Dört İmam
İnsan hangi meslekte olursa olsun, Allah’ın yardımına muhtaçtır. Çünkü onun tevfıki olmaksızın hiçbir şey meydana gelmez. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla İslâm dinini kuvvetlendirmek ve himaye etmek için tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilim dallarında birçok alim yetişmiştir. Lütf-ü İlâhiye ile kemale gelen bu zâtlar İslâmiyetin teâli ve terakkisinden başka birşeyle iştigal etmemişlerdir. İslâmiyetin yücelmesini kendileri için en büyük bir gaye addetmişlerdir. Bu alimler makâsıd-ı şeriaya fevkalade vâkıf oldukları gibi, adalet, merhamet, sehavet gibi güzel meziyetlere de sahiptiler. Bu bahtiyarların en güzidesi, en ulvisi, içtihat istidadına hâiz olmak ve fıkıh ilmini tedvin edip ortaya koyan müçtehidîn-i izam efendilerimizdir. Bu zâtlar ahlak ve faziletin şefkat ve merhametin, gayret ve himmetin birer mücessem timsalidirler.
Bugün dünyanın her tarafındaki Müslümanlar bu dört imama medyûn-u şükrandırlar. Bu dört imamı, dört hane sahibi olarak tasavvur edecek olursak bütün Müslümanlar bu hanelerin etrafını sararak manevi gıdalarını onların sofralarından almaktadırlar. Dört imam içtihat ilminde en ileri oldukları gibi zühd, ahlak ve fazilette de en önde gelen kimselerdi. Bu müçtehidin-i izam içerisinde de dört büyük imamın hususi bir inâyete mazhar oldukları ve içtihatlarının da bütün insanların ihtiyaçlarına daha muvafık olduğu tebeyyün etmiştir. Çünkü; gerek onların asrında, gerekse daha sonra yetişen müçtehitlerin ne mezhepleri ve ne de tabileri kalmadığı halde, bu dört imama ait mezhepler dünyanın dört kıtasında devam etmiş ve etmektedir. Allah Teâla, hikmetinin gereği olarak bunları seçmiş, yardım kapılarını sonuna kadar açmıştır. Bu İlâhi yardımın kıyamete kadar da devam etmesi rahmetinin gereği olmuştur.
İşte bu yüce imamların güzel meziyet ve ulvi seciyelerini bütün teferruatıyla ortaya koymak için, ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Kitabımızın hacmi buna müsaade etmediğinden birer özet vermekle iktifa edeceğiz.
İmam-ı Azam Ebu Hanife (H.80-H.150)
Ehl-i Sünnetin dört büyük imamından birincisidir. Hanefi Mezhebinin kurucusu ve Ehl-i Sünnet’in reisidir. Kûfe’de dünyaya geldi. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din eğitimi aldı. Daha dört yaşında Kur’an-ı Kerim’i tamamiyle ezberledi.
Daha yirmi yaşına gelmeden, ilim ve irfanda bir benzeri dahi bulunmayacak seviyeye geldi. Şöhreti cihanı kapladı.
İmâm-ı Azam, Allah Teâla’nın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir alimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. O, kitaplarına, ders halkalarına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce karıştırmadı. Zira O, en sevmediği şey olan siyasetten şiddetle kaçınırdı. Nefsanî arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar da asla kitaplarına te’sir etmemiştir.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese te’sir eder, gönülleri cezbederdi.
İmam-ı Azam, İslâm dinine yaptığı hizmetleriyle İslâmiyeti iman, amel ve ahlâk esas olmak üzere bir bütün halinde insanlara yeni bir üslup ile sunmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak istiyenleri hüsrana uğratmış, önce itikatta birlik ve beraberliği sağlamış, ibadetlerde, günlük işlerde Allah Teâla’nın rızasına uygun olan hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece haklı olarak ikinci asrın müceddidi unvanını almıştır.
Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte
“İman, süreyya yıldızına çıksa, Fars oğullarından biri elbette alıp getirir.”183
buyrulur. İslâm alimleri bu hadis-i şerifin İmâm-ı Azam hakkında gerçekleştiğini ifade etmişlerdir.184
Hazretin kendilerinden hadis ve fıkıh ahzedip, aldığı zevat dört bin kadardır. Bu harikulade durum başka kimselere nasip olmamıştır. İmâm-ı Azam, müfessirlerin ikinci tabakası ricalindendir. Ayat-ı Kur’aniye’nin ihtiva ettiği dini mesail ve hakayıkı anlamak ve anlatmak kudreti en ziyade müçtehitlerde tebarüz etmektedir. Bu cihetle Hazret-i İmam, “Üstadü’l Müfessirin” unvanına bihakkın lâyıktır. Ebu Hanife, Şeriat-ı Muhammediye’nin bir rükn-ü azamıdır.
İmam-ı Azam Ebu Hanifenin, Şeriat-ı Muhammediyeye hizmet hususunda, sahabeden sonra dengi olmadığını, diğer müçtehit imamların da üstünde olduğunu söylememiz, malumu ilam kabilindedir. Fazilette, irfanda ve fikirde bir ferd-i ferit olduğunu çoğu fukaha kabul ve itiraf etmektedir. Sanki Ebu Hanife Hazretleri, İslâm dinini himaye etmek için yaratılmıştır. Kendisi hakkında, İbn-i Mübarek Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“İmam Ebu Hanife, her ilimde mukteda bih olmaya herkesten daha lâyıktır. Çünkü, O ilim ve şeriate ait hiç kimsenin keşfedemediği ilmî ve derin sırları keşfetmiştir.”
Süfyan-ı Sevrî Hazretleri ise şöyle buyurmuşlardır:
“Din ve ilme ait müşkilatı hâl ve izah hususunda derece-i kemale erenlerin birincisidir. Herkes onun ilmine ve irfanına, akıl ve izanına, zühd ve takvasına hayret ederlerdi.”
Tahavi ve başkalarının da açıkça ifade ettiği gibi Ebu Hanife, içtihat sahasında kendi yetiştirdiği kırk kadar seçkin ve güzide talebeleriyle istişareden sonra en isabetli ve en sağlam görüşü tercih ederdi. Şiddet-i dehasına rağmen, kendi reyi ile hiç hareket etmezdi.
“İşlerde onlarla meşveret et.”185
ferman-ı İlâhisine imtisalen her mes’eleyi; bu talebeleriyle müşavere eder, sonra karar verirdi. Talebelerinin içtihadına fevkalâde hürmet gösterirdi. 186
Onun mezhebinden olmayan arkadaşı Muhammed b. İshak ise, bu büyük imam hakkında “Karada-denizde, şarkta-garpta, yakın-uzak ilim, onun (r.a) müdevvenatıdır.” der. İmam Şafi ise şöyle der:
“İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin aile efradı gibidirler. Hiçbir valide Ebu Hanife gibi akıllı bir oğul dünyaya getirmemiştir.”
Evet fıkıh, onun ve arkadaşlarının eliyle olgunlaşarak, kimseye söz bırakmayacak seviyeye ulaştı. Allah sa’ylerini meşkur eylesin….
İsmi Nu’man’dı, fakat ulema ona İmâm-ı Azam vasfını layık görmüş ve bütün eserlerinde bu sıfatla zikretmişlerdir. Künyesi Ebu Hanife’dir. Peder-i muhteremlerinin ismi Sabit’dir. Hicri 80 yılında dünyaya teşrif etmiş, uzun ve bereketli fakat meşakkatli bir ömürden sonra Hicri 150’de Bağdat’ta ahirete irtihal etmiştir.
Uzuna yakın orta boylu, esmer, siyah gözlü idi. Daima mütebessimdi, saf kalpli, güzel seciyeli, affedici bir zât idi. Takva, ihlas ve sadakatta hadd-i kemâlde idi. Geceleri mabedine girer, ağlayarak ibadetle meşgul olurdu. Tefekkür-ü daimiye sahip ve kelamında daima Hakk’a isabet ederdi. Sözün doğrusunu söyler, her meseleyi hak ile fasl ederdi. İlim ve hikmetin feyyaz bir menbaı idi. Onun ali hususiyetlerinden birisi de sahî ve cömert olmasıydı. Allah yolunda malını seve seve infak ederdi. Talebelerinin iaşesini bizzat kendi karşılar, fukaraya muavenetten lezzet alırdı. Sahib-i servet olduğu halde, dünya onu hiçbir zaman kendine çekemedi, dünyanın şaşaa ve zinetinden nefret ederdi.
Belagat ve insicam cihetiyle, ifadesi şirin ve metin idi. Çok sükut edip az konuşur idi, lâkin sükutunda mana, kelamında hikmet bulunurdu. Malayani ile asla iştigal etmezdi. Bu hususta teaccüp edenlere “Zâlike fazlullahi yutihi menyeşa” (Bu Allah’ın fazlıdır. Dilediğine verir) diye cevap verirdi.
Her nerede bulunsa, etrafını faziletle ulema ve fudala kuşatırdı. Tahsil erbâbı her cihetten koşup, onun rahle-i tedrisine gelirlerdi. Sohbetine başladığında, herkes kemal-i edeple dinlerdi. İcabına göre her fenden bahsederdi. Fesahat ve belagatından udeba ve buleğa, ilim ve marifetinden ulema, ahkam-ı şeriyeye ait meselelerinde fukaha, hikmetinden hükema, maneviyatından evliya istifade ve istifaza ederlerdi.
İmam-ı Azam büyük bir müçtehid olduğu gibi, büyük bir muhaddisti. Dört bin kadar üstaddan ders alan, zeka ve hafıza itibariyle de harikalardan sayılan İmâm-ı Azam’in hadis ilmindeki ihata-i külliyesini takdir etmemek layık mıdır?
Ebu Yusuf onun hakkında, “Ben hadis, tefsir ve izah hususunda Ebu Hanife’den daha alim birisini görmedim.” derken, Yahya b. Main de şöyle demiştir:
“Ebu Hanife fevkalade itimâda şayan bir zâttı. Yalnız hıfzetmiş olduğu hadisleri rivayet eder, hıfzetmediklerini rivayet etmezdi.”
İmam-ı Azam’a nisbet edilen hadis kitaplarının on yedi tane olduğu söylenir.
Bu muazzam imamın vücudu bütün İslâm alemi için bir rahmet olmuştur.
İmam-ı Azam hayatı boyunca hiçbir felaket karşısında sarsılmadı. Her bir musibeti derin bir tevekkül ile karşıladı. İnandığını, doğru bildiğini söylemekten asla çekinmezdi. Güçlü bir ideal ve sarsılmaz bir cesaret sahibi idi. Bu ideal uğrunda birçok sıkıntılar çekmiş ve mahrumiyetlere katlanmıştır. Gerek Emevî ve gerekse Abbasî halifelerinin kadılık teklifini reddetmiş, inandığı hak uğruna eziyet, zulüm ve işkenceyi tercih etmiştir.
İmam-ı Azam Hazretlerini diğer müçtehitlerden mümtaz kılan hâller, sıfatlar ve meziyetler pek çoktur:
Birincisi: Sahabe-i kiramdan bazılarını görüp sohbetlerinde bulunmasıdır. Başta Hadim-i Nebevî Enes b. Mâlik Hazretleri olmak üzere, yine sahabeden Abdullah Ebu Evfa, Sehl b. Sâ’d, Ebu Tufeyl gibi sahabelerin sohbetine müşerref olmuştur.
Tabiin Hazretlerinin zamanında içtihat ve fetva gibi en mukaddes bir vazifeyi deruhte etmekle büyük bir imtiyaz kazanmıştır. Yani, tabiin zamanındaki insanların hürmet ve muhabbetlerini layıkıyla celbetmiştir.
İmam-ı Yusuf, İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Zufer gibi fukahayı yetiştirmiş ve onlara hocalık etmiştir.
İkincisi: İbadet ve ubudiyette, takva ve amel-i salihte emsalsiz olduğunu bir çok ulema zikretmektedir. Hatta ömrünün bir dakikasını bile boşa geçirmeden ilim ve ibadete, zühd ve takvaya inhisar ettirmiş olmasıdır.
Üçüncüsü: Fıkıh ilmini herkesten evvel, bablara ve fasıllara ayırıp tertip ederek ortaya koyduğu gibi, içtihada ait kaide ve prensipleri de ilk defa belirleyen yine odur.
