Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım?

Isparta’ya Doğru

Üstad’ımızı görmek için çoktan beri kalbimde cevelân eden arzu ve iştiyak, nihayet 1956 yılında tevfik-i İlâhiye ile tahakkuk etti.

Yanımda okuyan Molla Zekeriyya isimli bir talebeyle bir Haziran sabahı erkenden, Trabzon – Samsun – Ankara güzergâhından Isparta’ya gitmek üzere otobüse bindik. Bu güzergâhı seçmemizin sebebi, Samsun’da yedek subay olarak askerlik yapan, Üstad’ımızın talebelerinden Mustafa Sungur’u ziyaret etmek idi.

Otobüsümüz, şose yolda ağır ağır ilerlerken, ılık bir sabah güneşi etrafı aydınlatıyor ve nesim-i nevbahar lâtif lâtif esiyordu. Rüzgârın bu lâtif esişiyle uyanan taze çimenler aheste aheste dalgalanıyordu.

Sanki yeryüzü bu nesimin hareketiyle cûş-u huruşa gelmiş, mütebessim yeşil sahralarını şu tatlı ihtizaz ile bizlere göstermek istiyordu.

Gökten serpilen rahmet ışıklarına, yerden fışkıran bahar çiçeklerine nazar gezdirdikçe, gönlüm goncalar gibi açılıyor, baharın şevk ve sefasına ortak oluyordu. Önümüze çıkan dağlar, bayırlar, vadiler ve ırmaklar safa ve neş’e içinde bizlere kucak açıyor, yol veriyordu. Gençliğin en güzel deminde, yılın en güzel mevsiminde Üstad Hazretlerine müteveccihen yaptığım şu seyahat, beni sonsuz sevinç deryalarına atıyordu. Coşkun bir heyecanla bir saadet menziline doğru celb olunmaktaydım. O gün, hayatımın en mes’ud, en mesrur, en müstesna günlerinden biriydi.

Nihayet, Gümüşhane gerilerde kaldı. Arabamız Zigana dağına tırmandıkça, ufuklar genişliyordu. Yol zirveye yaklaştıkça dağlar bütün ihtişamiyle her tarafta zuhur ediyordu. Bakışlarım kâh ufuklarda, kâh zirvelerde,

kâh vadilerde, kâh masmavi gökyüzünde geziniyor ve yer yer beyaz pamuk yığınlarını andıran bu manzaralardan, sayfalardan gözlerim yorulunca, iç âlemime dalıyor, derin derin düşünüyordum. Afakî ve enfüsî asar-ı İlâhiye’yi tefekkür ettikçe nûr-u nazarım tevessü ediyordu.

Yol boyunca, zaman zaman Üstad’ın “Münacaat” isimli eserini okuyor ve tefekküre dalıyordum. Fikrimi inkişaf ile yükselten, ruhumu mencezip eden, hayatıma saadet bahşeden, gayemi ulvîleştiren, istikbalimi aydınlatan bu münacattan ilk olarak şu pasajı okudum:

Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelâl! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta’limiyle ve Kur’ân-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki: Nasıl, denizler acâibleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar; öyle de, dağlar dahi, zelzele tesirâtından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılâbât fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilâsından kurtulmasına; ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan mâdenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.”

“Hem bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağları levâzımatlarına istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihâzât anbarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinden işaret, belki delâlet, belki şehâdet eder ki, bu kadar kerîm ve misafir perver ve bu kadar hakim ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rubûbiyetperver bir sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel orada yıldızlar o vazifeyi görürler.”

Niyazların, ilticaların, zikirlerin, fikirlerin harikulade bir şekilde iç içe tanzim edildiği bu münacatı, bir menba-ı kemâlât bir maden-i esrar gördüm. Kendi kendime: “Ne ihatalı bir tefekkür, ne vüs’atli bir temaşa, ne zengin bir fikir, ne engin bir tasavvur, ne sınırsız bir hayal…” diye düşündüm. Evet, bu münacaatın ilhamıyla zihnim kâh asumana, güneşe, ay ve yıldızlara, kâh zemine, dağlara, bağlara, ormanlara, kâh denizlere, nehirlere, çaylara, çeşmelere, kâh çimenlere, çiçeklere, çayırlara, bayırlara, kâh bulutlara, yağmurlara, kâh gece ve gündüz sayfalarına ve bunlardaki hikmet ve faydalara çevriliyordu. Onlarda, Sâniin azametini, kudretini, rahmetini temaşa ettikçe, ruhuma şifâ ve tiryak, aklıma nûr ve ziya, kalbime huzur ve sürür tulü ediyordu.

