Harika Bir Tevafuk
Bu mola yerinden sonra yolculuğumuz fazla sürmedi. Samsun’a vardığımızda, akşam namazı biraz daralmak üzereydi. En yakın camiye koştuk ve hızla namaz hazırlıklarına başladık. O sırada, âcib bir tevafuk oldu. Ben, abdest alırken, gözlerim ayakta duran bir ere takıldı. Erin elinde bir subay paltosu vardı. Kumandanı olduğu anlaşılan subay da şadırvanın öbür ucunda abdest alıyordu. Nedense, bu subay nazar-ı dikkatimi fazlasiyle çekmişti. Abdestimizi aldık. Subay, bize doğru yaklaşarak; mütebessim bir çehre ile:
— Namazı, cemaatle kılabiliriz, değil mi, diye sorunca, ben:
— Pek âlâ, olur, dedim ve birden gayr-i ihtiyari olarak sordum:
— Sakın, siz Sungur Ağabey olmayasınız?
— Evet, tâ kendisi, dedi. Kucaklaştık.
Doğrusu, bu tevafuk, inâyet-i Rabbaniye’den başka bir şey değildi. Onun için, Allahü Teâlâ’ya nihayetsiz şükrettim.
Namazımızı kıldık ve beraberce bir dostun evine gittik. O gece, tatlı sohbetler ettik. Erzurum’da yaptığımız plâna göre, ertesi sabah, yolculuğa devam edecektik. Fakat, ayrılmak ne mümkün… Yarın gideriz, öbürgün gideriz, derken tam bir hafta kalmışız. Her sabah birliğine gitmek üzere ayrılan Sungur Ağabeyi akşama kadar sabırsızlıkla bekliyordum. Akşam, tekrar görüştüğümüzde sohbete, kaldığımız yerden devam ediyorduk. Bu sohbetler, hususan Üstad’a ve Risale-i Nur’a ait idi beni âdeta bir cezb âlemine doğru çekiyor, bir daha bırakmıyordu. Bu yüzden Sungur Ağabey’den bir türlü ayrılamıyordum.
Mustafa Sungur Ağabey, bu ilk görüşmemizde bende derin izler bıraktı. Hakikat şu ki, O, Üstad Hazretlerinin teveccühüne fevkalâde mazhar olmuş, O’ndan tefeyyüz etmiş, ince basiretli, keskin nazarlı bir zâttı. Üstad’ın mehabet ve ulviyetine son derece hayrandı. O’na kurbiyet ve intisaptan aldığı lezzet, duyduğu zevk, cennet âsa bir halâvet üzereydi. Kemâlâta meftun bir nadire-i fıtrat idi. Doğrusu, bütün söz ve davranışlarıyla berrak bir cam gibi Üstad’ı, Risale-i Nur’u gösteriyordu.
Nihayet, kendisinden, bir Ankara adresi alarak istemeye istemeye ayrıldık ve yola çıktık…