Dördüncüsü: Kendi mezhebinin, diğer mezhepler daha ortaya çıkmadan; Hind, Çin, Rum ve Maveraünnehir gibi beldelerde intişar etmesidir.
Beşincisi: Talebelerini kendi kazancından yedirip içirerek okutmasıdır ki, bu hâdise tevatür derecesinde katidir.
Altıncısı: Diğer büyük müçtehitlerin İmâm-ı Azam hakkındaki takdirşinas senalarıdır.
İmâm-ı Mâlik Hazretlerine, İmâm-ı Azam Hazretlerini nasıl bilirsiniz diye sorulduğunda: “O öyle bir zâttır ki, faraza bu direği altın iddia etseydi, kat’i hüccetlerle isbattan aciz kalmazdı.” cevabını vermiştir. Sözünün sonunda İmâm-ı Azam Hazretleri için “Sübhanallah, O’nu diğerlerine kıyas etmek mümkün değildir. Vallahi ben ömrümde onun mislini görmüş değilim.” diyerek onun son derece yüksek bir ikna kabiliyetine, sahip olduğuna işaret etmiştir.
Ahmet b. Hanbel Hazretleri ise, “O’nun zühd ve takvası hiçbir kimseye müyesser olmayan bir mertebededir. Fıkıh ilmi ise O’na, talebelerine ve yetiştirdiği fukahaya mahsus bir sanat-ı celiledir.” buyurmuşlardır.
İmam-ı Yusuf ise; “Kur’an-ı Kerim’in esrarını anlamada bir dengi yoktu. O, yetişmiş olduğu sahabe-i kirama hakkıyla hayru’l-halef olmuştu. Fakat kendilerine hakkıyla hayru’l-halef olmaya lâyık bir fert nazarımda yoktur. Onun yüksek şanı güneş gibi aşikârdır. Onun dünerine (eteğine) asırlardan beri toz konmamıştır.” buyurmuş, ayrıca şöyle demiştir; “Aklın kemalini ve mürüvvetin tamamını ben Ebu Hanife’de gördüm.”
İmam-ı Azam ilm-i fıkıh ve usul-ü dinde birçok eserin vücuda gelmesine vesile olmuştur.
Başta İmâm-ı Mâlik, Şâfiî, Süfyan İbn Uyeyne, Abdullah İbn Mübarek, Süfyan-ı Sevri, Zehebî, İmâm-ı Şarani gibi zatlar olmak üzere pekçok âlimin, onun ilmi, irfanı, hizmeti, ubudiyeti, zühd ve takvası hakkında nihayetsiz medh ve senaları vardır.
Biz bu eserimizde erbâb-ı irfana kanaat verecek kadar deryadan bir katre ile iktifa ediyoruz.
İmam-ı Şâfiî (H150-H204)
Asıl adı Muhammed’dir. Fakat ulemâ ona İmâm-ı Şâfiî ismini lâyık görmüştür ve bu isimle iştihar bulmuştur. Babasının adı İdris’tir. İmâm-ı Şâfiî Hazretleri H.150 yılında, İmâm-ı Azam’ın ahirete irtihal buyurduğu gün dünyaya teşrif etmiştir.
Kısa fakat bereketli bir ömürden sonra H.204 senesinde Mısır’da ahirete göç etmiştir.
Daha çocukluk devresinde iken, ilme olan iştiyakından dolayı ilim meclislerini daima takip eder, dinlediği hakikat ve marifete ait meseleleri kaydederdi.
İmam-ı Şâfiî Hazretleri bir süre Medine’de İmâm-ı Mâlik Hazretlerinin rahle-i tedrisinde bulundu. “Muvatta” ismiyle meşhur hadis kitabını on üç yaşında iken hıfzına alarak, İmâm-ı Mâlik’in huzurunda dinletti. İmâm-ı Mâlik onun bu kavrayışına hayran oldu ve şöyle dedi: “Takva yolunu tut. İstikbâl sana çok şeyler vadediyor. Büyük bir şöhrete ve şana sahip olacaksın.”