Şimdi, Anadolu’nun azametli ve bereketli dağlarından birinin zirvesindeyiz. Dağlar mor renklere bürünmekte. Güneş, altun renkli zülüflerini peşinden sürükleyerek huzur ve huşu içinde gurup seccadesine kapanırken, biz de akşam namazını eda ederek azamet-i İlâhiyye’nin dergâhında başımızı secdeye koyduk.

Nihayet, geç saatlerde Trabzon’a indik ve geceyi orada geçirdik.

Sabahleyin, Samsun’a gitmek üzere tekrar yola çıktık. Asude bir bahar sabahıydı. Sağımızda Karadeniz, derin bir uykudan sanki yeni uyanıyordu.Solumuzda ise, Anadolu bozkırlarının aksine, zümrüt yeşili dağlar, dik yamaçlar yükseliyor ve binbir çeşit bitki ve ağaç her tarafı örtüyordu. “Nûr-u hakikat afâktan tecelli eder.” kaidesine binâen, ben de, bir yanda bu muhteşem dağları, bir yanda da şu engin denizin sakin halini ibretle, tefekkürle ve biraz da hayret içinde seyrediyordum. Kudret-i Rabbaniye’nin, celil fermanlarını asarında göstermesi kalbimi feverana getirdi. Evet, tefekkür deryasına daldıkça hâlden hâle, tavırdan tavıra giriyordum.

Bu muhteşem tablo içinde yol alırken ağaçlar hafifçe sallanmaya, deniz kıpırdanmaya başladı. Bakışım, denizin enginliklerine dalmıştı. Sabahın o sessizliği kayboluyor, ötelerden, enginlerden kopup gelen bir uğultu yavaş yavaş duyuluyordu. Uğultu, gittikçe yükseliyor ve dalgalar daha da kabanyordu. Derken, denizde azgın bir fırtına koptu. Dalgalar âdeta şaha kalkıyor ve köpükler saçıyordu. İşte, bu sırada, Üstad’ın okyanuslar gibi engin, zengin ve derin ilminden coşup gelen şu şehametli ifadelerini okudum:

Eğer o yüksek hakikatları yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. ‘Ne diyorsunuz?’ de. Elbette: ‘Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbar.’ dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. ‘Ne diyorsunuz?’ de. Elbette: ‘Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm.’ diyecekler. Semayı dinle. Nasıl: ‘Yâ Celîl-i Zülcemal’ diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl: ‘Yâ Rahman, yâ Rezzâk’ diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl: ‘Yâ Hannân, yâ Rahman, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin.’ gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâ’yı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musîka-i zikriyyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hakeza kıyas et.”

Bu tefekkür levhası, gönüllerde ne tatlı letafetler ihya ediyor, ne yüksek hisler uyandırıyor ve onları ne parlak umutlara mazhar ediyordu. Bu levha Risale-i Nur’un, şu asrın insanlarına ne engin bir tefekkür ve marifet menbaı, ne zengin bir esrar hazinesi, ne ulvî bir lütuf olduğunu bana tahattur ettirdi.

Bir ara, bir dere kenarında, çeşmelerin kaynağı şirin bir yerde mola verildi.Aşağı indik. Öğle yemeği yedik ve abdest alıp namaz kıldık. Namazın bitiminde, cebimden “Münacaat”ı çıkararak yine okumaya başladım:

Ey Rabbü’l-Berri ve’l-Bahr!

“Kur’an’ın dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tâlimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin Senin birliğine ve varlığına şehâdet ederler; öyle de bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, Senin vücûb-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehâdet ederler.”

“Evet, bu dünyamızın menba-ı acâib buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir katre su yoktur ki, vücuduyla, intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlık’ını bildirmesin.”

Ne yazık ki, okumamı kesmek zorunda kaldım. Zira, mola bitmişti.

Yol boyunca, neş’e ve sürür içinde kâh münacaatdan sayfalar okuyor, kâh tatlı sohbetler ediyor, kâh denizi, karayı, gökyüzünü temaşa ediyorduk. Zamanın nasıl geçtiğini bile farkedemedik. Bir ara, otobüsümüz yine bir mola yerinde durdu. Biz, acele inerek, önce ikindi namazımızı kıldık. Daha sonra, denizin, bütün ihtişamıyla göründüğü ve dalgaların uğultusunun duyulduğu bir masaya oturduk. Bir yandan çayımızı yudumluyor, bir yandan da ufuk ve batmaya meyleden güneşi ve onun, kızıldan pembeye kadar değişen birçok tonlarının serpildiği bulutları seyrediyorduk…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu