Risale-i Nur Hususî Bir İnayet, Rabbani Bir İstihdam Mahsûlüdür
Risale-i Nur’un hem muallimlik hem de mürebbilik yönü vardır. Yâni bir taraftan hakikatları ders verip talim ettirirken, diğer taraftan da ruh ve kalbi terbiye ile istifazeye yönelterek iç âlemi düzeltir, nefsi tezkiye eder, mizacı mutedilleştirir, ahlâkı ulvîleştirir. Müntesiplerini mânevi bir merkeze, hablullaha bağlar, onları manen murakabe ederek sırat-ı müstakime ulaştırır. Bu hâli ile Risale-i Nur, kopmaz bir manevî zincirdir. Ona elini atan, yapışan necat bulur.
Risale-i Nur’un müellifi, bid’aların rağbet gördüğü ve dinsizliğin şâhs-ı manevî hâlinde İslâm’a hücum ettiği bu dehşetli asırda, kendisinin manen vazifeli olduğunu şöyle ifade buyuruyor:
“Eski Harbi Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındaydım. Birden o dağ, müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafina dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır, dedim: ‘Ana korkma! Cenâb-ı Hakk’ın emridir, O Rahîm’dir ve Hakîm’dir.’
“Birden o halette iken, baktım ki, mühim bir Zât, bana âmirâne diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!..’
“Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdân sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; i’cazı O’nun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak. Ve namzed olduğumu anladım.” (Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup)
‘’Çok emarelerle anlamışız ki; Bu ulüm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.” (Mektûbat, Yirmi Dokuzuncu Mektup)