İmam-ı Mâlik Hazretlerinin bu basiretli görüşü, buyurduğu gibi tahakkuk etmiş ve onun şöhreti güneş gibi âlem-i İslâm’ın her tarafında tecelli etmiştir.
Bu zâtın ilim sofrasından istifade ve tefeyyüz etmek için etraftan yüzlerce ilim adamı gelirdi. Misafirlerin sayıları bazen yediyüze baliğ olurdu.
Kevseri, O’nun hakkında şöyle buyurmuştur:
“Sonra Şâfiî (r.a) geldi de belli kariyerleri olan ilim erbâbından nicesini bir araya getirdi. Bu zâtlar, Hazret-i Şâfiî’nin Müslim bin Halid ve benzeri Mekkeli hocalarından aldığı ilme katkıda bulundular. Müslim bin Halid ki onun hocası Cureyc, onun hocası Ata ve onun da hocası İbn-i Abbas’dır. Vakıa yerle gök, Şafînin ashabıyla, ashabının sahipleri tarafından doldu taştı ve alemi ilimle doldurdular.”
İmam-ı Şâfiî Hazretleri heybetli ve mehabetliydi, onun bu celaldarane hareketleri etrafındaki insanlara tesir ederdi.
İmam-ı Şâfiî, gecelerini üç kısma ayırırdı. Bir kısmında uyur, bir kısmında namaz kılar, kalan kısmında da ilimle iştigal ederdi. Her gece Kur’an-ı Kerim’i hatmederdi. İmâm-ı Şarani’nin “Tabakat”ında, İmâm-ı Şâfiî’den şu manidar nakil mevcuttur:
“Kendimi bildim bileli hiç yalan söylemedim. Ne doğru, ne de yalan bir iş için yemin etmedim.”
Ayrıca insanın manevî kemâlatına vesile olacak şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Kalbine ilâhi bir nur penceresinin açılmasını isteyen kimse, şu üç şeyi yapsın.
1. Günün muayyen bir vaktinde huzura dalıp tefekkürde bulunsun.
2. Midesini pek fazla doyurmasın.
3. Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın.”
O’nun vasiyetlerinden biri de şudur:
“Halkı tamamen razı ve memnun etmek çok zordur. İçinizden biri bütün halkı kendisinden memnun etmek isterse, yapamaz. Böyle bir şeyin yolunu bulmak çok zordur. Kul daima Rabbini razı ve memnun etmeye bakmalı. Bilhassa ihlas sahibi olmaya dikkat etmeli. Yaptığı her iyi amel, Allah’la arasında kalmalı. Gururlanmak, âdi ve bayağı kimselerin vasfıdır. İnsanların en değerlisi, kendi kendisine bir kıymet biçmeye kalkmayandır. Ve fazilet bakımından insanların en değerlisi, kendisine bir ilim ve fazilet süsü vermekten sakınanlardır.”
Ehl-i sünnetin dört büyük mezhebinden biri olan Şafi”i mezhebinin imamı ve kurucusudur. Hanefi mezhebinden sonra en çok mensubu bulunan mezheptir.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in ve İmâm-ı Muhammed’in derslerine devam ederek, İmâm-ı Azam ve İmâm-ı Malik’in içtihat yollarını öğrenip bu iki yolu birleştirdi ve böylece ayrı bir içtihat yolu kurmuş oldu.
İmam-ı Şâfiî, on üç yaşındayken Harem-i Şerifte, “Bana istediğinizi sorunuz.” derdi. Yaşı on beşe baliğ olduğunda fetva vermeye başlamıştı. İçtihat iktidarına sahip olan nice fakihler, onun açtığı içtihat tarikini takip edip; kendi namlarına içtihat etmeğe lüzum görmemişlerdir.187 Dört büyük müçtehidden biri olan Ahmed b. Hanbel ondan ders alırdı.
