren Molla Gürani, Akşemseddin, İbn-i Kemal gibi ulema-i izamdır. Evet bunların namını hürmetle, taktirle, muhabbetle yad etmek vicdanî bir va­zifemizdir.

Bazı çevrelerin tezyif ettikleri bu ulema ve mütefekkirler, ulûm-u âliye ve fünun-u cedidenin bütün hüzmelerini Anadolu’nun her köşesine yerleş­tirmişlerdir.

İşte bu maddî ve manevî fütuhat hiç durmadan İslâm’ın iki bahadır mü­messili olan Selçuklu ve Osmanlıların üstün gayretleriyle bir taraftan Kafkas dağlarından Atlas okyanusuna diğer taraftan da Lehistan’dan Habeşistan’a kadar ulaşmıştır. Bunlar zaman zaman geçirilen büyük buhranlara rağmen İslâm’ın nurunu ve ziyasını neşretmeğe devam etmişler, maneviyata susa­mış gönülleri huzur ve saadete kavuşturmuşlardır.

İman, ilim, irfan, güzel ahlak, üstün seciye gibi esaslar onların him­metleriyle kalplerde hakim olmuş ve bu sayede memleket feyizden feyize, zaferden zafere nâil olmuştur. Zirâ bir memleketin tekâmül ve terakkisi bu esaslarla kaim ve daimdir.

Bu irfan yuvaları devam ettiği sürece İslâm medeniyetinin tealisi, şev­keti devam etmişti. İşte bu hizmetler ve terakkiler bu alicenap ulemanın sayesinde gerçekleşmişti.

Bilindiği gibi vicdan Cenâb-ı Hakk’ın insanın kalbine koyduğu bir nur-u marifettir. İnsanın bütün harekatını tedkik ve teftiş eden adil bir hâkimdir. Hakkı hak bilip kabul etmek, batılı batıl bilip ondan içtinab etmek o marifet nurunun şanı ve eseridir. Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir, doğruyu seven bir mürşiddir. O herşeyi tedkik edip hükmünü veren, yerinde sahi­bini bile mesul ve mahkum edebilen aldanmaz bir hakimdir. Zira, o bütün kararlarını akıl ve hikmet ile istişare ederek verir. İşte, İslâmiyeti müthiş fe­laketlerden, ümmet-i Muhammedi dinsiz felsefenin batıl fikirlerinden, ehl-i dalaletin tasallutundan, sefahatin hakimiyetinden muhafaza eden zâtlara hürmet etmek ve muhabbet göstermek o vicdanın muktezasındandır.

Takdirşinas olan insan, iyilik gördüğü zâtlara karşı teşekkürü bîr borç bilir. Velinimetlerine karşı hürmetle mukabele eder. Buna göre, bu ulemanın harikulade hizmetlerine, karşı şükür ve dua ile mukabele etmek, şuurlu her Müslümanın üzerine borçtur. Bunu yapmamak büyük bir küfran-ı nimettir. Küfran-ı ni’met ise Hakk’a karşı da halka karşı da mezmumdur, neticesi hüsrandır.

Dipnotlar:

59 Sözler. 
60 Sözler. 
61 Muhakemat. 
62 Muhammed Seyyid, s. 174. 
63 Mesnevi-i Nuriye. 
64 Maide Sûresi (5), 104. 
65 Bkz. Buhâri, Edeb, 73. 
66 Lem’alar. 
67 Tirmizi, İlim, 19; İbn Hanbel, V/197. 
68 Ahmed İbn-u Hanbel, Müsned 4, 97, 101, 104, 429; 5, 278. 
69 el-Buti, s. 154.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu