Sivas Kampında
İhtilâlin akabinde “Kurucu Meclis” teşekkül etti ve ihtilâlcilerin direktifleri doğrultusunda “61 Anayasası” hazırlandı. Bu anayasa maalesef memleketi ve devleti yıkmak isteyen komünistlere büyük kapılar açtı, geniş imkânlar getirdi.
İsyanları, toplu katliamları, yangınları, kurtarılmış bölgeleri, halk mahkemelerini, mezheb kışkırtıcılıklarını, istismarı, bölücülük ve ırkçılık hareketlerini, hülâsa, devleti yıkmak için ne lâzım geliyorsa topyekûn hepsini birden arkasından getiren bu Anayasa, memleketin gerek 12 Mart 1971 ve gerekse 12 Eylül 1980 öncesi vahşetlerine sürüklenmesinde en büyük âmil oldu.
27 Mayıs faciasının gadr ve zulmü, bir taraftan Demokratları kasıp kavururken, -hattâ idam sehpalarına çıkarırken- Nur talebelerini de hapishanelere, zindanlara doldurmuştu. Daha ihtilâlin haftası içinde, Şercil Polat, Yavuz Telli, Terzi Bahaddin, Kâmil Sirkeci ve Hilmi Ardos’la birlikte apar topar Sivas’a kampa götürüldük. Sonra, mahkemeler, sorgulamalar, ifadeler…
Suçumuz, Bediüzzaman’a talebe olmak ve Risale-i Nur’u okumaktı. Hâlbuki hakkında pek çok müsbet bilirkişi raporu verilen ve beraat kararları olan Risale-i Nur Külliyatı’nı okumanın suç sayılamayacağını aklı başında olan herkes takdir ederdi.
Sivas’a götürülüşümüzün ikinci ayında, kampa askerî hâkimlerden müteşekkil bir soruşturma hey’eti geldi. Ayrı ayrı ifadelerimizi aldılar. Benden önce değişik günlerde beş arkadaşımın ifadelerini almışlar, hepsine de aşağı yukarı aynı şeyleri sormuşlardı. Ben, aynı soruların bana da sorulacağı kanaatiyle hazırlıklı gittim. Mahkeme şöyle cereyan etti:
Hâkim yüzbaşı benden önceki arkadaşlara tevcih ettiği iddiasını bana da tekrarladı:
— Siz Said Nursî’yi gerçek çehresiyle tanımıyorsunuz. Hepiniz de saflığınızın kurbanısınız. Aldatılıyorsunuz. O, devlet yıkmak ve “Halife” olmak istiyordu?..
Cevaben dedim ki:
— Hâkim Bey, keşke Bediüzzaman’ı gerçekten tanımış olsaydınız, o zaman bizler rahat eder, huzur duyardık. Zira, sizin anlamanızla hak tebeyyün edecekti. Fakat, ifadelerinizden anlaşıldığı üzere korkarım ki, Bediüzzaman sizin meçhulünüzdür.
Hâkim sert bir tavırla:
— Nasıl böyle konuşabilirsin? O’nun yaptığı isyanı bilmeyen mi kaldı, dedi.
— Hâkim Bey, dedim; siz anlaşılan Şeyh Said ile Bediüzzaman Said Nursi’yi karıştırıyorsunuz. İsyan eden Şeyh Said’dir. Şeyh Said, isyan hazırlıklarını yaparken Bediüzzaman Hazretlerinden de yardım istemiş, Bediüzzaman ise “Bu milletin evlâtlarına, bin seneden beri Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın elmas kılıncını taşıyan Türklere ve onların torunlarına kılıç çekilmez ve çekilmemeli.” diyerek, O’nun teklifini reddetmiştir. Bu kadarla da kalmamış, isyana iştirak arzusunda olan bâzı aşiret reislerini de ikaz ederek onların isyana karışmalarına mâni olmuştur. Dolayısıyla Şeyh Said isyanı mevzii kalmıştır.
Ne hazindir ki, bu hakikat, bazı makamlarca hâlâ bilinmemekte, isyanı yapanla, isyana karşı çıkan birbirleriyle karıştırılmaktadır. Şayet, Bediüzzaman’da böyle bir arzu olsaydı, bu arzusunu Cumhuriyetin ilk yıllarında tahakkuk ettirmeye teşebbüs ederdi. Zira, sizce de malûm olduğu üzere, devletimiz henüz Cihan Harbi’nden aldığı yaraları saramadan İstiklâl Hârbi’ne girmiş, bu harbten yorgun ve bitkin olarak çıkmıştı. Nüfusumuz 10-12 milyona düşmüştü. Bediüzzaman, o günlerde elli yaşlarındaydı. Nüfuzu umum Şark’da geçerliydi. O gün, böyle bir teşebbüste bulunmadığına göre, demek ki, kendisinde kat’iyyen böyle bir arzu yoktur.
Bediüzzaman’ın devleti yıkarak Halife olmak istemesi iddianıza gelince, bu noktada şunu ifade etmek isterim: Bediüzzaman Hazretleri dünyevî makamları, saltanatları asla istemediği gibi, hayatı boyunca, şan ve şereflere, fâni teveccühlere iltifat etmemiştir. Hattâ, talebelerini de her türlü dünyevî siyasî emellerden ve arzulardan menetmiştir”.
Hâkim:
— Peki, Bediüzzaman’ın gayesi nedir? Neden hep O’nun eserlerini okuyorsunuz? Bu kadar âlimlerimiz varken, neden genç-ihtiyar hep O’nun peşinden gidiyorsunuz?
Cevaben dedim:
— Rahmet-i İlâhiyye’nin muktezasındandır ki, Cenâb-ı Hak, zaman zaman ufukları kararan, büyük buhranlara düşen müslim veya gayr-i müslim bütün insanlara bir takım hârika dehalar, kurtarıcı eller göndermiştir. Bu ilâhî bir kanundur. Bu gibi arif ve fâzıl rehberlerden mahrum kalmış cemiyetler, her ne kadar mevcudiyetlerini devam ettirseler bile, bir maneviyat buhranı içine düşer, boğulur giderler.
İnsanlık tarihine göz attığımızda görürüz ki; İman ve ihlâslarını kaybeden, dalâlet ve sefahete düşerek hayatlarını tehlikeye atan insanları Cenâb-ı Hak ya bir nebî, ya bir müceddid, ya bir mürşid vesilesiyle kurtarmıştır.
İşte, Bediüzzaman da bu asrın insanları için hem bir mürşid, hem bir müceddiddir.
Bediüzzaman’ın gayesine gelince, bunu kendisi şöyle ifade ediyor:
“… Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir.İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur.”
“Dünyâ, büyük bir mânevi buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İmanın kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”
İşte, Bediüzzaman, bütün ömrü boyunca, sadece ve sadece bu gayeyi taşımış ve bu ızdırabla yaşamıştır. Fakat, O’nun bu gayesi hayal plânında kalmamıştır. O, gayesini aksiyon haline getirmeyi başarabilmiştir. Yazdığı yüzden fazla eserlerinde, cemiyetin bütün manevî hastalıklarına ennâfi, en müessir tiryaklar, ilâçlar sunmuştur. Avrupa’dan esen materyalizm kasırgalarıyla îmanları sarsılan, şüphe ve tereddüt içinde bocalayan, garbı körükörüne taklid ederek öz değerlerini kaybeden, ahlâkları sarsıntıya uğrayan, sefahetle sarhoş olan bîçare gençler, her türlü hastalıklarına Nur külliyatında deva bulmuşlar. Ona koşmuşlar, onu okumuşlar ve onun talebesi olmuşlardır.
Neden Bediüzzaman’ın eserlerinin çok okunduğuna dair sorunuza da böylece cevap verdiğimi sanıyorum.
Hâkim, bütün bu ifadelerimi sükûnetle ve hiç sözümü kesmeden dinledi. Sonunda ifademi özetleyerek kâtibe yazdırırken kullandığı yapıcı üslup, kanaatinin tashih olduğunu gösteriyordu.
Mahkemeden yaklaşık üç ay sonra, dosyalarımızın Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’ne nakline karar verildi.
Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’nin âdil hâkimleri, dâvamızı beraatle neticelendirdiler.