Bediüzzaman’ın Eserlerini İştiyakla Okumaya Başlıyorum
Erzurum’a döner dönmez bu eserleri hararetle okumaya başladım. Zamanım kifayetsizdi. Zira medresedeki talebelerimle sabahtan akşama kadar meşgul olmak mecburiyetindeydim. Geri kalan zamanımı da mümkün oldukça bu eserleri okumaya ayırıyordum.
“Muvaffakiyet, halis niyetin refikidir.”, kaidesine binânen, eserleri önce halis bir niyetle, sonra derin bir aşk ve iştiyakla okumaya koyuldum. Tekrar tekrar okuyor ve anlamaya, tefekkür ve tefeyyüz etmeye çalışıyordum.
Dikkatimi ilk çeken husus şu oldu:
Bu eserlerden herhangi birini bir defa okuyup bir kenara koyamıyor, bir daha, bir daha okuyordum. Bıkmak usanmak şöyle dursun, bilâkis arzu ve iştiyakım gittikçe artıyordu. Eserleri her okuyuşumda bana yeni yeni ufuklar açılıyor, tefekkürüm inkişaf ediyor, kalb ve ruhumda taze taze marifet çiçekleri sümbülleniyordu.
Bu meziyyetin, yâni usandırmadan, sevdirerek kendisini okutma hususiyetinin nasıl bir sırra dayandığını düşünürken, perdeler bir derece aralandı ve gördüm ki: Halis bir niyetle ve hususî bir ilhamla kaleme alınan bu eserler, bahr-ı envâr olan Kur’an’dan tereşşuh ettiğinden usandırmamak hassasına mazhar olmuş. İçinde nice meziyetler yıldız-misâl serpilmiş olduğundan Nur Külliyatı’nı okudukça Kur’anî mânâlar ve Rabbani hakikatlar ve lâhutî feyizler benliğimi sarıyor, beni bir daha bırakmıyordu.
Evet, bu eserlerden aldığım feyizler, bereketler tarif edilecek gibi değildi. Okuduğum herbir kitap bana öyle feyizler veriyordu ki, gönlüm açılan goncalar gibi tatlı ihtizazlara maraz kalıyordu.
O güne kadar hiç duymadığım, okumadığım zengin ve lâtif tabirler,Kur’anî ifadeler, hayattar sözler kalbimi tenvir ediyor, aklıma ulvî hakikatlar gösteriyordu.
Bu nurlar, bu billûrlaşmış hakikatlar, akıl âlemimde tezahür ettikçe ülfet perdelerini yırtıyor ve beni bir dönüm noktasına doğru getiriyordu.
Tarifinden aciz kaldığım bir huzur ve zevk gittikçe bütün hissiyatımı kaplıyor ve marifet ziyaları idrakimin ufkundan vücud iklimime doğuyordu.Bu öyle bir doğuştu ki, beni şahikalardan şahikalara atıyordu. Onuncu Söz’ü yâni Haşir Risalesini okuduğumda İsrafil’in borusuyla uyanan bütün beşerin mahşerdeki baş döndürücü kalabalığını hayalen görür gibi oldum. Sanki yeniden dirildim ve “Aman Yâ Rabbi! İman ne büyük bir nimet.” dedim. Namütenahi hamdettim…
“Hiç mümkün müdür ki; gökte, yerde, karada, denizde; yaşkuru, küçük-büyük, âdi âli her şeyi kemâl-i intizam ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir Hafiziyet; insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin, Rububiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin? Muhasebe eleğinden geçirilmesin? Hayır asla!..”
ifadelerini okuduğumda, öldükten sonra ebedî bir hayata kavuşacağıma dair imanım ve iz’anım hakka’l-yakîn derecesinde terakki etti ve ben mü’min bir insan olduğuma sonsuz şükrettim.
“Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelî’ kanuniyle hareket eden küçük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, herbir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmuu cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebetdar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırın mehbâlarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bir Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurâfeciliktir!..”
gibi keskin delillerle tabiatperestlerin, ateistlerin, dinsizlerin belkemiklerinin kırıldığını, küfür ve inkârın âklen muhal olduğunun iki kere iki dört edercesine ispatlandığını gördüm.
“Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatiyle âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemâlini tavsif ve tarif eder…” ibaresinden,
“Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimi bir uhrevi saadet ve taze, baki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış!” ifadesine ve
“Bak, şu kâinatı seyyâlede, şu mevcudat-ı seyyarede cevelân eden zîhayatlara! Göreceksin ki; Bütün zîhayatlardan herbir zîhayat üstünde Hayy-ı Kayyûm’un koyduğu çok hatemler vardır..” sözlerinden
“Bak, şu semâvatın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et! Göreceksin ki; herbiri üstünde Şems-i Ezelinin taklid kabul etmez turraları vardır…”
hakikatlarına kadar, herbiri bir başka güzel ve cazip ifadeler, sema-i ruhumda bir yıldız gibi parlıyor; kalb ve vicdanıma marifet nurları saçıyordu.
Akıl ve vicdanın hayran olduğu şu ifadeler, her idrak ve vicdanda ma’kes bulacak keyfiyettedir:
“Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘iman-ı Billâh’tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı Billâh içindeki ‘Mârifetullah’tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı ni’meti, o mârifetullah içindeki ‘Muhabbetullah’tır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürür ve kalb-i insan için en safi sevinç, o Muhabbetullah içindeki ‘lezzet-i ruhaniye’dir.”
“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sûrur ve şirin ni’met ve safî lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetullah’dadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, ni’mete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan fânî dünyada, âvâre nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hamisiz bir surette; âciz, miskin bir insan bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev’-i beşer içinde, bu perişan fânî dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare, sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanışa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”
Bu hakikatlar idrakimde yepyeni mecralar ve ufuklar açmış, beni gerçekler ikliminde yaşatmış, gezdirmiş, dolaştırmıştı. Risale-i Nur’u okudukça, ızdırablarımın biraz daha hafiflediğini, ihtiraslarımın gittkçe söndüğünü ve ruhumda kopan kasırgaların yavaş yavaş dindiğini hissetmekteydim.
Ben, artık, hayatımın en parlak bir demindeydim. Aklım, fikrim, kalbim, ümit ve hayalim, gözlerim, kulaklarım, kasacası mevcudiyetimin her şubesi, azîm inkılâblara ve istihalelere maruz kalmıştır.
Aklım; fesahat ve belagat sümbüllerinin bostanı olan o şirin ifadelerdeki esrar-ı marifetle meşgul oldukça tenevvür ediyordu.
Ruhum; şevk ile ihtizaza geliyor ve gönlüm vecd ile sürura müstağrak oluyordu.
Fikrim; bu eserlerin ihtiva ettiği Rabbani sırlan zevkettikçe, bir şehbaz gibi, marifetten marifete uruç ediyor, yükseldikçe yükseliyordu.
Kalbim; zevkettiği bu hakikat dersleriyle Esmâ-i Kudsiye-i İlâhiyye’ye bir âyine olduğunun şuuruna eriyordu.
Nefsim; Cennet hurileri gibi bezenmiş ve süslenmiş, ifade ve ibarelerin mütenevvî tat ve kokularını, latifelerime ulaştırdıkça nihayetsiz bir haz ve inşirah duyuyordum.
Gözlerim; bir zîzevk ve zîşükür olarak okunan kitabın sayfalarını, birer ravza-i irfan ve marifet telâkki edip temaşasına meftun, letafetine hayran, zinetine meclûb oluyordu.
Kulaklarıma gelince, ayrı ayrı mertebe-i marifeti, tabaka-i feyz ve kemâli kalbime ulaştıran pürdikkat ve bir muhatap kesilmiştir ve o mârifet-i gamîzayı beyan eden cümlelerin âşıkane zemzemelerinden başka bir şey işitmiyordu.
Vücudum, nevbahar âleminin nesimiyle gâh sağa, gâh sola aheste aheste meylediyordu.
Ümidim ise, hûn olmuş canıma Hüdhüd-ü Süleyman gibi ma-i hayatı keşfedip içiriyor, surur ve saadet havalarını teneffüs ettiriyordu.
Hayalime gelince muazzez Üstad’ımın;
“Benimle gelen pişman olmaz; benimle gelen pişman olursa, rûz-i mahşerde sırtımın yükü olsun. An şart ki, bu dâvaya karşı sebat ve sadakatini bozmasın.”
taahhüdünü tahayyül ile cûş-u huruş içinde kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden tâ cinân-ı cennete kadar üruç ediyordu.
Aylarımı, hattâ yıllarımı alan bu ince mütalâa ve derin tetkiklerden sonra, şahsen şu neticeye vardım:
Bu eserler beşerin maddî-mânevî hastalıklarına şifa bahşeden ilâçlarla dolu bir büyük eczahane keyfiyetindeydi.
Peygamber Efendimizin (S.A.V.), her asrın başında bir müceddid geleceğini ve dini tecdid edeceğini haber verdiği hadîs-i şerifi hatırladım ve bu eserleri yazan zât-ı muhteremin, bu asrın müceddidi olduğu kanaati bende gittikçe ağırlık kazandı. Ve sonunda,
“O nurunu gönder İlâhî, asırlar oldu yeter,
Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister.”
beyitinde ifadesini bulan ve asırların beklediği, Âlem-i İslâm’ın gözlediği büyük müceddidin bu zât olduğu kanaatına vardım. Artık şuna bütün ruhumla inanmıştım ki:
Beşeri, düştüğü maddî ve manevî buhranlardan, bunalımlardan, sefahetten, dalâletten, aklî ve ruhî dengesizliklerden, kalbî ve vicdanî huzursuzluklardan, ızdıraplardan biiznillâh bu eserler çekip kurtaracaktı.
Bu inanç bende gittikçe kuvvet kazanmakta ve beni Bediüzzaman’ı daha yakın tanıma merakına doğru adım adım götürmekteydi. Vakit kaybetmeden yola çıkmalı gidip Isparta’da, rahle-i tedrisinde kendisini bizzat ziyaret etmeli ve elini öpmeliydim.