Bu Ne Doyulmaz Tabloydu
Ertesi sabah, camide namazımızı kıldık. Namazdan sonra, bir süre etrafta gezindik. Gayet lâtif bir Haziran sabahıydı. Bad-ı saba aheste aheste estikçe, nazarlarımıza yeşil yeşil mevceler çarpmaktaydı. Ağaçlardan, çimenlerden, çiçeklerden etrafa yayılan güzel kokular da bizi mestediyordu.
Ağaçların dallarında binlerce kuş, teşbih nağmelerini sanki dergâh-ı İlâhiye’ye takdim ediyorlardı. O çimenler, o çiçekler, o yapraklar mesrûrâne sallandıkça, fikirlerimize revnaklar saçıyor, hislerimize sürür bahşediyorlardı.
Etrafa nazar gezdirirken kendimi alamayarak gayr-i ihtiyarî dedim: “Aman Ya Rabbi!.. Bu ne İlâhî bir manzara, ne doyulmaz bir tablo!..”
Ben bunları böyle hayret dolu bakışlarla temaşa ederken, Üstad’ımızın buralarda geçirdiği hayat safhalarını düşündüm. Sergüzeşt-i tefekküriyesini tahattur ederek hayalimden “Acaba, O’nun bakışları bu sünbülistanlardaki bu ra’na şükufelere, menekşelere kim bilir nasıl konup kalkmıştı… ve ruhunda kim bilir ne gibi ulvî feyizler, rengârenk marifetler tecelli etmişti”, dedim.
Barla, etrafıyla birlikte sinesini Nur’un feyiz ve tecellilerine mazhar etmişti. Buna binâen de mevsim bir neş’e, bir mesruriyet, bir mes’udiyet içindeydi. Güneş, Barla’nın mor sünbüllü bağ ve bahçelerinde neşv- ü nema bulan yeşil çimenleri, ağaçları uyandırıyordu.
Güneşin ilk ışınlarının Barla’nın taşında toprağında, ağacında çiçeğinde, bağında bahçesinde, deresinde tepesinde aksedişi, bana Risale-i Nur’un istikbalde Anadolu’nun hattâ dünyanın en ücra köşelerine kadar nüfuz edeceğini hatırlattı…