Ahmed İbn-i Hanbel Hazretlerinin oğlu Abdullah demiştir ki;
“Ben babama sordum ki, ‘Şâfiî nasıl bir zâttır ki sen ona bu kadar çok dua ediyorsun?’ Babam dedi ki; ‘Oğlum!.. Şâfiî, dünyalar için güneş, insanlar için afiyet mesabesindedir. Bak bunların yerine kaim olacak bir şey var mıdır?’ ” 188
İmam-ı Şâfiî şöyle buyurur:
“Üç meziyete sahip olanın imanı kâmil olur:
1. Emr-i bilmaruf yapmak, yani Allah’u Teâlanın emirlerini yapmak ve yaymak.
2. Nehy-i ani’l münker yapmak, yani Allah Teâla’nın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.
3. Her işinde Allah Teâla’nın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak.”
“El-Ümm” ve “Er-Risâle fi’l-usül” O’nun en meşhur eserlerindendir.
İmam-ı Şâfiî Hazretleri, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sünnet-i seniyyesine itibar etmeyen ve sahabelerin nurlu yolunu takip etmeyenlerin, havada yürüseler bile doğru yolda olamayacaklarını ifade eder.
İmam-ı Mâlik (H93-H-179)
Mâlik bin Enes Hazretleri, pek büyük bir müçtehittir. Ehl-i sünnet arasında ikinci asr-ı hicriden beri kemal-i ittifak ile kabul edilmiş dört büyük mezhepten birinin müessisidir.189
Hicretin 93. senesinde dünyaya geldi ve H.179. senesinde ahirete irtihal etti. Cennetü’l-Bakî’a defnedildi.
Konuştuğu her cümle delile istinat ederdi. Bu hususta büyük bir itibar kazanmıştı. Herhangi bir meselede “Evet” veya “Hayır” dedi mi, artık Ona “Bunu niçin söyledin ve nereden aldın?” gibi sorular sorulmazdı.
İlim ve irfanını, 300’ü tabiinden olmak üzere toplam 900 alimden tahsil etti. Ona göre ilim, çok rivayetin ezberi değildi, kişinin gayreti neticesinde Allah Teâla’nın kalbe ilham ettiği bir nurdu.
İmam-ı Mâlik Hazretleri ilim talebinde bulunan şahıslara şunları tavsiye ederdi:
1. Sakin ve vakarlı olmak.
2. Kalbini mehafetullah ile doldurmak.
3. Kendine itaat ve itibar etmeyen kimselerin yanında konuşmamak.
İmam-ı Mâlik, muhitindeki bütün alimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük fedakarlıklar göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve her şeyini harcamış, hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır.
Medine-i Münevvere’de Emir bulunan Cafer İbn-i Süleyman, kendisine bir meseleden muhalefet ettiğinden dolayı, İmâm-ı Mâlik Hazretlerine yetmiş kırbaç vurdurmuştu.
Hazreti İmam, kırbaçlar vuruldukça:
“Yarabbi!.. Onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar.” diyordu. Nihâyet bayılıp düşmüş, sonra ayılınca da: “Şahit olunuz, ben hakkımı, beni döğene helal kıldım.” demiştir. 190
İmâm-ı Şâfiî’nin, İmâm-ı Mâlik’ten ders almış olması büyük imamın şeref ve üstünlüğünü ifade etmeye kâfidir.
O derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu ilim tahsil edenler içinde şart koşardı.
Bir talebesi şöyle dediğini nakleder:
“İlim tahsil edenlere vakarlı, ciddi olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin bilhassa ilmi müzakereler esnasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekmektedir. Gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken adaptandır.”
Hazret-i İmâm, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlak, zühd, fazilet, takva ve kerem bakımından da öyle yüksekti.
Zehabi, “Tezkiretü’l-Huffaz” isimli eserinde bu büyük İmamı şöyle anlatır:
“Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivayet, dirayet, adalet, sünnet-i seniyyeye ittiba, fetvada sıhhat yönünden önde gelen bir zâttı.”
Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere “Bilmiyorum.” derdi ve “İlmin kalkanı ‘bilmiyorum’ demektir.” buyururdu.
İlim ve irfanda mütebahhir olan ve bir milyon hadis-i şerifi hıfzında tutan bir zât, kendisine sorulan kırk meseleden otuzaltısına “lâ edrî,” (bilmiyorum) diye cevap vermiştir.
En meşhur eseri “Muvatta” olmakla beraber daha birçok eseri mevcuttur.
İmam-ı Ahmed (H.164-H.241)
Ahmed-İbn-i Hanbel: Kendisi 164 tarihinde Bağdat’ta doğmuştur. 241 tarihinde yine Bağdat’ta darü’l-bekaya irtihal etmiştir. Menakıbına dair pek çok kitaplar yazılmıştır.
On beş-on altı yaşlarındayken akranları arasında ciddiyeti, çalışkanlğı, haramlardan kaçması, sabrı ve güzel ahlakı ile temayüz etti. Daha kırk yaşına gelmeden hadis ilminde ve fetvada başvurulan kaynak oldu. Pek çok ilim adamı yetiştirdi.
Hakkıyla vâris-i Peygamber olan bu büyük İmam, daha küçük yaşlardan itibaren asil ve şuurlu ebeveynlerinin destekleriyle hem din ilimlerini hem de sarf, nahiv, şiir, belagat vs. gibi diğer ilimleri mükemmel bir tarzda öğrenmişti.
İmam-ı Ahmed Hazretleri tâ küçüklüğünden beri geceleri ihya edip, gece namazını hiç bırakmamıştır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’in sünnetini tam manasıyla yerine getirmeye çalışırdı. Yirmi dört saatte mutlaka Kur’an-ı Kerim’i hatmederdi. Sohbette bulunduğu mecliste, dünyaya dair işler konuşulmazdı.
Mu’tezile mezhebinden olan halife; Kur’an’ın mahluk olduğuna dair kendinden fetva istemiş ve İmâm-ı Ahmed’den istediği cevabı alamayınca onu hapse artırmıştır. Tam yirmi sekiz ay hapis yatmış ve şiddetli işkence görmüştür.
Halife Mütevekkil zamanında hapisten çıkarıldı ve serbest bırakıldı. Halife Mütevekkil Kur’an’ın mahluk olmadığını ilân etti ve İmam aleyhindeki menfi cereyanı durdurdu. Bu suretle Mutezile de susturulmuş oldu.
Yetmiş yıllık uzun, semeredar ve meşakkatli bir ömür sürdü. Halk tarafından sevildi, sayıldı. Ölüm döşeğinde iken binlerce insan onu ziyarete geldi. Onun ölümü ise bir başka ibretli manzarayı gözler önüne sermişti. Şöyle ki:
Cenazesine yüzbine yakın insan iştirak etti. Bu müthiş manzarayı gören ve bu hâl karşısında hayretler içinde kalan birçok Yahudi, Nasrani ve Mecusi Müslüman oldu.
Ehl-i Sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbeli mezhebinin kurucusudur.
Hadis ilminde zamanının en büyük alimi olan Ahmed b. Hanbel Hazretleri üç yüz binden fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte hıfzetmişti.
Talebelerinin ve kendisine sual soranların müşkillerini hallederken ortaya koyduğu ve takip ettiği usuller, Hanbeli mezhebinin temel kaidelerini oluşturur.
700.000 hadis içerisinden seçerek 30.000 hadis-i şerif içeren “Müsned”i, O’nun en meşhur eseridir.
Dipnotlar:
183 bk. Buhâri, Tefsir; Müslim, Fedaîlu’s-sahâbe; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an.
184 Daha fazla bilgi için bkz. Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Mevahibu’r-Rahman fi
185 Al-i İmrân Sûresi (3). 159
186 Hatip Bağdadi (tarihi Bağdadında 14-247) İbn-i Kerrameye isnatla der ki: “Bir gün biz Veki’in yanında iken adamın biri “Ebu Hanife hata etmiştir!” dedi. Bunun üzerine Veki’ “Ebu Hanife nasıl hata edebilir ki; onunla beraber Ebu Yusuf ve Züfer gibi kıyasta imam, Yahya b. Ebi zaide, Hafs b. Giyas, Hibban, Mündel gibi hadis hafızları, Kasım b. Maatı gibi lügat alimi, Davut Tai ve Fudayl b. İyaz gibi züht ve vera sahibi insanlar var. Doğrusu Cülesasi bu gibi zevat olanın hemen hemen hata ihtimali yoktur. Nasıl olsun ki? Hatası olsa hemen kendisine red ve iade edilirdi.
187 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 406.
188 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 404.
189 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 400.
190 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 401-402.