Erzurum’a Dönüş
Van’dan dönüşümde, beraberime aldığım Âyetü’l-Kübrâ’yı yol boyunca büyük bir iştiyakla okudum. Öyle ki, yolculuğun nasıl geçtiğini bile farkedemedim. Eser, baştan sona hârikalarla dolu bir tefekkür deryasıydı. Ve ben, bu deryanın uçsuz bucaksız sahillerinde elimden geldiğince dolaşmaya çalıştım. Kendi kendime şöyle dedim:
— Bediüzzaman’ın şuur ve vicdanını, kalb ve ruhunu, his ve benliğini azamet-i İlâhiyye’nin nurları sarmış… Her neye bakmışsa Kudret-i Sâmedaniyye’nin eserlerinden tecelli eden azamet ve rahmet-i İlâhiyye’nin derinliklerine dalmış ve sırlarına vâkıf olmuş. Fikir ve basiretini gâh semanın derinliklerine, gâh zeminin yüzüne atfederek mevcudat-ı İlâhiyye üzerindeki esrar-ı Rabbaniyye’yi ve tecelliyat-ı Sübhaniyye’yi tefekkür ile Kâinat Hâlık’ının kudret ve azametine hayran olmuş… Acz ve ubudiyetini Sübhânallah ile ifade ederek ferahlamış; gönlündeki hayret ateşini Allahü Ekber ile teskin etmiştir.
Evet… Gökte güneşler, yıldızlar, bulutlar, şafak ve fecriyle ufuklar; zeminde çimen ve çiçekler… hep O’na ilham kaynağı olmuş. O’nun fikri kartallar gibi daima yükseklere uçmak istemiş ve uçmuş. Bâzan ufuklara, azametli şahikalara konmuş, bâzan bulutları aşmış, göklerde seyeran etmiş. Bâzan da âlemlere nurlar neşreden yaldızlı yıldızlara konmuş.. Oradan da, meleklerin güzergâhı olan asumana uruç etmiş, onların lisanîyle konuşmuş ve Kâinatın Hâlık’ını onlardan sormuş. Bâzan da, asar-ı İlâhiyye’nin hudutsuz deryalarının engin sahillerini geçmiş, derinliklerine dalmış fikir ve vicdanı, kalb ve ruhu tezyin ve tezhip eden nice mücevherler çıkarmış…